MAX BROD’A MEKTUP: EVİ OLMAYAN BEN NE DİYE EV ÇÖKÜYOR DİYE KORKUYORUM!
Sevgili Max, uykusuz bir geceden, Planâ’daki bu ilk geceden sonra hiç bir şeyin üstesinden gelecek halde değilsem de, mektubunu şu anda belki her zamandan daha iyi, senin kendinden de daha iyi anlamam mümkün; ama belki de işi aşırılığa vardırıyor ve haddinden fazla iyi anlıyorum mektubunu, çünkü senin durumun benimkinden farklı, gerçi seninkisi de gerçek, değil, ama gerçeğe benimkisinden daha yakın. Başıma ne geldi bak:
– Bildiğin gibi Georgental’a gidecektim, buna asla itirazım olmamıştı; bir defasında Georgental’da çok yazar var dedimse, bu belki gelecek olan’ın bir önsezisiydi, ama itiraz olarak öyle ciddî bir şey değildi, bir cilveydi sadece; çünkü tersine yakınlarında oldum mu bütün yazarlara bir hayranlık duyarım (bu yüzden değil midir ki Preissovâ’ya gitmek istemiştim, bu seyahatten de karın beni vazgeçilmişti), hani her insana hayranımdır ama, yazara hepsinden çok, hele şahsen tanımadığım yazara; bu esintili korkunç ülkede nasıl olup da öyle gel keyfim gel yerleşebildiğim ve nasıl böyle tıkır tıkır işleri yürütebildiğini aklım almaz bir türlü; benim tanıdığım bir çok yazarlar bana hiç değilse insan olarak rahat ve huzur içinde gözükür, Winder de öyle sözgelişi. Üç kişi olursa, benim için hattâ çok daha iyi; ben hiç önemli değilim, ben bir kenara çekilebilir, öyleyken korktuğum yalnızlıktan kurtulurum. Sonra sevdiğim bir kimse olan ve kendisi de bana karşı iyi duygular besleyen Oskar da bir destek olurdu bana. Hem tekrar yeni bir dünya parçası görmüş, sekiz yıl sonra ilk defa yeniden Almanya’ya ayak basmış olurdum. Üstelik ucuz ve sağlığa yararlı bir şey. Gerçi burada Ottla’nın yanında da fena değil durumum, hele eski odama yeniden kavuştuğum şu sırada; ama tam da ayın sonuna doğru ve gelecek ay içerisinde eniştenin ailesinden ziyaretçiler geliyor, yer yine biraz daralacak, dolayısıyla buradan ayrılırsam iyi olur, nasıl olsa geri dönmem mümkün; çünkü Ottla eylülün sonuna kadar burada kalıyor. Yani kafa ya da yürek bakımından olsun bir boşluk yok ortada, benim için mutlaka salık verilmesi gereken bir seyahat. Ayrıca dün de pek sevimli, ayrıntılı bir mektup geldi Oskar’dan, günlüğü 150 M balkonlu, şezlonglu, yemeği güzel, bahçe manzaralı güzel sessiz bir oda bulmuşlar, iş sadece benim kabul etmeme kalıyor, doğrusu istenirse önceden kabul etmiş durumdayım, çünkü buna benzer bir oda bulunursa, yüzde yüz geleceğimi söylemiştim.
YAŞIYABİLİRDİM, AMA YAŞAMIYORUM!
Ama bak şimdi ne oluyor: Önce tamamen genel olarak söyleyeyim, seyahatten korkuyorum. Son günlerde Oskar’dan mektup gelmesinin beni sevindirdiğini görünce içime doğmuştu zaten. Ama seyahatin kendisinden korktuğum yok; gerçi buraya kadar sadece iki saat bir şeydi, oraya ise on iki saatlik yol var ama, nihayet buraya da geldim ya; yolculuktan sıkıldım sa da, başka da bir şey olmadı. Hani sözgelişi en son Myslbeck’le ilgili olarak okumuştuk ya, İtalya’ya gitmek istemiş de daha Beneschau’dan gerisin geri dönmek zorunda kalmış, öyle bir seyahat korkusu değil. Georgental’dan duyulan bir korku değil bu; eğer her şeye rağmen gidecek olursam, muhakkak ki o saat daha gittiğim akşam alışmış olacağım Georgental’a. Hani akıl her şeyi ince ince hesaplar da — ki çokluk imkânı olmaz bunun —, karar ancak ondan sonra kendini göstermek ister, böyle bir irade zayıflığı da değil. Benimkisinde bir sınır durum söz konusu, akıl gerçekten hesap edebilmekte ve boyuna benim bu yolculuğu yapmam gerektiği sonucuna varmakta. Daha çok değişiklikten korkmadır bu, imkânlarımı aşan bir eylemde bulunarak Tanrıların dikkatini kendi üzerime çekme korkusu. Bugün uykusuz gecede her şeyi yeniden, sızlayıp duran şakaklarım arasından geçirdiğimde, yeteri kadar sessiz sakin bu son zamanda nerdeyse aklımdan çıkan bir şey tekrar, dank etti kafama: Ne kadar güçsüz ya da hiç varolmayan bir zemin üzerinde yaşıyordum; bir karanlık üzerinde, bu karanlıktan da o karanlık güç istediği gibi ortaya çıkıyor, benim kekelemelerime aldırmadan hayatımı mahvediyordu. Yazmak ayakta tutuyor beni, ama işte böylesi bir hayatı ayakta tutuyor demek daha doğru olmaz mı? Yazmasaydım daha iyi yaşardım, demek istemiyorum tabiî bununla; tersine, o vakit hayatım daha da kötü ve büsbütün çekilmez olur, sonu cinnetle biterdi; ama tabiî ancak bir şey yazmamam, ama yazar olarak kalmam şartıyla, ki gerçekten de böyle durum. Eh, yazmayan bir yazar da şüphesiz cinneti dâvet eden bir acayip yaratıktır. Ama şu yazar olmanın kendisi nasıl bir şeydir acaba? Yazmak tatlı, harikulâde bir armağan, ama ne için? Gece, okul öğrencilerinin o somut derslerindeki açık seçiklikle anladım ki, şeytana hizmete karşılık alınan bir armağan. Karanlık güçlerin bu yanlarına iniş, yaradılıştan bağlı ruhların bu zincirlerinden kurtarılması, netameli kucaklaşmalar ve yukarıda, güneş ışığında hikâye yazarken bilinmedik neler olup biterse aşağıda, bunlar için. Belki bir başka türlü yazış daha vardır, benim bildiğim sadece bu; geceleyin korkum beni uyutmadığında, bundan başkasını düşünemiyorum. Bundaki şeytansallık da apaçık ortada. Kendini beğenmişlik ve haz duygusu habire kendi kendinin ya da başka birinin çevresinde uçuşur — hareket derken çoğalır, kendini beğenmişlikten bir güneş sistemi olup çıkar — ve onun zevkini çıkarır. Hani saf bir kimse arasıra «Ölmek, benim için nasıl yas tuttuklarını gör- inek isterdim,» diye bir istek duyar ya içinde, işte bu isteği böyle bir yazar sürekli olarak gerçekleştirir; ölür (ya da yaşamaz) ve sürekli, kendi kendisinin yasını tutar. İşte bu yüzden de müthiş bir ölüm korkusu çıkar ortaya, bunun ölüm korkusu olarak kendini açığa vurması gerekmez ille, değişiklik korkusu, Georgental korkusu olarak da gösterebilir kendini. Ölümden korkunun nedenleri başlıca şu iki gruba ayrılabilir. Birincisi böyle bir yazar müthiş korkar ölmekten, çünkü daha yaşamamıştır. Yaşamak için çoluk çocuk, çift çubuk gibi şeyler gereklidir demek istemiyorum. Yaşamak için gerekli olan, öz-zevklenmesini boşlamaktır; hayranlıkla seyretmeyi, çelenklerle donatmayı bırakıp da evin içerisine taşınmaktık. Buna karşılık denebilir ki bir alınyazısıdır bu, kimsenin elinde bir şey değildir. Peki, niçin nedamet getiriliyor o zaman, niçin sonu gelmiyor bir türlü nedametin? Kendi kendini daha güzel, daha leziz kılmak için? O da var. Ama ne diye böylesi gecelerde son söz, bütün bunlara rağmen şöyledir hep: Yaşıyabilirdim, ama yaşamıyorum. İkinci başlıca nedene gelince — hani belki de hepsi bir tek neden yalnız, şu anda iki neden birbirinden pek ayrı değil gibi görünüyor — o da şu düşünce: Oyun diye oynadığım şey, gerçekten olacak. Yazıp çizmekle diyetini verip kurtaramam kendimi. Ömrüm boyunca oyunsu ölüp durdum, şimdi ise gerçekten öleceğim. Hayatım başkanlarınkinden daha tatlıydı, ölümüm ise o kadar daha müthiş olacak. İçimdeki yazar tabiî hemen ölecek, çünkü böyle bir yaratığın temeli yok, bir dayanıklığı yok, tozdan bile değil; işte ancak çılgınca bir dünyevî hayat içerisinde biraz mümkün varlığı, sadece zevklenme tutkusunun bir icadı. Yazar böyle; kendime gelince, ben de yaşamaya devam edemem, yaşamadım ki, balçık .olarak kaldım hep, kıvılcımdan ateş yapamadım, tersine onu sadece cesedimin donanımında kullandım. Apayrı bir cenaze töreni olacak; yazar, yani varolmayan şey; eski cesedi, oldum bittim cesedi toprağa verecek. Bu olayı düpedüz bir kendini unutuş halinde — uyanıklık değil, kendini unutuş yazarlığın ilk şartı — bütün duyularla tadını çıkaracak ya da —ki bu da aynı şey — hikâye etmek isteyecek kadar yazarım, ama artık imkânsız. Ama ne diye gerçek ölümden söz açıyorum boyuna. Hayatta da aynı şey değil mi? Burada, yazarın o rahat kuruluşuyla oturuyorum, güzel olan her şeye kollarım açık ve ister istemez ellerim böğrümde seyrediyorum — çünkü yazmaktan başka ne yapabilirim — benim gerçek ben’imin, bu zavallı, güçsüz nesnenin (yazarın varlığı ruhun aleyhinde bir delil, çünkü ruh anlaşılan gerçek ben’i terketmiş, ama işte sadece yazar olmuş, daha yüksek bir aşamaya varamamış olsa gerek; ben’den ayrılışı, ruhu bu kadar zayıflatabilmeli miydi?) rasgele bir vesile, sözgelişi Georgental’a ufak bir seyahat dolayısıyla, şeytan tarafından nasıl kıskaçlanıp sopadan geçirildiğini ve âdeta ezilip suyunun çıkarıldığını seyretmek gerekiyor. Evi olmayan ben ne diye ansızın ev çöküyor diye korkuya düşüyorum; çökmeden önce olup bitenleri biliyor muyum ki? Evi bütün o kötü güçlere bırakıp yollara düşmedim mi?
Dün Oskar’a bir mektup yazdım, korkumdan söz açtım ama, gideceğimi de bildirdim; mektup henüz postalanmadı, geceydi yazılıp bittiğinde. Bir gece daha beklerim belki göndermeden; baktım olmuyor, çaresiz gidemiyeceğimi yazmalıyım. O zaman da işte kesinlikle anlaşılmış olacak ki, bir daha Bohemya’dan dışarı adımımı atamıyacağım; önce Prag, sonra da odam, sonra yatağım, sonra belli bir vücut durumuyla sınırlamam gerekecek kendimi, daha sonra da sınırlama falan kalmayacak. Belki de ondan sonra yazma mutluluğundan gönül rızasıyla — iş gönül rızası ve sevinmede — vazgeçebileceğim.
Bütün bu anlattıklarım yazarlık açısından — ben değil, anlatı konusu bunu istiyor — şunu da eklemeliyim ki, seyahat korkumda, hiç değilse birkaç gün yazı masamdan uzak bırakılacağım düşüncesi de hattâ bir rol oynuyor. Ve bu gülünç düşünce de hani gerçekte haklı tek düşünce; çünkü yazarın varlığı gerçekten yazı masasına bağlıdır, yazar cinnetten yakasını kurtarmak istiyorsa, doğrusu asla uzak kalamaz yazı masasından, dişi tırnağıyla ona tutunması gerekir. Yazarın, böyle bir yazarın tanımı ve bu yazarın etkisinin, aslında böyle bir etki varsa tabiî, açıklanması şöyle: Yazar insanlığın günahlarını yüklenen bir kurbandır, insanlara bir günahın suçsuz, âdeta suçsuz, tadım çıkarabilme imkânını verir. Dün değil daha önceki gün, tesadüfen istasyonda idim (eniştem gidecekti, ama sonra gitmedi) tesadüfen Viyana ekspresi biraz alıkonuldu burada, Prag’a gidecek ekspresi beklemesi gerekiyordu, tesadüfen senin hanım da istasyondaydı, hoş bir sürpriz, birkaç dakika konuştuk, bana senin novelin bittiğinden bahsetti.
Georgental’a gidersem, on gün içinde Prag’dayım; o vakit mutluluk içinde kanepene uzanırım, sen de bana yazdıklarını okursun. Ama gitmezsem — Oskar’a telgrafla gelemiyeceğimi bildirdim, başka türlü yapamadım, başka türlü üstesinden gelinecek gibi değildi. Ona yazdığım daha dünkü ilk mektup hiç de yabancı görünmedi bana, hep F.’ye yazdığım mektuplardandı.
Franz Kafka
Planâ, Damga: 5.VII.1922