Dünyayı yeni ve sıkıntılı bir ekonomik krizin yeniden esir aldığı günümüzde Simon Clarke, ‘Marx’ın Kriz Teorisi’ başlıklı bu çalışmasıyla, düşünürün kriz teorisinin kökenine iniyor ve bu teorinin günümüzde nasıl bir işlev yüklenebileceğine odaklanıyor. Clarke, kriz teorisinin Marksist gelenekte ne zaman merkezi bir rol oynamaya başladığını ve daha sonra yaşadığı çıkmazları anlatıyor; ilk kaynaklara, yani bizzat Marx’ın metinlerine inerek, onun kriz teorisini günümüzün sol hareketi için güncelliyor. Marksist kriz teorilerinin çıkmazının öncelikle, Marx’ın teorisinin eleştirel boyutunu ihmal etmesi olduğunu savunan Clarke, süregelen tartışmaya katkıda bulunuyor.*
Marksizm ve Kriz Teorisi
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıyı uzun uykusuz gecelerde, hastalıktan yatağa düşe kalka yazmıştı. Kitabını yaklaşan “tufan”dan önce yetiştirmekti bütün gayesi. Oysa kitabını bitirdiğinde el yazmalarını yayıncısına gönderecek posta parası bile yoktu. Marx’ın payına parasızlık içinde para üzerine yazmak düşmüştü.
Burjuva iktisatçılar, krizlerin kapitalist üretimin toplumsal biçimine özgü olduğunu inkar etmek zorundadırlar, çünkü bütün ekonomi teorisi, kapitalist sistemin kendi kendini düzenlediği, teorik iktisatçının asıl işinin bu tür bir kendi kendini düzenlemenin sürdürülebileceği asgari koşulları tanımlamak olduğu, böylece herhangi bir çöküşün normdan istisnai sapmaların sonucu olarak tanımlanacağı öncülü üzerine kuruludur.1
En savunmacı iktisatçılar bile tekrarlanan krizlerin olduğunu fark etmekten imtina edemez, ancak klasik ekonomi politik geleneklerini geliştirirken, iktisatçılar bu tür krizleri olumsal olaylar şeklinde açıklar. Arz ve talep güçlerinin normal işleyişi, daima dengeye doğru bir eğilim olmasını garanti: eder. Bü da krizlerin ancak dengeyi geçici olarak bozan dış şokların ya da piyasa dengesi süreçlerini engelleyen veya yıkan iç rahatsızlıkların sonucu olarak doğabileceği anlamına gelir.
Genel denge teorisinin çerçevesi içersinde sermaye, arz ve talep arasındaki dengesizliklerden doğan kâr oranındaki değişmelere cevap olarak üretim dalları arasında hareket eder.2 Bu sermaye hareketi, rekabetin çeşitli dallar arasında oranlı ilişkilerin sürdürülmesini mümkün kılmasının, böylece birikime engel olabilecek orantısızlıkların arz ve talebin pürüzsüz ilişkisiyle düzeltilmesinin aracıdır. Dolayısıyla, bin dokuz yüz yetmişlerin ortasındaki gibi bir orantısızlık krizi, piyasa kusurlarına, bu örnekte olduğu üzere petrol üreticilerinin tekelci güçlerine bağlanır.
Neo-klasik teoride tüm arz ve talep dengesi, faiz oranının ve kâr oranının karşılıklı ilişkisiyle sağlanır. Eğer bir yatırım eksikliği varsa yatırım fonlarına olan talep, yeniden yatırımı uyaracak olan faiz oranının azalmasına yol açarak düşecektir, istikrarlı bir para politikası bu dengenin sürdürülmesini garantileyecektir. Altın standardının klasik dünyasında uluslararası ödemeler dengesindeki bir açık, enflasyona yola açan aşın fiyatların ilk belirtisini ortaya çıkarmış ve dengesizliği düzeltmek için para otoritelerini sıkı para politikaları uygulamaya zorlayan altın ve döviz rezervi kaybına neden olmuştur. Benzer şekilde, daralmanın başlaması, daha gevşek para politikasına izin veren bir rezerv girişine yol açmıştır. Modern dünyada enflasyonist ve deflasyonist baskı göstergeleri daha karmaşıktır, ancak ilke aynı kalır. O halde., bin dokuz yüz seksenlerin sonunda vuran aşırı birikim krizi, enflasyonist ve spekülatif aşırı yatırımı teşvik eden gevşek para politikalarının sonucudur.
Tüm matematiksel inceliklerine rağmen bugünkü iktisatçıların sunduğu kriz açıklamaları, on dokuzuncu yüzyıl başında öne sürülenlerden farklı değildir. Savaş ya da hasat kıtlığı gibi bir dış şokun, üretim dalları arasında ya da ulusal ekonominin uluslararası ekonomik ilişkilerinde geçici bir karışıklık oluşturabileceği her zaman kabul edilmiştir, fakat böyle bir krizin nedeninin kapitalist sistemin dışında yattığı ve kısa zamanda piyasa ayarlamasının normal süreçlerince istikrarın tekrar sağlanacağı varsayılmıştır. Bu tür dış şokların dışında, krizlerin asıl nedeni geleneksel olarak hükümetin ekonominin düzenlenmesine keyfi müdahalesi şeklinde tanımlanmıştır. Özellikle, eğer hükümet aşırı harcamalarını finanse etmek için para basarak ekonomiyi yapay şekilde teşvik etmek isterse, enflasyonist büyümeye yol açan bir aşırı yatırımı desteklemiş olur. Sonuçta büyüme, mantıksız ve spekülatif girişimlerin başarısız olmasıyla, fazlalıkların sistemden atılmasını sağlayacak bir daralma süresini gerektirerek çökecektir. Dolayısıyla kapitalizmin tarihini belirlemiş olan, büyüme ve dibe vurma dönemlerinin döngüsel olarak birbirini izlemesi, kapitalist üretim tarzına özgü olmayıp politikacıların budalalık ve sorumsuzluğunun sonucudur.3
Keynes klasik makroekonomik uyum mekanizmasının istikrarını sorguladı, fakat diğer yandan çalışması geniş ölçüde klasik çerçevede kaldı. Keynesçi teori, “ticaret döngüsü” ya da
“iş döngüsü” diye bilinen şeyi oluşturan, döngüsel büyüme ve çökmenin birbirini izlemesini açıklayabilmiş, ancak bu döngünün hiçbir şekilde kapitalist üretim tarzına özgü olmayıp, uygun hükümet politikalarıyla iyileştirilebileceği yönünde bir açıklama getirmiştir. Keynes’in eleştirisinin ima ettiği şey, istikrarı sağlamanın, makroekonomik denge sağlamak için karşı-döngüsel mali ve para politikaları izlemede hükümetin daha faal müdahalesini gerektirdiği idi, ancak Keynes’in eleştirisinin temel amacı, komünist ve faşist korporatizm tehdidi karşısında liberal kapitalizmin uyumluluğunu yeniden ortaya koymaktı. Klasik iktisatçılarda olduğu gibi Keynesçilere göre de kriz eğilimi, kapitalist üretim tarzına özgü değil, kurumsal düzenleme ve politikaların yetersizliğinin sonucudur. Buna göre, kriz eğiliminin üstesinden uygun kurumsal ve politik reformlarla gelinebilir. Keynes’ten sonra, ondan önce de olduğu gibi, krizlerin sürmesi kapitalizmin kusurlarının değil politikacıların cehalet ve sorumsuzluğunun kanıtıdır.
Bu saçmalığın iki yüzyıl boyunca tekrar edilmesinden sonra, iktisatçıların bu işte bir bit yeniği sezeceği beklenebilirdi. İktisatçıların kriz açıklaması, tıpkı bir bilim adamının baharın her yıl dönüşünü doğaüstü bir gücün keyfine bağlayıp mevsimlerin tekrar etmesinin doğal bir olay olduğunu reddetmesi gibidir. Bir bilim adamının görevi herhangi bir yıl baharın gelişinin kesin tarihini açıklamak değilse, teorik problem de şu ya da bu krizin özel nedenini açıklamak hiç değildir. Yerine getirilmesi gereken görev, ekonomik krizlerin düzenli olarak tekrar etmesini kapitalist üretim tarzının gelişme eğilimlerinin normal bir parçası olarak açıklamaktır. Marksizmin krizlerin yalnızca kapitalist birikimin yüzeysel bozulmaları olmayıp kriz eğiliminin kapitalist üretimin toplumsal biçimine özgü olduğunu ispatlamaya çalışırken üstlendiği görev bu olmuştur.
Marksist kriz teorilerinin ayırıcı özelliği, kapitalizmin nesnel sınırlarını ve sosyalizmin zorunluluğunu tanımlayan, kapitalist üretim tarzının esas ve yok edilemez özelliği olarak kriz zorunluluğuna yaptıkları vurgudur. Bernstein’a cevabında Rosa Luxemburg, Marksist kriz teorisinin rolüne dair klasik tespitien azından azaltabilirse, ması, üretim ve değişim temelde bastırılmasını sunar. “Bilimsel sosyalizmin bakış açısından, sosyalist devrimin tarihsel zorunluluğu, kendisini her şeyin ötesinde, kapitalizmin sistemi çıkmaza götüren artan anarşisinde belli eder. Ancak Bernstein gibi, kapitalist gelişmenin kendi mahvoluşu yönünde ilerlemediğini kabul ederse, o zaman sosyalizm nesnel zorunluluk olmaktan çıkar.” Eğer reformlar “kapitalist ekonominin içsel çelişkilerini ortadan kaldırabilir…. İşçi sınıfının durumunun iyileşmesi … sermaye ve emek arasındaki antagonizmanm azalması demektir. … Burada sosyalizmin tek bir temeli kalır – proletaryanın sınıf bilinci … [ki] bu artık sadece, ikna gücü ancak ona atfedilen kusursuzluklara dayanan bir idealdir.” (Luxemburg, 1899/1908, 58).
“Reform” ile “devrim” arasında, kapitalist çerçeve içinde kurumsal reformlar arayışındaki sosyal demokrasi ile temelden farklı bir toplum türü yaratma arayışındaki sosyalizm arasındaki ayırım çizgisini çizen, Marksist krizin zorunluluğu teorisi, kapitalist üretime özgü çelişkili biçimin zorunlu ifadesi olarak Marksist kriz teorisidir. Şayet krizler tamamen olumsalsalar ya da sadece bir birikim aşamasından, “rejiminden” ya da “toplumsal yapısından” diğerine geçişi belirtiyorlarsa (Aglietta, 1979; Bovvles, Gordon ve Weisskopf, 1984), o zaman sosyalizmin nesnel zorunluluğu ve sosyalist hareketin toplumsal temeli yoktur. Reforme edilmiş bir kapitalizm işçi sınıfının ihtiyaçlarını karşılanabiliyorsa, sınıf mücadelesi nesnel temelini kaybeder ve sosyalizm işçi sınıfının ihtiyaç ve amaçlarıyla hiçbir özel bağlantısı olmayan, ayrıcalıklı sınıf temeli olmayan ve herhangi bir başkasından daha fazla ahlaksal geçerliliği bulunmayan belli bir ahlaksal değerler kümesini ifade eden etik bir ideale indirgenir.
Kriz teorisi, Marksizm ideolojisinde merkezi bir role sahiptir ve bu ideolojik bağlamın dışında anlaşılamaz. Fakat Marksist kriz teorisini ideolojik temelleri üzerinden savunmak pek de yeterli değildir. Sosyalizmi “bilimsel” temeller üzerinde kurma yönündeki Marksist iddia, Luxemburg’un açıkça anladığı gibi bariz olarak Marksist kriz teorisinin bilimsel statüsüne dayanır. Eğer teori böyle bir statü iddia edemezse, etik sosyalizmin farklı bir biçimine sadece ideolojik bir dayanak haline gelir. Dolayısıyla Marksist bir kriz teorisi anlayışı, kendi ideolojik ve politik bağlamından asla ayrılamazken, sahip olduğu rasyonel bilimsel temeller üzerinden değerlendirilmesi de eşit şekilde önemlidir. Bu kitap, konunun politik ve ideolojik öneminin tamamen bilincinde olmakla birlikte, sadece Marx’m kriz teorisiyle ilgilidir.
Kriz teorisi Marksist gelenekte merkezi bir rol oynamıştır, bununla birlikte Marksist kuramcılığın en zayıf ve en az gelişmiş alanlarından birisi olmuştur. Kriz eğilimi, Marx ve Engels’in ilk ekonomik incelemelerinin başlangıç noktasını sağlamıştır ve Marx’m 1857’de ekonomik incelemelerini yeniden başlatması kriz problemiyle olmuştur. Ancak Marx kendi çalışmasının hiçbir yerinde bir kriz teorisinin sistemli ve bütünüyle ayrıntılandırılmış bir serimini vermez. Çeşitli zamanlarda Marx, krizleri, kâr oranlarının düşme eğilimiyle, aşırı üretim, eksik tüketim, emeğe göreli olarak orantısızlık ve aşırı birikim eğilimleriyle, bir ya da diğer teoriyi asla açıkça tercih etmeden ilişkilendirmiştir.4 Engels, kapitalizmin kriz eğilimlerini açıklarken, sürekli olarak hem kapitalizmin üretici güçleri sınırsız geliştirme eğilimiyle nüfus kitlesinin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişkiye hem de piyasa anarşisine atıfta bulunmuştur.
Kriz teorisi, hareket on dokuzuncu yüzyılın sonundaki revizyonist tartışmalarla hiziplere ayrılana kadar, İkinci Enternasyonal Marksizmi içinde sınırlı bir rol oynamıştır. İkinci Enternasyonal’in önde gelen kuramcısı Kari Kautsky, Engels’in aşırı üretim yönündeki somut eğilimi piyasa anarşisine dayalı bir kriz teorisiyle bağlantılandıran bir teori sunma çabasının iki boyutunu birbirinden ayırmıştır. Bu teoriye, kapitalist çöküşün kaçınılmazlığını reddeden ve kartellerin piyasa anarşisinin üstesinden geleceğini iddia eden Bernstein ve eksik tüketimin zorunluluğunu reddeden Tugan-Baranowsky tarafından karşı çıkılmıştır.
Bernstein’m karşı çıkışına yanıt olarak, ikinci Enternasyonal’in Marksistleri kriz teorisini daha özenli temeller üzerinden kurmaya çalıştılar. Tartışmaya katılanların çoğu, kurulu ortodoksiyi tekrar ileri sürmenin ötesine çok az geçebilmiş olsa bile, Rosa Luxemburg ve Rudolf Hilferding, daha sonra kriz üzerine çalışan Marksistlerin “eksik tüketim kuramcıları” ve “orantısızdık kuramcıları” diye iki kampa bölünüşünün temellerini attılar. Önceden eksik tüketim, orantısızlığın özel ve ayrıcalıklı biçimi olarak kabul edildiğinden bu iki teori uyumsuz değildi. Ancak, ikisi arasındaki bölünme, 1920’ler boyunca, 1930’lann sonunda Marksist ortodoksi tek kelimeyle eksik tüketimci olup, orantısızlık teorisi sosyal demokrat revizyonist sapma olarak suçlamncaya kadar giderek genişledi. Sovyetler Birliğinde Varga, eksik tüketimci ortodoksinin başrahibi olarak ortaya çıktı.
Batı’da ortodoks Marksist kriz teorisinin en teferruatlı anlatımı, önceki tartışmaları inceleyen, çeşitli teorileri kategorize eden, Marksist eksik tüketimcilik üzerinden kurulan bir durgunluk teorisi geliştiren Paul Sweezy nin Kapitalist Gelişme Teorisi (1942) idi. Bu yaklaşım, Marx ve Kalecki’yi sentezleyen ve “Keynesçi” Batı kapitalizminin istikrarını, büyüyen artı değerin emilmesini ya da yok edilmesini sağlayan emperyalizm, militarizm ve israfla birleştiren Paul Baran ve Paul Sweezy’nin Tekelci Sermaye (1966) adlı kitabında meyve vermiştir.
Marksist eksik tüketimciliğin egemenliği, 1960’larda Keynesçi tedbirlerle önlenemeyen ya da Keynesçi veya eksik tüketimci teorilerle açıklanamayan yeni kriz eğilimlerinin ortaya çıkmasıyla aşınmıştır. Bu yeni kriz eğilimlerinin bir özelliği, kapitalist birikimin metropoliten merkezlerinde kâr oranındaki belirgin düşüştü. İster “orantısızhğa” isterse “eksik tüketime” dayansın, klasik Marksist kriz teorileri içersinde kriz, satılmayan stokların birikmesiyle açıklanan, üretim ve tüketim arasındaki ilişkideki bir kopmanın sonucu olarak doğar ve dolayısıyla kriz döneminde kâr oranlarındaki düşüş, bu aşırı meta üretiminin bir sonucudur. Ancak, 1960ların sonlarında kâr oranlarındaki düşüşün krizin sonucu değil nedeni olduğu ortaya çıktı ve bu da Marksistlerin kapitalizmin kriz eğilimlerini, kâr oranlarındaki bu düşüş temelinde açıklamaya çalışmalarına yol açtı.
1970’lerde, kâr oranlarında görülen ve krizi başlatan düşüşün artan ücretler yüzünden kârların aşınması sonucu olduğuna inananlarla bunu Marx’m “kâr oranlarının düşme eğilimi yasasına” bağlayanlar -ki bu ikinci açıklama sonuçta egemen Marksist ortodoksi olarak ortaya çıkmıştır- arasındaki Marksist tartışma şiddetlendi.
Çağdaş Marksizmin Çıkmazı
1970’lerdeki Marksist kriz teorisi, kapitalizmin derinleşen ekonomik krizi ve bununla ilgili olarak, vagonunu savaş sonrası büyümenin getirdiği refaha bağlamış olan sosyal demokrasinin politik krizi bağlamında gelişmiştir. Marksizmin burjuva kuramcılarıyla paylaştığı acil teorik amaç, bu krizi açıklamaktı. Marksist yaklaşımın farklılığı, bu krizin kapitalist üretim tarzının çelişkili temellerini açıkladığını ve krizin reformla değil ancak şiddetli bir sınıf mücadelesinin sonucu olarak çözülebileceğini saptama girişimiydi. İdeolojik beklenti, derinleşen krizin sosyal demokrasinin reformist hayallerini kırabileceği ve politik ve ideolojik bir kutuplaşma başlatabileceği idi. Böyle bir kutuplaşmadan sosyalizm güçlerinin mutlaka zaferle çıkacağına çok az kimse inanırken, sosyalizmin hem kapitalist hem de “sosyalist” ülkelerde tarihsel gündeme yeniden gireceğine dair yaygın bir inanç vardı.
Gerçeklik, 1970’lerin iyimser beklentilerinden çok farklı olduğunu ortaya koydu. Kriz kesinlikle beklenen sınıf çatışmalarını özgür bıraktı, fakat işçi sınıfını sosyalist hareketin kollarına ittirmek bir yana, yenilgi tecrübesi örgütlü işçi sınıfının umut ve amaçlarını yok etti ve işçi sınıfı hareketi içindeki moral bozukluğunu ve bölünmeyi büyüttü. Radikal entelijansiyanın büyük bölümü 1980’lerde sosyalist inançlarını, 1970’lerde ne kadar hızla edindilerse o kadar hızla kaybettiler. Özellikle, 1970’lerdeki krizi, kapitalist üretim tarzının özgün çelişkilerinin ifadesi olarak değil, savaş sonrası büyümenin “rordizm”inden bilgi çağının “post-Fordizm”ine geçiş dönemi olarak görüp Marksist kriz teorisini terk ettiler. Kriz teorisinin terk edilişi, sosyalizm için “politik” mücadelenin kapitalizmin “ekonomik” gelişmesinden ve aynı şekilde yeni çağın “Fordist” tarih öncesine gönderilen örgütlü işçi sınıfı mücadelesinden ayrılmasıyla yakından bağlantılıydı (Clarke, 1988).
Sosyalist solun karşılaştığı engeller, ne sol entelijansiyanm ihanetiyle ne de onun teorik analizinin eksiklikleriyle açıklanamaz. Bunlar, sosyalist saldırı için ideolojik bakımdan kötü donanmış olabilecek, ama daha önemlisi örgütsel ve politik bakımdan sınıf çatışmasına sermaye ve devletten çok daha az hazırlıklı olan örgütlü işçi sınıfının uğradığı yenilgilerle açıklanmalıdır. İşçi sınıfı yalnızca sosyalizme doğru ilerleme konusunda yenilmekle kalmamış, aynı zamanda onun en ılımlı maddi ve toplumsal amaçlarım gerçekleştirmek için giriştiği reformist girişim bile sıklıkla acımasız bir yenilgiyle karşılaşmıştır. Yine de böyle yenilgilerin genelde sosyalist solun ilerlemesine değil onun örgütlü işçi sınıfından giderek izole olmasına yol açtığı gerçeği, sosyalist teoriyle sınıf mücadelesinin gündelik realitesi arasında var olan uçurumu gösterir. Marksist teori kapitalist krizi doğru şekilde tahmin etmişken, krizin ortaya çıkardığı mücadeleler için çok az yol gösterici olmuştur.
Sosyalizmin böylesine kapsamlı bir politik yenilgiye uğraması, kapitalizmin sosyalist eleştirisinin geçerliliğini yitirdiği anlamına gelmez. Büyüme ve çöküşün birbirini izlemesi, aşırı çalışma ile işsizliğin, şaşırtıcı zenginlik ile yıkıcı yoksulluğun, güç yoğunlaşmasının umutsuz güçsüzlükle bir arada var oluşu, bir asır ya da daha önce olduğu kadar bugün de kapitalizmin bir özelliğidir. İnsan kontrolünün ötesinde bir dünya, yabancı güçler tarafından yok oluşa götürülen bir dünya kanısı bugün her zamankinden daha kuvvetlidir. Burjuva iktisatçısının ılımlı yatıştırmalarıyla dünya nüfus kitlesinin yaşam gerçeği arasındaki uçurum hiç bu kadar açılmamıştı. Marksizmin başarısızlığı, onun bilimsel projesinin uygunsuzluğu değil, ideolojik ve politik olarak gerçekleşme konusundaki yetersizliği, kapitalist koşulun teorik teşhisiyle sıradan halkın günlük umut ve amaçlarını birleştirememesi olmuştur. Bu başarısızlıktan bir şeyler öğreneceksek, yalnızca işçi sınıfı biçimlerini ve sosyalist politikaları değil kapitalist analizimizin teorik temellerini de yeniden incelemeliyiz. Bu kitapta uzun zamandır Marksist kuramcılığın en zayıf parçasına, kriz teorisine odaklanarak bu projeye küçük bir katkı yapmayı umuyorum.5 Bu ikincisi, Marx’ın olduğunu kabul ettiğim ancak ne Marx’ta ne de Marksist gelenekte sistematik biçimde geliştirilmiş olarak bulamadığım bir kriz teorisine dayalıydı. Bu da beni Marksizmdeki kriz teorisini araştırmaya yöneltti ve sonra da kriz teorisinin Marx’ın kendi çalışması içersindeki rolüne geri götürdü.
Marx ve Marksist Kriz Teorisi
Ortodoksinin bu kadar temelden ancak bu kadar öz bilinçsizce değişebilmesi, Marksist kriz teorisi tarihinin dikkate değer özelliğidir. Yüzyılın dönümünde ortodoksi, krizlerin piyasa anarşisine bağlandığı oldukça bulanık bir orantısızlık teorisiydi. 1930’larda Marksist ortodoksi, katı bir eksik tüketirnciliği benimser hale gelmişti. 1970’ler boyunca kâr oranlarının düşmesi teorisi, kabul gören bir kriz teorisi olmuştu. Her aşamada genel olarak, egemen teorinin Marx’ın otantik teorisi olduğu varsayılmış ve bu iddia Marx’m çalışmalarından seçilmiş alıntılarla desteklenmişti. Alternatif teorilerin ise iğrenç sapmalar olduğu varsayılmıştı. Yine de kriz teorisinin Marksizm içindeki önemine rağmen, Marx’m kendi çalışmalarında kriz teorisinin gelişimine dair ciddi bir inceleme bulunmamaktadır. Genelde, Marx’ın hiçbir zaman sistemli bir kriz teorisi geliştirmediği varsayılmıştır ki bu, kendisinden sonra gelenleri, Marx’m kriz teorisi üzerine yaptıkları çeşitli yorumları dağınık ve bütünü ile tutarlı olmayan parçalardan inşa etmekte özgür bırakan bir varsayımdır.
Marx’m kendi çalışmalarına bu dönüşün sebebi, ne basit olarak Marx’ın krizler hakkında gerçekten ne dediğini kayda geçirmek konusunda antikacı bir ilgi, ne de Marxın kriz hakkındaki yazılarının yakından okunmasının, sonraki Marksistlerin gözünden kaçmış olan, anlamanın anahtarını sağlayacağı inancıdır. Marx’m kriz üzerine yazıları kendi başlarına gerçekten parçalı ve kafa karıştırıcıdır. Bu yazıların, ekonomik durumla ilgili olarak taşıdıkları orijinalliğin ve öngörünün Marx’ın döneminde ve bizim dönemimizde anlaşılamamış olmasına rağmen, bu yazılar Marx’ın çalışmasının bütününden ayrı olarak ele alındığında büyük bir ilgiye nail olmazlar ve kesinlikle tutarlı ve özenli bir kriz teorisi sunmazlar. Ancak, bir bütün olarak Marx’m çalışmasına kriz problemi hakkındaki yazılarının prizmasından bakılması, Marx’ın çalışmasına, onu burjuvazinin ekonomi politik teorilerinden ayıran farkı ortaya koyar.
Marx’ın çalışmasına bu şekilde bakılması, onun yalnızca burjuva ekonomisinin iddialarıyla değil aynı zamanda “Marksist ekonomi politik” (Marx kendi çalışmasına daima “ekonomi politiğin eleştirisi” diye atıfta bulunduğundan terim olarak çelişkili bir şeydir) diye bilinen şeyle de farkını ortaya çıkarır. Marksist kriz teorisinin çıkmazı, öncelikle Marx’ın teorisinin eleştirel boyutunu ihmal ederek kendisini burjuva teorik temeller üzerinde ve özellikle de genel denge teorisinin teorik temelleri üzerinde kurmaya çalışması nedeniyle doğmuştur. Marksist kriz teorisinin eleştirel temellerinin aşınması, yalnızca çağdaş akademik Marksizmin bir özelliği olmayıp, Marksist teoriyi Bernstein ve Tugan-Baranowsky nin revizyonist eleştirilerine açan İkinci Enternasyonal’deki Marksizmin ilk gelişim adımlarında bile gözlemlenebilir.
Kitabın birinci bölümünde, Marksist ekonomi politiğin yeni ortodoksisini tanımlayan 1970’Ierin tartışmalarında benimsenen konumları kısaca özetlemeden önce, Engels, Kautsky, Hilferding ve Luxemburg’un klasik Marksist kriz teorisine olan esaslı katkılarının taslağını çıkaracağım. Bu araştırma, daha sonra Marksizmden Marx’a döndüğüm ve Marx’ın ekonomi politiğin eleştirisi teorisinin rolünü derinliğine incelediğim kitabın geri kalanı için referans noktası sağlayacaktır.
Marx’m kriz teorisinin sunuluşu zor problemler ortaya çıkarır. İlk problem, Marx’m bize böyle bir kriz teorisi önermemesidir. Marx’ın yaşam süresince yayınlanan çalışmalarındaki teorik kriz tartışması, kısa taşlama yorumlarından fazlasını içermez. Neredeyse tüm kapsamlı teorik tartışma Marx’ın hacimli defterlerinde bulunur, ama orada bile asla böyle bir kriz tartışması olarak bir araya getirilmemiş, başka meselelerin tartışılması içersine gömülmüştür. Bu da “Marx’ın kriz teorisini” çıkarıp sunmayı basitçe olanaksız kılar. Marx için kriz eğilimi, kapitalist üretim tarzının tarihsel eğilimlerinin zirvesi ve bir anlamda da en yüzeysel ifadesi olduğundan bu pek de şaşırtıcı değildir. Bu yüzden, Marx’m kriz teorisi onun kapitalist üretim tarzının dinamiklerini daha geniş tanımlayışının bir parçası olarak sunulmalıdır.
İkinci sorun, Marx’ın teorisinin rarklı unsurlarına verilecek önemdir. Marx’ın çalışma yöntemi, onu nereye götüreceklerini görmek için çeşitli düşünce dizilerini izlemek, sonra da baştan her şeyi yeniden yerine yerleştirmeye girişmeden önce fikirlerine bir düzen getirmek için defterlerine dönmekti. Onun kapitalizm analizinin temel çerçevesi İSO’larda çatılmış ve Komünist Manifesto’da sunulmuştu. Daha sonra, yaşamının 1857’den 1863’e kadarki en yaratıcı döneminden evvel 1850’lerin ilk yarısını yoğun şekilde okuyarak geçirdi. Marx’m tamamladığı tek sistemli metin olan Kapital’in birinci cildiyle son bulan sonraki dört sene, defterlerindeki malzeme üzerinde yeniden çalışmakla geçti. Marx, Engels’in Kapital’in ikinci cildine dahil ettiği materyalin büyük kısmını yazdığı 1870’lerde, teorik çalışmasına kısa süreyle iki kez döndü. Kapital’in üçüncü cildiyse, Marx’m 1861-3 el yazmaları üzerine yeniden çalışarak yazdığı 1864-5 defterlerinin Engels tarafından bir araya getirilmesiyle oluşturuldu. Fakat Kapital’in ilk cildinin tersine, bu yeniden çalışma büyük oranda, analizin bir bütün olarak sistemli bir kavram-sallaştırılması yapılmaksızın mevcut malzemenin yeniden düzenlenmesiyle sınırlı kaldı. Bu nedenle bize, Marx’m fikirleri üzerinde farklı yollardan, bazen sonuca vararak, bazen düşünce dizisini terk ederek, bazen de yolunu yitirerek (genellikle aritmetik örneklerin çalılıklarında) çalıştığı ve yaptığı gözlemlerin sistematik ehemmiyeti hakkında hiçbir gösterge sağlamadığı çok sayıda parça kalmış durumdadır. Marx’m kriz teorisini sunmaya yönelik her girişim, bu yüzden zorunlu olarak önemli bir yorum ve yeniden inşa unsuru içerir.
Marx’ın teorisini sunmadaki üçüncü problem, yürüttüğü bütün kriz tartışmasının neredeyse ekonomi politik hakkındaki eleştirel yorumlarının derinliğinde gömülü olmasıdır. Bu da, Marx’ın kriz teorisini serilmeme biçiminin, bu teorinin Marx’m ekonomi politik eleştirisinin içinde üstlendiği rolün egemenliği altında bulunması demektir ki bu da onun Marx’ın kapitalizm teşhisindeki rolüne illa da kılavuzluk etmez. Bu nedenle Marx’ın kriz teorisinin yalnızca Mamın kapitalizmin dinamiklerine dair yaptığı daha geniş analizinin yorumlanması bağlamında değil, aynı zamanda onun ekonomi politik eleştirisi bağlamında da sunulması gereklidir. Dahası, Marx’m klasik ekonomi politik eleştirisinin çoğu ayrıntısı sadece bir antikacının ilgi konusu olsa da, modern ekonomi klasik atasının kavramsal temellerini hâlâ koruduğu için, en temel konular bugün de canlılığını korumaktadır. Bu yüzden, Marx’ın kriz teorisini ve kapitalist üretim tarzının dinamiklerini yalnızca klasik ekonomi politik bağlamında değil, çağdaş ekonomi bağlamında da düşünmemiz gerekir.
Bu problemler, Marx’m kriz teorisine dair her tartışmanın serimleme, yorum ve kavramsallaştırma arasında bir uzlaşı-yı içereceğinin kesin olduğu anlamına gelir. Bu kitabı yazma sürecinde bu üç unsur arasında bir denge sürdürme gereğinin bilincindeydim. El yazmasının ilk taslağı için, yorumu asgaride tutma çabası içinde, kriz tartışmalarını kesinlikle kronolojik ve bağlamsal olarak sunmak üzere Marx ve Engels’in konuyla ilgili tüm çalışmalarını okudum. Daha sonra malzemeyi, Marx’m çalışmalarını ilk çalışmalar (1848’e kadar); 1848 devrimlerinden sonraki tekrar değerlendirme dönemi; 1857-8 el yazmalarında ekonomi politik eleştirisinin temelleri; 1861-5 el yazmalarında ekonomi politik eleştirisinin gelişmesi (kitabın son baskısının iki bölümünü oluşturmaktadır) ve Kapital’in birinci cildinin ilk baskısından olgun çalışmalar şeklinde dönemlere ayrılmasına denk düşen düşecek biçimde beş kısma böldüm. Sonra da malzemenin her bölümünü, mümkün olduğunca Marx’ın metinlerine dayandırmaya çalıştığım ve önemli metinlerin çoğunun yeniden okunması ışığında değiştirdiğim bir yorum çerçevesi içersinde tematik olarak yeniden düzenledim. Sonunda, serimlenişi açıklığa kavuşturmak ve onu bir bütün olarak Marx’m çalışmasının yorumlanışı bağlamı içine yerleştirmek çabasıyla bütün metni tekrar çalıştım. Yapmadığım tek şeyse, gerçi bağlantıların bu türden tartışmalara alışkın kimseler için aşikar olacağını umuyorum, Marx’m çalışmalarını açıkça çağdaş ekonomideki meseleler ve tartışmalarla ilintilendirmektir. Marx’m çalışmasının önemi (iktisatçıların kapitalizmin dinamiklerini anlamadaki neredeyse tüm önemli ilerlemeleri Marx ve Marksizmden türemiş ya da tahmin edilmiş olsa bile) burjuva ekonomisine yapabileceği katkı değil, onun çözülüşüne yapabileceği katkıdır.
Metnin son halini olabildiğince netleştirmeye çalıştım, ama aşırı basitleştirmekten de kaçındım. K anular karmaşık, Marx’ın bazı tartışmaları ise kafa karıştırıcıdır Kafa karışıklığının etrafında dolaşmak isterken karmaşıklıktan kaçınmaya çalışmadım. Yine de kitabın bölümlerinin okunması zorsa bunun için ancak özür dileyebilirim, okuyucuyu da anlama girişimini basitçe terk etmektense Marx’ın orijinal metnine dönmeye davet ederim.
Bu kitabı yazmaktaki amacım, Marx’m kriz teorisinin kapalı bir yorumunu sunmak değil, Marx’ın bir asırdan fazla bir süre önce yazıldığı halde hâlâ yıkıcı bir teorik öneme sahip bulunan çalışmasının kavrayış ve orijinalliğini okuyucunun önüne koyarak kapitalizmin dinamiklerinin daha yeterli bir analizinin geliştirilmesi için bir tuğla eklemektir. Marx’ın eleştirisiyle imha ettiği ekonomi politik ne düşüp ölmüş ne de neo-klasik ekonominin doğusuyla aşılmıştır. Marx’ın ekonomi politik eleştirisi, Ricardo’nun eleştirisi ile olduğu kadar çağdaş ekonominin eleştirisi ile de ilişkilidir (Clarke, 1991). Umudum, bu kitabın, hem Marx’m kriz teorisinin açık ve tutarlı bir yorumunu hem de okurun Marx’m çalışmasını alternatif yorumlara temel olarak ya da üzerinde başka yönlerden inşa etmek üzere temel olarak kullanabilmesi için Marx’ın kendi yazılarının yeterince açık bir sunumunu verebilmiş olmasıdır.
Ben bu kitapta sadece, kapitalist sömürüye ve yağmaya karşı gündelik direniş deneyimiyle ilgilenebilecek ve böylece ideolojik eleştirinin ve özgürleştirici politik gücün bir parçası olarak gelişecek olan, kapitalizmin ve onun ideolojik kötü yorumlarının radikal teorik eleştirisini yaratma yönündeki kolektif projenin bir parçası olan bu seriml’emenin üzerine başkalarının da inşa etmesi umuduyla, Marx’ın çalışmasının yaygın önemini belirtmekteyim. Böyle bir harekete Marx’m adının eklenip eklenmemesi önemli değildir. Önemli olan, Marx’m çalışmasının önerdiği bütün anlayışların tüm avantajına sahip olmamız gerektiğidir.
Marx’ın Kriz Teorisi
Simon Clarke,
Çeviren: Cumhur Atay
*Kitap tanıtımından
1 Böyle bir varsayım için hem profesyonel ve hem de ideolojik sebepler vardır. İktisatçıların bilimsel falcılık iddiasında bulunabilmeleri, kesin ve sayısal çözümleri olan modellere sahip olmalarına bağlıdır.
2 Genel denge teorisinin çerçevesinde bile dengeleyici.mekanizmanın koşullan gayet kısıtlayıcı ve gerçek dışıdır.
3 Elbette uygulamada istikrar sağlamak, hiçbir şekilde teorideki kadar basit değildir, özellikle de ekonomi, kendisini yeniden üreten döngüsel bir gelişim kalıbını bir kez oluşturduğunda.
4 Dobb’un “kuşkusuz Marx’m teorisinin en önemli uygulaması, ekonomik krizlerin niteliğinin analizindeydi” (Dobb, 1940, 79) sözleriyle dile getirdiği cesur iddiasını nasıl kanıtlayabildiğim anlamak zordur.