“Kandırmak yalnızca insanlara özgü müdür?” Kandırma ve doğruyu söyleme – Dr. Harriet Lerner

149

Harriet Lernerİster bilinçsizce ya da bilinçli yapılsın ister alçakça ya da ilkelce, kandırma gündelik yaşamın bir parçasıdır. Bu yaşamda sayısız kisveye bürünür, sonsuz biçimi ve işlevi vardır. Dilimize bir göz atarsak doğruyu söylemekten uzaklaşıp hileye yönelişimizle ilgili ne çok deyim kullandığımızı anlayabiliriz.
Kadın attı, uydurdu, abarttı, hafife aldı, gerçeği kendine sakladı, deriz.
Beyaz yalan söyledi, anlattıkları kısmen gerçek, lafı dolandırdı, masal okudu, deriz.
Öyküyü kendine göre düzdü, gözümüze perde çekti, deriz.
Sır saklar o (ya da sır saklayamaz), deriz.
Olayların üstünü örttü, örtbas etti, gizledi, aldattı, yanlış bilgilendirdi, yanlış anlam verdi, çarpıttı, tahrif etti, yanlış tanıttı, deriz.
Yapay, kaypak, kaçak oynuyor, kötü niyetli, dolaylı, arkadan vuran, dümenci, oyuncu, güvenilmez, inançsız, sinsi, entrikacı, hesapçı, komplocu, ahlakı bozuk, deriz.
Düzenbaz, aldatıcı, hileci, dürüstlükten uzak, deriz.
İkiyüzlü, dolandırıcı, şarlatan, katı bir yalancı, düzenbaz, deriz.
Anlaşmaya uymadı, kurnazlığa, oyuna başvurdu, sahte tavır sergiledi, yapmacık davrandı, işletti, deriz.
Kendine sıfat yakıştıran, yapay, mikrop, deriz.
‘Miş’ gibi yapıyor, kılıktan kılığa giriyor, poz yapıyor, taklitçi, gizlisi saklısı var, sahtekarlık yapıyor, zevahiri kurtarmaya çalışıyor, paravan arkasına saklanıyor, deriz.
İtirafta bulunmadı, temize çıkmadı ya da benimle kozlarını paylaşmadı, deriz.
Aklımı karıştırdı, gerçeği bulandırdı, bana ihanet etti, atlattı beni, deriz.
İki ayrı yüzü var; özü sözü bir değil, deriz.
Yalanlar uyduruyor, deriz.
Gerçekle yüz yüze gelemez; hakikati kaldıramaz; kendini kandırır, deriz.
Nasıl da cesurca her şeyi gizledi, olup bitenleri ne kadar akıllıca sakladı, deriz.
Basiretsiz davrandı, deriz.
Gereksiz yere yalan söyledi; birilerinin iyiliği için yalan söyledi, deriz.
Onurlu bir yalan söyledi, deriz.

Dilimiz, doğruyu söylemekten nasıl uzaklaştığımızı tanımlamak için inanılmaz olanaklar sunar bize. Farklı sözcük ve deyimler, kandırma eğiliminin amaç ve nedenlerini açıklayan vurgular getirerek, onu ciddiyeti ve verdiği zarar açısından sınıflandırarak çeşitli şekillerde tanımlar.

Bunların bazılarını daha çok kadınlara, bazılarını da erkeklere yakıştırmayı öğrenmiş olabiliriz. Her iki durumda da, birbirimizi kandırma konusundaki nüansları tanımlayan sözcüklerin sayısı, sevgiyi tanımlayanlardan çok daha fazladır.

Kandırma bir “kadın sorunu” hatta yalnızca insanlığa özgü bir olgu değildir. Virüslerden memelilere hastalığa neden olan mikroplardan Habeş maymunu ve şempanzelere kandırma sürekli sahnededir: Afrika’da yaşayan bazı böcek türleri birkaç karınca yakalayıp öldürür ve ziyafet çekmek üzere karınca yuvasına fark edilmeden girebilmek için onları bedenine yapıştırır; şempanze bir yiyecek kaynağı bulduğu zaman diğerlerini yanlış yönlere çeker, izleri kaybettirir, ardından geri dönerek her şeyi tek başına yer. Habeş maymunları ve şempanzeler tehlike karşısında göğüslerini şişirerek olduklarından iri görünürler. Kandırmaca, insan yaşamının evriminde önemli bir rol oynamıştır. Kandırma ve “yutturmaca”nın doğada yer alan tüm türler için bir yaşam tarzı olduğunu düşünmek ilginç geliyor insana. Kandırma ve kandırıldığını keşfetme yeteneklerini geliştiremeyen organizmaların hayatta kalmaları daha zordur.

