Kadınların çok engelli yaratıcılık koşusu – Perihan Mağden

Biz kadınların ruhsal ve duygusal gelgitleri yüzünden habire iğdiş edilen yaratıcılıklarının sorumlusu kim? Bizi kelebeğin kanat çırpmasından etkilenmeye, gözümüzün önünde sergiledikleri kendi modelleriyle teşvik eden toplum, yani anneciklerimiz mi? Genlerimiz mi?

Psikolojide, 6-11 yaş arasındaki döneme (Latency Period) gizillik dönemi deniyor. Erikson’un dönemlerinin dördüncüsü. Ödipal meselelerinizi halledip ya da halledemeyip geride bırakıyor; bu döneme girip bir nebze olsun dinleniyorsunuz. Dinleniyorsunuz ki, buluğ çağı tabir edilen, kişisel tarihçenizin en belalı dönemine girmeden önce toparlanasınız. Elzem “Beş Sene Mektep Tatili.”

Bu şahane dönemin, biyolojik olgunlaşmamanın doğal sonucu bir dönem mi, yoksa cinsel davranışın baskı altında tutulduğu baskıcı kültürlere özgü bir dönem mi olduğu, tartışma konusu. Ne kadar tartışılırsa tartışılsın, buluğ çağında hiçbir baraj, set, kapı, baca, kilit dinlemeyen cinselliğin, bu dönemde bizleri rahat bıraktığı muhakkak. Bu dönemin en önemli özelliği yeteneklenme dönemi olması.

Mesela ben, ilkokulda çalıştığım kadar ders, bir daha çalışmadım. O parlak dönemimde matematikten bile acayip anlıyor, zevkle havuz problemlerini çözüyor, en nihayet satrançta babamı yeniyordum. Kendimi kitap okumaya, dünya meselelerine, gönül işlerine kaptırıp beynimin matematiksel yarısının dumura uğrayacağı ve zaman zaman “Allahım beynimin diğer yarısını nerde düşürdüm!” diye hayıflanacağım günlerden, fersah fersah uzaktım. Resimli Bilgi, Cumhuriyet Ansiklopedisi gibi ansiklopedileri zevkle okuyor, ilim irfan yüklemelerine doymuyordum. Konsantrasyonumu ise daha önce bir yazımda “Çanakkale geçilmez” diye tasvir eylemiştim. Yani havuz problemlerimin başındaysam, yer yerinden oynasa aldırmıyor; konsantrasyonumdan taviz vermeksizin yalnız ve yalnızca başında bulunduğum “işimle” ilgileniyordum.

Heyhat! Bahtiyar ve erkeksi bir dönemmiş. Sonraki günlerimde, bu muhteşem günlerimin tatlı hatırasıyla idare etmekten başka, ne kaldı elimde? Şimdi konsantrasyon gücüm unumu eleyip eleğimi asmamla birlikte delice artmakla birlikte her an yırtılıp lime lime olmaya temayüllü bir bez parçasını hatırlatıyor. Tüm emperyalist güçlerin topa tutsa yıkamayacağı bir direniş kalkanından ziyade. (Teşbih hastalığına tutulmuş üslubumu da, takdirlerinize teslim ediyorum.)

Sadede gelmemi haykırmanız icap etmeden, girişimi yapıyorum: Biz kadınların ruhsal ve duygusal gelgitleri yüzünden habire iğdiş edilen yaratıcılıklarının sorumlusu kim? Bizi kelebeğin kanat çırpmasından etkilenmeye, gözümüzün önünde sergiledikleri kendi modelleriyle teşvik eden toplum, yani anneciklerimiz mi? Genlerimiz mi? (Her boka bu kadar aldırış edip yavrularımızı, erkeklerimizi düşündürte düşündürte nesillerin devamı meselesi mi yani?) Kendimiz mi? Böyle olmak, habire aşk meşk aile yavru düşünmek, bizim zayıflığımızın, disiplinsizliğimizin eseri midir yani? Erkekler “Düşünce Disiplinini Kuvvetlendirme Merkezi” adını taşıyan gizli salonlarda, yalnızca yaptıkları işi düşünmeye mi eğitiyorlar acaba kendilerini? Kas güçlendirir gibi, benmerkezci yanlarını mı güçlendiriyorlar?

Tabii ki, güçlendiriyorlar bu özelliklerini. Bu özellik zaten onlara fazlasıyla ihsan edilmiş. Ama diyelim erkek anneleri, oğulcuklarından yalnızca kendilerini düşünmelerini, gerisini boşvermelerini isterken, kızlarından habire onları, babalarını, küçük kardeşlerini, kurdu kuşu, mahallenin namusunu düşünmelerini, talep etmezler mi? Yani hem potansiyel var ‘erk’ sahibi kişilerde, hem de hayat boyu idmanları bu yönde.

Colette Avare Kadında, kadınların her şeye takılıp, dünyevi meselelerle uğraşmaktan yazamamaları meselesini ne güzel anlatır. Oysa hayatı boyunca hiç evlenmeyip aşk mektuplarıyla gönül işlerini yürüten, günde 16 saat yazmaya muktedir Balzac, bir kadının gözyaşlarıyla, ancak kitaplarında kullanacağı bilgiyi toplayıncaya kadar uğraşıyordur. Asla ve asla kendini kaptırmıyordun. Kadınların en canhıraş, en acıklı sorunu bu: kendini kaptırmak.

Elimizi, kolumuzu tekerin altına kaptırmış gibi bizi kazalara uğratan; yaralı, sakat bırakan hain özelliğimiz. Kendimizi aşka meşke yani erkeklere haddinden fazla kaptırmıyor muyuz? Haddinden fazla, zira erkekler için böyle bir sakatlık asla sözkonusu değil. Gözlerinizin içine kara sevdalanmış âşık olarak, sizin nerdeyse yüz misliniz yoğunlukta bakan adam, on dakika sonra arkadaşlarıyla ocakbaşı sohbetine, futbol maçına, ya da yazdığı yazıya yüzde bin beş yüz konsantre olmaya muktedirdir. Sizse o bakışların ateşiyle bir hafta kadar leylalanmış vaziyette ortalıkta dolanın durun bakalım. Şöyle de diyebilirsiniz: “Kim takar yaratıcılığı be! Aşkı bu kadar hain yoğunlukta yaşamanın güzelliğini, iki kıçı kırık eser için ancak pinti erkekler takas eder.” Bu bir tercih, bir duruştur ve aşk hastalığı çekerek, değil bir, birkaç ömür fındık fıstık gibi harcanabilir. Ama beni hasetten çatlatan, erkeklerin aşk yaşamak konusunda mangalda hiçbir kadına kül bırakmayıp, sonra da hayata dair her türlü projelerini harikulade bir tik takmamayla yürütüyor olmaları. Yani bu mühendis ruhların: “Ne şiş yansın ne kebap”, “Ne yardan geçerim ne serden” mevzuundaki basanları, beni kıskançlıktan kudurtuyor.

Böyle bir kendilerini olayın vahametine kaptırmayıp yaşadıkları an diliminden, diğer dilimlere sıçramaktaki üstün başarı halleri, benim “Bu modeli anlayalım da uygulayalım” vari naçizane mühendislik hezeyanlarına kapılmama neden oluyor. Zira bence doğrusu bu: Onların yaptığı. Ayrıca:

  1. Tango iki kişiyle yapılır.
  2. Biz duygu deryalarında can çekişirken onların iş kotarmaları, sıkı bir adaletsizlik bu! duygusu yaratıyor bende.

Kazıklanmışım, kandırılmışım hislerinden yakamı kurtaramamama neden oluyor.

Adamlarda bölmelerin arasındaki betonarme duvarlar yüksek mi yüksek. Bir bölüm sular altında kalsa dahi (diyelim aşkın ıstırab durumlarında), yandaki kompartımanda proje bürosunun ışıkları sabaha kadar açık. Yani acıklı bölmeden sağlıklı bölmeye anında geçebiliyor erkekler.

Kadınlarda bu duvarlar mı mevcut değil; çok mu az harç konulmuş, sular mı fazla geliyor, bölme duvarları mı çok alçak? Kadınlar âşıksalar tüm hayatları o aşkın pençelerinde kıvranmaya başlıyor. Hayat, güç bela “idame” ettiriliyor gerçi. Ama tüm konsantrasyon, tüm beyin dalgalan bir mevzua yöneltilmiş vaziyette. Kadınlann bu haline ben, tek kanallı radyo da diyorum.

Bir kadın yaratmaya and içmişse, üstüne üstlük bir de zırıl zırıl yetenekliyse, onu bu hayatlardaki sınavların en zorlusu bekliyor.

Londra’da bir apartman dairesinde şiddetli aşkının mahsulü iki küçük çocuğuyla bir başına tıkılı kalan Sylvia Plath, bu meselenin en acıklı, ağır ve harikulade örneğidir. Kocası yeni sevgilisiyledir, Sylvia Plath çocuklarla. İçi darmadağın, kalbi paramparçadır. Amerika’dan gelip çocukları alıp götürmeyi öneren annesine “Çok sarsıntı geçirdiler; şu an hayatlarındaki tek güvence benim” der. “Bu işin içinden tek başıma çıkmalıyım.” Kadınlar çocukluysalar, bir de devasız bir aşkla bağlı oldukları çocuklarını düşünürler günde 24 saat. Hiçbir erkeğin maruz kalmadığı ağır bir durum.

Oysa Plath işin içinden çıkamaz. Londra’da yaşayan koca Ted Hughes parmaklarını kıpırdatmaz çocuklar için. Erkeklerin adeti olduğu üzre, yalnızca para gönderir. Plath yaratıcılığından vazgeçseydi: “Yazdırmıyor işte bana hayat.” “Çocuk mocuk, muhallebi, grip geçireyim bari hayatımı”, deseydi, o korkunç günleri aşabilirdi muhtemelen. Ama kimi günler beş-altı şiir yazarak, hem ruhunu kâğıtlara akıtmak, hem annelik, hem o buz gibi şehirde “ev” işleri, “dünya” işleri; mumu iki yanından ateşe vermek işte.

Plath dayanamadı. Kim dayanabilirdi ki? Kim taşıyabilirdi?

Kırık bir kalp onu orta yerinden ikiye ayırmışken. En zayıf, en acı, en acıklı haliyle. Kadınların yaratması çok daha zor. Çok daha. Çok daha.

Best of Perihan Mağden

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz