Kayıtsız şartsız merhamet ne kadar besleyici, doyurucu bir gıdaymış meğer – Murat Menteş

Hipokrat Huzurevi’nin otomatik kapısından geçince, annemin avucumdaki fotoğrafına bir kez daha göz attım. “Ferruuuh!”

Kısa koridorun bağlandığı lobide ağır çekimde cıvıldaşan ve bir uyuşturucu müptelasının yatak odasına saçılmış buruşuk giysilere benzeyen ihtiyarlar arasından bir kadın ayakta kollarını açmış bekliyor.
“Anne!” Hayatımda ilk kez bir kadına anne diyorum. Sağdaki danışma memuresinin bir iş kazası izi gibi duran
gülümsemesini yakalıyorum. Memure, açık eliyle bende
başlayıp annemde biten bir jest yaparak buyur ediyor beni. Uçarak, Ferruh Ferman’ın annesi Feride Ferman’ın yanına varıyorum, elimdeki çiçek demetini ve hediye paketini koltuğa atıp kadına sarılıyorum.
Feride Ferman, ağlamaklı bir sesle “Oğlummm!”
Üç kişilik koltuğa ilişiyoruz, diğer ihtiyarların çoğu, sanki onlara evlatlarının hayırsızlığını hatırlatmak için gelmişim gibi surat asıyorlar. Bazılarının, annesini hem bu lüks hapishaneye kapatıp hem de gülücükler saçarak ziyaret eden benim çiçeklerle bezeli ikiyüzlülüğümü takdir ettikleri anlaşılıyor. Sesi kısılmış televizyonda, kat kat etekler giymiş Latin Amerikalı kızlar hoplayıp zıplıyorlar. Sehpalardan birinde, eski bir mecmua; kapağında Etna Yanardağının resmi; resmin üzerinde iri harflerle “Yanardağ yamacında kayak keyfi” yazısı gözüme çarpıyor. İhtiyarların hepsi kambur… Bölünerek mi çoğalıyorlar ne? Fonda kısık sesli bir radyo yayını: “Şimdi de ahtapot evcilleştirme sanatının piri Alper Kamu’nun, cinci hoca Müntekim Gıcırbey ve özel dedektif Ah Muhsin Ünlü için seçtiği akademik nitelikli bir şarkı geliyor… Jefferson Airplane’in nakavt edici icrasıyla… White Rabbitl.” Biri hiç durmadan çayını karıştırıyor. Üzerine bahse girilmiş gibi, öksürüklerin ardı arkası kesilmiyor. Öksürme yarışını kazanan dedeciğin ağzından kıvılcımlar saçılıyor: Kel kafasını ileri geri sallayarak öyle bir öksürüyor ki, sonunda ağzından lavlar püskürüyor ve karşısındaki koltukta uyuklayan, ropdöşambrlı moruk alev alıyor! Olaya kimse tepki vermediğine göre, mesele yok. Pepsi mavisinin ve deterjan reklamı ışıltısının hakim olduğu lobide, üvey annemin öz oğlu olarak konuya giriyorum:
“Na-na-na-s-sılsın anne?”
Annem, Taliha Teyze’den en az 20 yaş küçük. Başında gevşek bir eşarp, görüldüğü kadarıyla saçlar kınalı, gözler Ferman yeşili, ağız da burun da küçücük… 40 yıl boyunca içtiği sigara onu esmerleştirmiş. Derisi incelmiş yüzünde 0.5 uçlu kalemle çizilmiş çizgiler, zarif ellerinde birkaç ölüm beneği: “Ara sıra mafsallarım ağrıyor ya, iyi sayılırım Ferruh’um. Sen daha sık gelsen, daha iyi olacağım.”
“Bundan sonra da-da-d-daha sık ge-ge-g-geleceğim anne.” “Hep böyle diyorsun ama gelmiyorsun. Erman’ı da getir.” Erman da kim? Tabii bunun üzerinde durmuyorum:
“Nasıl istersen anne.”
Annem yüzümü avuçlarının arasına alıyor: “Zayıfladın mı sen?”