Hesaplı kandırmaca yalnızca insanlara özgü müdür? Uzman hayvan eğiticilere göre bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Vicki Hearne’ye göre, eğiticiler atları gruplara ayırırlar; güvenilir olanları (“rahat olun, bu atın iskeleti hileye elverişli değil,”) “sinsi”lerden (“telaşlanmayın, yola gelecek, gerçek bir cani değil bu, yalnızca ıslah isteyen bir yavru,”) ve hatta “iflah olmaz düzenbazlardan ayırt edebilirler. İnsana dönük benzetmelerle ahlaksal bir boyutu olan bu söylem her ne kadar naif, hatta kabul gören kavramlara aykırı diye eleştirilse de, bilimsel düşünceye önem veren eleştirmenler ne yazık ki insanlarla hayvanların karşılaştırıldığı gerçek dünyayla ilgilenmek söz konusu olduğunda, hayvan eğiticilerinin çok daha gerisinde kalmaktadırlar.

Kandırma konusu her iki cinsle yakından ilişkili olsa da, bu kitap doğrudan kadınlara, özellikle de bazı kadınlara sesleniyor. Elbette erkekleri de kitabımı okumaya davet ediyorum, ama yalnızca hayatlarındaki kadınları yakından tanımak için değil, sayfalar arasında kendilerini bulmaları için de. Genelde konumuz “insan türü”; olmadığı yerlerde de, okurun ortak yanlarla farklı olanları saptaması yararlı olacaktır. Doğruyu gizleyerek yanlışı nasıl sergilediğimizi incelemekte hepimiz için yarar var. Sorgulanmayan kandırma olgusu, hayat mücadelemizde bize destek olmaktan çok, köstek olur.

Kandırmayı özel olarak nasıl iş ediniriz?

Benim Maria’ya yaptığım gibi, doğru olmadığını bildiğimiz, kendimizin bile inanmadığı bir konuyu başka birine kabul ettirmek amacıyla düpedüz yalan söyleriz. Kandırmak için kullandığımız deyimler, kandırılan taraf olmakla ilgili duygularımızı yansıtırken, yargılama eğilimlidir. Ancak kandıran kişi bizsek, zarar vermek için değil de zararı engellemek için bu yola başvurduğumuzu düşünmek işimize gelir.

Doğruyu söylemekten, ailemin yaptığı gibi konuşmaktan kaçınarak, sessiz kalarak da vazgeçeriz. Doğruları ortaya çıkarmak için gereken soruyu sormayız, ya da yorum yapmayız. Başkalarının yaşamında değişiklik yapabilecek bilgileri kendimize saklarız. Hatta, “Sana söylemediğim bazı şeyler var” bile demeyiz.

Ortaya çıkan yalanlara tepki verdiğimiz halde, gizlenen doğrulan olumsuzca yargılama konusunda işi ağırdan alırız. Ne de olsa hiç kimse sürekli olarak “yalnızca doğruyu” ifade edemez. (Yakınlarda bir dostum, “Hepimiz birbirimizin aklından geçenleri okuyabilseydik dünya nasıl da çekilmez olurdu, düşünebiliyor musun!” demişti.) Suskun kalarak ya da gerçeği kendine saklayarak kandırma, bağışlanabilir; hatta övgüyle bile karşılanabilir: “Babasının asıl yüzünü kendisine açıklamadığım için kızım çok şanslı”; “Doktor, kadına hastalığı konusunda gerçeği söylemeyecek kadar ince bir insandı”; “Bu kadının kendini en kötü hissettiği anlarda bile çocuklarına neşeyle yaklaşması inanılmaz bir şey.”

Kendimizle ilgili konularda suskun kalıyor ya da gerçeği kendimize saklıyorsak, bunu “mahremiyetin dokunulmazlığı” olarak nitelendiririz, bizce doğal ve zararsız bir davranıştır bu. Herkese her şeyi söylemek zorunda olmadığımızı hepimiz kabul ederiz, yine de ilişki ne kadar özel ve yakınsa, söyleme olasılığı ve isteği o kadar yüksek; söylememenin doğuracağı duygusal sonuçlar da o kadar büyük olacaktır. Mahremiyetle kandırma birbirinden farklı şeylerdir. Ancak, “Bu konu benden başka kimseyi ilgilendirmez,” dediğimiz zaman, sırların ve suskun kalmanın gerçek anlam ve sonuçlarını örtbas edebilir ve böylece, saklanarak sürdürdüğümüz yaşamımızda başkaları tarafından tanınma şansından kendimizi yoksun bırakmış oluruz.

Bir de, benliğimizde baş gösteren yalanlar, sırlar ve suskunluklar vardır. Düşündüklerimiz, hissettiklerimiz ve inandıklarımız konusunda emin olamayız. Önceliklerimiz ve yaşamsal hedeflerimiz bize özgü değildir; davranışımız, değer yargılarımız ve inançlarımızla uyumsuzdur. Önemli konularda bunlardan vazgeçip bir kenara iterek hasır altı ederiz. İçten ve gerçek olduğumuzu hissetmeyebiliriz. “Merkezi olan”, “ayağı yere basan” ya da kendine erişebilen biri değilizdir. Sonuçta da, en önemli ilişkilerimizde tam olarak var olmayız.

İnsanoğlunun kendini kandırmaktaki benzersiz becerisi sayesinde, yalan söylediğimizde ya da içten ve gerçek bir biçimde yaşam açlığımızda, bunun farkına varmayabiliriz. Ne olursa olsun, başkalarına karşı, kendimize karşı olduğumuzdan daha dürüst olamayız.

‘Miş’ gibi yapmak ve Doğruyu Söylemek

Kadınların yaşantısı hakkında düşündükçe, “miş gibi yapmak” ve “doğruyu söylemek” deyimlerine özel bir ilgi duyma noktasına geldim. Bu deyimler, her türlü hareket ve ilişkimizle olduğu kadar, kim olduğumuz ve kim olabileceğimizle de bağlantılıdır.

“Miş gibi yapmak”, zor bir konu üzerinde daha tarafsızca düşünebilmemiz için, neyin iyi ya da kötü, daha iyi ya da daha kötü olduğu hakkındaki ahlaki yargılarımızı askıya almamız için bize yardımcı olabilecek bir deyimdir. Kadınların yaşam dokusuna da gayet iyi uyar. Olduğumuz gibi yaşamak ve doğruyu söylemekteki başarısızlığımızın, kötü ya da sömürücü niyetlerle pek ilgisi yoktur. Tam tersine, miş gibi yapmak, bir şekilde yanlış yönlendirilmiş bir dileği, başkalarını koruma eğilimini ve benliğimizin olduğu kadar ilişkilerimizin de canlı kalabilmesini sağlama isteğini yansıtır. Öte yandan, benliğin daha dolaysızca ve içtenlikle kanıtlanmasına karşı, gerçek ya da sanal derin yasaklamaları da yansıtır. Miş gibi yapmak, kadınların genelde sorgulamadan özümsedikleri, benlik hakkındaki yanlış ve kısıtlı tanımlamalardan kaynaklanır doğal olarak. “Kadınsılık” kavramıyla da yakından bağlantılıdır ve basit bir deyişle, egemen kültürün kadınlara öğrettiği bir şeydir.

Yine de bazı durumlarda, “miş gibi yapma” deyimine haklı olarak temkinle yaklaşacağız, çünkü tıpkı “mahremiyet” sözcüğü gibi, nötr olan ve sözlük anlamının dışına çıkan çağrışımları yüzünden bu deyim, ahlaki yargımızı değilse bile dikkatimizi gerektiren noktaları önemsemeyip üstüne perde çekmemize neden olabilir. Ataerkilliğin egemenliği altındaki kadınlar olarak, yalana sıkça başvurduğumuzu, sevgi, daha temiz bir yaşam ve ayakta kalma uğruna yalan söylemeyi sürdürdüğümüzü söyleyerek durumu sağlıklı kılma çabasının bir yararı yoktur. Zaman zaman “yalan söylemek” gibi haşin bir sözcük yeterli olacaktır.

Ele aldığım konunun can damarını oluşturan doğruyu söylemek ise, kadınların yaşamında gerçek bir çatışma merkezidir. “Doğruyu söylemek” terimi, anlam açısından “dürüstlük” sözcüğünden daha kapsamlı, daha yürekli, daha zengin dokulu gibidir. Yüksek sesle, “doğruyu söylemek” dediğim zaman, gözüpck ve öncü eylemlerin yanı sıra, bu çarpıcı konuyla ilgili canlı tartışmalar gelir aklıma: “Doğru nedir?” “Her birimiz için neyin doğru, neyin gerçek olduğunu kim belirler?” “Kadınların ortaya çıkarılacak, bulunacak ya da bir seçenek olarak yaratılacak ‘gerçek bir benlik’leri var mıdır?” “Kimin doğruları geçerlidir?” gibi. Ataerkil toplumda, kadınlar miş gibi yapma ve kandırma konusunda sıkı bir eğitimden geçerler. Bu arada doğruyu söyleme, ya da en azından fısıldama konusunda da olağanüstü bir beceri geliştirmiş durumdayız.

Bu konu üzerinde düşünmek, dünyamızı ikili kategoriler halinde örgütleme eğilimini anımsattı bana: iyi ve kötü, erkeksi ve kadınsı, yin ve yang, eşcinsel ve karşı-cinsel ve şimdi de ‘miş’ gibi yapmak ve doğruyu söylemek. Kuşkusuz insanlar, bizim yarattığımız kutuplaşmalar ve “karşıtlar”dan daha karmaşık ve çok yönlüdür.

Doğruyu söylemek, bir bakıma yaşamlarımızdaki en önemli şeyle yakından bağlantılıdır. Özgünlüğün, kendine saygının, yakın ilişkinin, özü sözü bir olmanın ve sevincin temelinde yer alır. Yakınlaşmak için dürüst olmak gerektiğini, yalanın güveni yıprattığını ve en acımasız yalanların genelde suskun kalarak “söylendiğini” biliriz.

Yine de bu bakış açısı, kuşbakışı görüntünün yalnızca bir parçası. “Gerçek” adına, dostlarımızı ve aile üyelerini incitebilir, üretici olmaktan uzak bir biçimde kaygıyı tırmandırabilir, karşımızdaki kişinin farklı gerçekliğini göz ardı edebilir ve genelde kötü durumu iyice berbat edebiliriz. Terapiye gelenlerin —ve de kendimin— neyin, kime, ne zaman, ne kadar ve nasıl söyleneceği konusunda her türlü hatayı yaptıklarını gördüm. Elbette ki bazı durumlarda içinden geldiği gibi davranmaktansa bir strateji çerçevesinde davranmak çok daha akıllıcadır. Örneğin, Merıninger Kliniği’ndeki ilk yıllarımda tek tescilli feminist bendim; her türlü haksızlığa karşı çıkmayı ve meslektaşlarımı da bu konuda bilinçlendirmeyi iş edinmiştim kendime. Başkalarının “doğruyu” anlamalarını sağlamaya çalışırken, kısa süre içinde, söylemem gerekenleri duymalarını olanaksız kılan bir rolün tutsağı oluverdim.

Gerçek dünyada, birbirine aykırı gibi gözüken ‘miş’ gibi yapma ve doğruyu söyleme eylemleri her zaman “zıt” ya da “ayrı” değildir. Örneğin, ‘miş’ gibi yapmak, yanlış yönlendirilmiş bir doğrudan kaçış olmaktan çok, doğruya doğru dolaylı bir adım olabilir. Seviyormuş ya da cesurmuş gibi yaparken, gerçekten sevgi ya da cesaretin varlığını fark edebilir; ya da bu konulardaki yeteneğimizi geliştirebiliriz. Kimi zaman ‘miş’ gibi yapmak, deneyim ve olasılık anlayışımızı genişleten bir deneme ya da taklit biçimidir; kendimiz olmak için kendimizi bulma dileğini yansıtır. Bunun yanı sıra, belli bir anda, ‘miş’ gibi yapmak yaşamsal bir gereklilik olabilir ya da bunun kesinlikle çok önemli olduğunu hissedebiliriz.

Benim amacım, bir yapay kutuplaşma daha yaratmak ya da okuyucuyu ‘miş’ gibi yapmaktan doğruyu söylemeye doğru ne idüğü belirsiz, düz bir çizgiye itmeye çalışmak değil. “Doğru” hareket yolu hakkındaki değer yargılarım ve inançlarım elbette ki devreye girecek, ancak “yanıtlar”, “nasıl yapılır” talimatları ya da güvence vermeyeceğim. Bunu izleyen bölümlerde, yaşamlarımızda son derece önemli kavramlar olan kandırma ve doğruyu söylemenin çeşitli yönleri üzerinde duracağım. İlk önce, ilişkiler üzerinde yoğunlaşacağım; buna kişinin kendisiyle olan ilişkisi de dahil. Hepimizin yalana nasıl başvurduğumuzu incelerken, bana katkıda bulunacağınızı ve dünyanın nasıl bir yer, bizim de nasıl biri olduğumuz sorununun özünde yatan doğruyu söyleme konusuna yaklaşacağınızı umuyorum.

Dr. Harriet Lerner

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz