Bir karanlıktan gelip bir karanlığa gidiyoruz. Homeros, llyadada, “İnsanoğlu en acı çeken yaratıktır” diyor. Çünkü ölümün bilincine varmış tek yaratık insandır. Dostoyevski, Budalasında, “İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir” diyor. Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu açlıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç ne?
İnce Memed New York Review Baskısı Önsözü
Gençliğimde Güney Anadolu’nun en büyük bir şehri olan Adana’da bir kitaplıkta çalışıyordum. Kitaplıkta benden başka çalışan bir de müdür vardı. Kitaplığa gidip gelen hemen hemen yok gibiydi. Yaşlı müdür sabah erkenden kitaplığa geliyor, ardı ardına birkaç sigara içiyor, sonra da koltuğunda büzülüp uyumaya geçiyordu. Bana gelince, ben de yukardaki odada bulunan yatağımı düzeltiyor, kitaplığı silip süpürüyor, yakındaki sütçüde kahvaltımı yapıyor, seçtiğim kitabı okumaya başlıyordum. O zamanlar şiir yazmıyor, folklor derlemeleri yapıyordum. İlk önce devletin kurduğu Klasikler Tercüme Bürosundan gelen kitapları okuyordum. Klasiklerden sonra da dünya romanlarını okuyordum. O günlerde Tercüme Bürosundan çıkan hikaye kitapları geliyordu. Çehov’a hayran kaldım. Ankara’ya ilk gittiğimde Çehov’un çevirmenini buldum, onunla Çehov’u konuştuk, sonra da dost olduk. O günlerde bir de karşıma Stendhal’in Kızıl ile Karası çıktı. Stendhal’e de hayran kaldım. O gün bugündür Stendhal’i elimden düşürmüyorum.
Sonraları da tarih kitaplarını keşfettim. Özellikle Osmanlı çağının kitapları beni ilgilendiriyordu. Kolay anlaşılmayan, zor okunan, buna karşın, bana göre büyüsü olan kitaplardı bunlar. Tarih kitaplarının birinde Sakarya Şeyhini buldum. Sakarya Şeyhi beni çok sardı. Okuya okuya o sayfaları nerdeyse ezber ettim.
Kitaplıktan ayrılıp askere gittikten sonra, askerde de vaktim çoktu. Gene Çehov okumayı sürdürdüm. Artık hikaye yazabilirdim. İlk hikayelerimi ve ilk romanımı askerde yazdım. Hikayelerimi alıp İstanbul’a geldim. İstanbul’da Cumhuriyet gazetesine girdim. Anadolu röportajlarımla tanındım.
Kasabamda arzuhalcilik yaparken iki romana başlamış bitirememiştim. Bu romanlar Ortadirek ile İnce Memeddi.
İnce Memed yıllarca beni hiç rahat bırakmadı. Dört ciltlik İnce Memed 39 yıl sürdü. Birinci kitapla ikinci kitap arası on beş yıl sürdü. Üçüncü kitap da öyle. Yalnız üçüncü kitapla dördüncü kitap arası kısa sürdü, bir iki yıl.
İnce Memede başlarken Sakarya Şeyhi de aklımdaydı. Okuduğum tarih kitabını unutmuştum ya Sakarya Şeyhini unutamıyordum. Sonra bir de talih bana gülecekti. Gazetemdeki yaşlı yazarlardan birisi Sakarya Şeyhini yazacaktı. Küçük bir makaleydi ya benim işime yarayacaktı.
1953’te, gazeteciliğimin ikinci yılında İnce Memedi yazmaya başladım, üç ayda bitirdim. Roman Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi, sonra kitap oldu. Türkiye’de çok satıldı. İngiltere’de, Fransa’da, İskandinavya’da bestseller oldu. Daha sonra birçok dilde çıktı.
Sakarya Şeyhine gelince, yıl 1538. Osmanlı padişahı IV. Murat ordusunu almış Bağdat’ı zaptetmeye gidiyor. Ordu İstanbul’dan yola çıkıyor, başında Sultan Murat, sadrazam, serasker. Ordu daha Anadolu’dan çıkmadan, ilk durakları Konya şehrinde karargah kuruyorlar.
Bu sırada Sadrazamla Serasker Padişaha gidip:
“Padişahım,” diyorlar, “biz Bağdata gidiyoruz ya, bizim ardımızda Sakarya Şeyhi beş bin askeriyle kaldı. Biz onu yakalamaya altmış bin askerle iki kez gittik yakalayamadık. Şimdi 300.000 kişilik ordumuzu alıp gidiyoruz. Biz gittikten sonra Sakarya Şeyhi gelir de İstanbulu almaz mı?”
Padişahtır düşünür:
“Yarın sabah gelin” der.
Sadrazamla Serasker, Padişahın huzuruna gelirler.
Padişah:
“Sakarya dağlarına gideceksiniz, Şeyhi bulacaksınız, ona diyeceksiniz ki Padişahımız sana üç tuğlu vezirlik, bir samur kürk, bir kılıç, bir at gönderdi. Bağdatın zaptına gidiyoruz, askerlerini alsın da gelsin, sevaptır, Bağdatın zaptına katılsın.”
Sadrazamla Serasker Sakarya dağlarına giderler, Şeyhi bulurlar. Abanoz sakallı, uzun boylu bir delikanlıdır. Gelir karşılarında yere bir kılıç gibi saplanmış durur.
Sadrazam ona Padişahın buyruğunu söyler.
Şeyh:
“Gelemem” der.
“Biz seni burada, İstanbulun burnunun dibinde bırakamayız, 300.000 kişilik Bağdat ordusunu çeker üstüne gelir, seni yakalar, alır Konyaya götürür, eşeğe ters bindirir, mafsallarını kanırtarak, derini yüzerek, gözlerini oyarak bütün Konyayı böyle dolaştırarak, sonra da ölünü köpeklere atarak…”
“Gelemem.”
“Niçin gelemezsin?”
“Huruç etmeye mecburum.”
Osmanlı ordusu Sakarya dağlarına döner gelir, mübalağa cenk olunur ve Sakarya Şeyhini yakalarlar.
Peygamber Muhammet soyundan gelenlere Ehl-i Beyt derler. Bu soydan on iki imam çıkmıştır. Bu on iki imamın birincisi Alidir. Alinin oğulları Hasan ve Hüseyindir. Başta Ali, on iki imamın on biri öldürülmüş, on ikinci imam Mehdi kaybolmuştur. Bütün İslam kollarında, dünya yaşanmaz bir biçime geldiğinde Mehdi soyu tükenmemiş iyi kişileri başına toplayacak, Ahilik, müsavat, hürriyet için huruç edip dünyayı düzeltecektir. Osmanlı tarihinde bilinen huruç etmiş Mehdiler vardır. Sakarya Şeyhi de bunlardan biridir.
Sakarya Şeyhi üstüne çok düşündüm. Öteki Mehdiler hakkında bulabildiklerimi okudum. Dünyamızda çok mecbur insan olduğuna inandım. İsadan Che Guavera’ya kadar mecbur insan olduğu, İnce Memedlerin başlangıcı oldu.
Çocukluğumda benim büyüdüğüm topraklarda, Toros dağlarında 1930’ların ortalarına kadar birçok eşkıya dolaşıyordu. O eşkıyalardan bir kısmını da görmüş tanımıştım. Bir de bizim bölgede yani Kilikyada Köroğlu destanını kasaba kasaba, köy köy dolaşarak söyleyen destancılar vardı. Köroğlu onurlu eşkıyalardan biriydi. Bir kervan soyar, bin aç doyururum diyordu. Kürtlerde de böyle eşkıya destanları vardı, bu destanları Doğu Anadolu’dan güneye göç etmiş destancılar söylüyorlardı. Benim ailem de Birinci Dünya Savaşından sonra Doğu Anadolu’dan Güney Anadolu’ya gelmişti. Güneyde ailemin yerleştiği köy Akdeniz’e yakın bir Türkmen köyüydü. Ben orada doğdum. Bu köyde tek Kürt aile bizdik. Evin içinde Kürtçe konuşuluyor, köyün içinde Türkçe.
Böylece hem Türkçe, hem de göç etmiş Kürtlerden Kürtçe destanlar dinliyordum. Akrabalarımızın yaşadığı kasabada Doğu Anadoludan gelmiş büyük destancılarla karşılaştım. Doğu Anadoluda da anamın babası, amcaları, kardeşi o bölgenin eşkiyalarıydı. Anamdan, kasabadaki destancılardan da büyükbabamın, dayılarımın maceralarını, türkülerini dinliyordum. Yaşam zenginleştiriyor insanı. Beni, eşkıyalık da zenginleştirdi. Oturdum, İnce Memedi bu zenginlikle yazdım.
Yeni bir roman yazmak, yeni imgeler bulmak, yeni bir dünyaya açılmaktı benim için İnce Memed. İnce Memedin bende oluşturduğu yeni düşünceler, bana getirdikleri yalnız “mecbur insan” değil, sonradan yazdıklarımın hemen hepsini etkileyen bir insan anlayışıdır: İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitler yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır.
Bir karanlıktan gelip bir karanlığa gidiyoruz. Homeros, llyadada, “İnsanoğlu en acı çeken yaratıktır” diyor. Çünkü ölümün bilincine varmış tek yaratık insandır. Dostoyevski, Budalasında, “İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir” diyor. Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu açlıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç ne?
Ben, sevincin türkücüsüyüm. Onu söylüyorum boyuna. Bütün epopelerde, aşağı yukarı insanlığın macerasında, halkın yarattığı müziğinde, türküsünde, ne kadar acılı olursa olsun, şu var: “Geldik ya!” Ortadirekin sonunda “indik ya, geldik ya!” macerası var ya, onun gibi. Bu dünyaya çok şükür geldik. Gelmeseydik ne olacaktı… O korkunç sevince varmak istiyorum. Nedir o sevinç, yaşama sevinci? Araştırdığım bu. Niye mit yaratıyor, düş yaratıyor da sığınıyor? Bu sevinci sürdürebilmek için, yaşamanın, ağırlığından kurtulabilmek için kendine yeni bir dünya yaratıyor. Bu dünya yetmiyor. Acılarıyla, hastalıklarıyla, ölüm korkusuyla, yok olmakla… Ama gene direniyor. İnsan korku içinde. En büyüğü de ölüm korkusu.
Bir tek insanın macerasını anlatırken, onu gökyüzüne yerleştiremeyiz ki… Bir toprak üstündedir, birtakım ilişkiler içindedir, bir sosyal düzeni yaşamakta, bir yerel kültürü içermektedir… Daha böylesi ilişkileri uzatabiliriz. Bir insan, benim için koşulları içindeki insandır. Onun psikolojisini verirken onun koşullarını göz ardı edemeyiz. Onun koşullarını yanlış vermek de olmaz.
Ben hiçbir zaman kahramanlara inanmam. Yazdığım başkaldırı romanlarında da, o kahraman dediklerimizin halkın elindeki araçlar olduğunu hep vurguladım. Bu araçları halk kendi yaratıyor, kendi de koruyor, onlarla birlikte yeniliyor, yeniyor. O mecbur insan tipini, kişiliğini, birtakım sebeplerden ötürü halk şıp diye buluyor. Ya da uzun aramalardan sonra buluyor. Ama buluyor. En azından benim roman kişilerim böyle. Ben, her insanı yaratıcı saydığım gibi, her insanın içinde de bir başkaldırı kurdu olduğuna inanırım. O başkaldırı “mecbur” insanı da yaratır. Fukara, Sefil İbrahimin oğlu Memedin yakasını bırakıyor mu? Fukaracık çırpınıyor, çırpınıyor, bin ağa öldürse beş bininin geleceği bilinci var ya, ne yapsın, yakasını köylülerin elinden bir türlü kurtaramıyor ki…
Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken… Bütün bunlar bitti, diyeceksiniz, bitti diyelim, yenileri çıkar, onlar da bizim aklımıza hayalimize gelmeyecek mitler yaratacaklardır. Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratılıp sığınılıyor. İnsanoğlu düş gördükçe insandır. Mutluluğumuz düş dünyaları yaratmaktır. Aşk dediğimiz ulvi yücelme bir düş, bir mit değil mi? Kahramanlık da öyle değil mi? Öyle değilse Don Kişot yüzyıllardır kitaplığımızda ne arıyor?
Ben de kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşü getirdiğimdendir. İnsanlar, sıkıştıkça kendilerine bir düş, bir mit dünyası yaratıp oraya sığınırlar. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mit ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor ki…
Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız. Yel tanrıları, güneş, horoz, boğa, ay, toprak, toprak ana mitleri yaratıp onlara sığınacağız.
Yıllardır romanlarımda, röportajlarımda, konuşmalarımda hep üstünde durdum, doğanın her ögesinin ayrı bir kimliği vardır, her otun, her çiçeğin ayrı bir kişiliği, kendine özgülüğü vardır. Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Kişiliği derken, bir ad bulamadığım için böylesine bocalıyorum. Bir gün insanlar, bilim adamları, yazarlar bunun da adını koyacaklar.
Savrun çayı İnce Memede başlamadan önce doğayla ilk karşılaştığım Toros dağlarından Çukurovaya yani Kilikyaya inen birçok çaydan, iki ırmaktan biridir. Eğer Savrun çayını yaşamasaydım, doğayı böylesine duyumsayamazdım. Yıllarca ben Savrun çayı kıyılarında dağlara yürürken, doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da… İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslardan ovaya inen Savrun çayı gibi birçok çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de Savrun çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim. Bir gün de UNESCO’nun Courier dergisinde astrofizikçi Hubert Reeves’le yapılmış bir konuşmayı okurken aşağıdaki satırlar gözüme çarptı. Çok sevinmedim dersem yalan olur. Bu konuşmadan uzun bir parçayı hatırımda kaldığı gibi aktaracağım için okuyucularımız kusura bakmasınlar.
Basit bir örnek ele alalım. Bugün yeryüzünde beş milyar insan yaşamakta ve bunların hepsi için de aynı fizik yasaları geçerli olmasına karşın, her biri biribirinden farklılıklar gösterir. Tümünün özgün kişilik, tarih ve çizgilerinin farklılığı doğa yasalarının ne kadar sınırlayıcı olursa olsun, belirli ölçülerde “oyun” alanı, kısaca özgürlük bıraktığını açıkça gösterir. Diğer bir örnek de kar kristalleridir. Bu taneciklere mikroskop altında bakarsak, onların hepsinin altı uçlu olduğunu görürüz. İşte bu bir yasadır. Eğer altı uçları yoksa onlar kar kristalleri değildirler. Ancak onlara daha yakından bakarsak onların altı uçlu olmalarına karşın, biribirlerinden farklılık gösterdiğini saptarız. Bu konuda harika kitaplar yayımlanmıştır. Bu kitaplarda, biribirinin bu kadar aynı olan kar kristallerinin ne sonsuz değişik örnekler oluşturduğu gözlemlenir. İnsanlar söz konusu olduğunda da durum gene kar kristalleri ya da kelebeklerdeki durumun aynıdır. Doğa iki işle aynı anda uğraşmaktadır. Bir yanda işleri organize edip yasalar koyarak düzeni sağlar, öte yanda düzenin sıkıcı tekdüzeliğini kırarak, belirsizliğe ve deterministik olmayan olgulara, yeni sapmalara olanak tanır.
Beni doğaya, ayrıntılarına götüren Savrun suyudur. Öyleyse son soluğuma kadar doğayı, insanları, ilişkileri, mümkünse, yaşayabilmek, zenginleşmek dünyayla, evrenle. Doğa maceramı zenginleştirerek, benzemezliklerin gizine varmak…
Gençliğimde doğada biribirine benzer iki öğe arıyor, bir türlü bulamıyordum. Meğer o altıgen kar tanecikleri bile biribirlerine hiç benzemiyorlarmış. Doğa çok çok zengin. Yazarlar da doğaya yardım etmeli, doğayla birlikte insanları zenginleştirmeli.
Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım, karşılaşmam tesadüftür, bir destancı olurdum. Destancı olmama ramak kalmıştı, o sıralarda köyümün yakınındaki köye ilkokula gittim. Bu yüzden Rus, Fransız, İngiliz, Doğu, Batı klasiklerini okudum. Bu yüzden Stendhal, Çehov, Charlie Chaplin ustalarım oldu.
Yaşar Kemal
Binbir Çiçekli Bahçe (Yazılar – Konuşmalar)
Memed My Hawk (İnce Memed I),
New York Review Books baskısı önsözü, 2005