Nazikçe tutup aşağıya çekerek elerini maskemden uzaklaştırıyorum: “Ha-ha-hah-ha-hayır. Ha-ha-hah-hattâ kilo aldım.”
Annem yeleğinin cebinden çıkardığı gözlüklerini takıyor ve şefkat dolu bir şüpheyle gözlerime dikiyor gözlerini: “Tuğçeciğim, sen söyle, bu çocuk zayıflamamış mı?”
Birdenbire koca kafalı, pörtlek gözlü bir kadın beliriyor koltuğun arkasında. Hormon almış bir orman cinini andıran, bombeli [ve belki de aslen Bombaylı] bir kocakarı. Böylesine yaşlı ve şişman birine, üstelik bir asır önce, Tuğçe adını hangi ileri görüşlü zat vermiş acaba? Tuğçe boynunu uzatarak bana yakından bakıyor ve “şırrraaaaak!” diye bir tokat patlatıyor! Neredeyse maskem suratımdan fırlayacak oluyor. Kendime gelemeden Tuğçe yanaklarımı sıkmaya başlıyor: “Bir deri bir kemik bu be! Senin velede iyi bakmıyorlar Feridoş!”
Dozer operatörü Tugçe’nin elinden ucuz kurtuluyorum. Ellerimle yüzümü kapatıyorum; gözlerimin altından burnumun kenarlarına doğru parmaklarımı bastırarak, maskemin kabarıp kabarmadığmı kontrol ediyorum; dudaklarımı içeri çekerek ağzımı kapatıyorum. Tuğçe, çamaşır suyunda bekletilmiş traktör tekeri gibi yuvarlanarak uzaklaşıyor. Annem gözleri dolu dolu gülümsüyor. “Ah benim küçük Ferruh’um, Tuğçe’yi duydun değil mi?”
“Du-du-du-du-duymaz mıyım? Duydum anne.”
Annem tatlı tatlı konuşuyor. Efsunlanmış gibi, fındık kabuğu ağzına dalıyor gözlerim. Ne dediğini duymadan dinliyorum annemi. Alnını kırıştırıyor, başını iki yana sallıyor. Rüyada gibiyim. Ellerimi okşuyor annem. Onu kucaklayıp bu süper lüks hapishaneden kaçırmak geçiyor içimden. Etrafımda düşsel bir uğultu. Annemin yüzünde sütlü kahve gibi ılık tebessüm. Televizyondaki Latin Amerikalı dansçı kızlar lobiye iniyorlar. Kızlardan biri, elindeki süpürgeyle bir yandan dans ederken bir yandan da ropdöşambrlı ihtiyarın sıcak küllerini süpürüyor. Annem yavaşça kolumu sıvazlıyor. Tim Burton’ın Hayalet Süvari filminde gibiyim. Çevremde sağır-dilsizler, ahenkli, imlası düzgün jestler ve mimiklerle bin yıllık masallar anlatıyorlar sanki.
“Ferruh Bey misiniz?”
Bu soru beni dalıp gittiğim düşsel akıntıdan sıyırıp kendime getiriyor. Oturduğum yerde sinek gibi dönüyorum “ZZZZZZZZZZZ” ve “Ziyadesiyle” diyorum; iki metre ötede, boynuna asılı steteskobu, beyaz önlüğü, pırıl pırıl gözlüğü ve Supradyn tabletleri şeklindeki gözleriyle duran kadın doktora.
Doktor, duralayıp cevabımın anlamını tartıyor ve belli ki, ‘bir kelimeden bir şey olmaz’ kararma varıyor: “Çıkmadan önce sizinle bir dakika görüşebilir miyiz?”
“Tabii ki.”
Feride Ferman’la aramızdaki ana-oğul muhabbeti başımı döndürüyor. Annesiz büyümenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum. Kayıtsız şartsız merhamet ne kadar besleyici, doyurucu bir gıdaymış meğer. Annemin kuru tütün yaprağı ellerini vecdle öpüyorum…

Murat Menteş
Dublörün Dilemması
Kayıtsız Şartsız Merhamet

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz