Sartre en güzel sözünü ahlakî ve manevî alanda söylüyor: “Dine, geleneklere, soyut kavramlara ve antlaşmalara dayanan ahlakı kabul etmiyorum; insanın kutsal olarak seçtiği her kutsal, bana göre ahlakın temelidir.“
Ancak burada, bizim sorumluluk dediğimiz şeye insanın sorumluluğunu güzelleştiren ve ona sonsuzluk veren bir aydınlatıcı unsur, ışık göndermektedir. O da şudur: “Hangi şey ahlakîdir?” Eğer Tanrı’nın rızası ya da gazabı bizim ahlakımızı belirlemiyorsa, eğer mutlak hayra ve şerre inanmıyorsak ki ahlakımızı bu temele dayandırıyoruz aynı şekilde insanî vicdanı temel alan ahlakı reddediyorsak, ahlakı başka hangi temeller üzerine bina edeceğiz?
Burada Sartre tekrar devreye giriyor: “Ben yalnızca bir duyguya karşı saygı gösteririm. Bu duygu ile paralelliği olan “pratiği” insan vesilesiyle bu hedefe yönelik olarak kullanılan seçmeyi, ahlakî bir pratik olarak algılarım.” Hangi duygu? Yolunu seçerken, düşünürken insanda var olan karar verme ve uygulamaya koyma duygusu. Ölçü şudur: Eğer bu durumda, faydalı ya da zararlı, yaptığımız işin bir yaygınlığı sözkonusu ise, herkesin bu işi böyle yaptığını, bizim bireysel olarak gösterdiğimiz pratiğin genel bir yasaya dayandığını düşünüyorsak, yaptığımız bu iş mutlak iyi ve ahlakî demektir. Ancak kalbimizden bu işi yalnızca bizim böyle yaptığımızı, başka hiçbir kimsenin böyle bir yöneliminin olmadığını geçiriyorsak ve başkalarının bu işi yapmasına ve bu işin genel bir yasasının olmasına gönlümüz razı olmuyorsa bu iş mutlak kötü ve ahlak dışı demektir.
Kişi bir işi yapacağı zaman sadece ve sadece kendisinin alın yazısına bağlı olduğu açık olan bir iş olsa da (örneğin insan yemek yemek istiyor, yemek yapmak istiyor, evlenmek istiyor, ev yapmak istiyor. Bunların, kişinin kendisiyle ilgili şeyler olduğu ve toplumla genel anlamda bir ilişkisinin olmadığı açıktır) yaptığı işi ve kendisini sorgulamak ve bu konuda bir yargıda bulunmak durumundadır. Acaba gönlü bu işin genel geçer bir özelliğinin olmasını ve bütün insanların bu işi aynı yasa gereğince yapmasını istiyor mu, istemiyor mu? Başkasının anlamasına ve yapmasına gönlü razı olmadığı bir işi yalnızca kendisi yapan bir kişinin bu tavrına dense dense açık gözlülük denir!
Bu şekilde toplumda bireysel bir iş gördüğü duygusuna kapılan hiçbir kimse olmayacaktır. Aksine herkes kişisel de olsa bir iş gördüğünde bunun genel bir model olması gerektiğine inanacaktır. Sonuç olarak herkes yaşamının bütün evrelerinde “birey” değildir; tersine toplumdan sorumlu olan biridir.
Peki hangi toplumun sorumlusu? Bütün insanlığın. Çünkü, güzel bir iş yaptığında, gönlü bütün insanların da bu güzel işi yapmalarını arzulamaktadır. Görüldüğü gibi herkes hayatında kişisel yaşamı da olsa yaptığı işi, seçtiği metodu, günlük planlarını, duygularım toplumdan ve insandan soyutlayarak kuruyor değildir. Aksine insan sürekli olarak yaşamda tüm diğer insanlar için örnek geliştirici, metot ve yasa koyucudur. Herkes diğer insanların imamı ve uyduğu kimsedir.
Ruhsal sarsıntı bu bağlamda her insanın ruhunda coşmaktadır. O asla kendi alın yazısının sorumlusu değildir. (Ruhsal sarsıntı ve ızdırabı onun yalnızca kendi alın yazısından sorumlu olduğu duygusundan kaynaklanan bir şey değildir), insan gündelik işlerinde hatta kişisel eylemlerinde kendisinin, bütün insanların alın yazılarından sorumlu olduğunu duyumsamaktadır. Burada her insanda var olan büyük bir tümel insani ruhun varlığına şahit oluyoruz. Her insan, en özel ve en önemli ruh halinde ve kişisel eyleminde bile insanlığın alın yazısının sorumluluğunu üzerine almaktadır.
İnsanlığın alınyazısını omuzlarında taşıyan, yaptığı her işin başkası için bir örnek olduğuna ve herkesin buna uyduğuna inanan kimse genel anlamda attığı her adımda bu işin en iyi olup olmadığı endişesini taşıyacaktır.
Kaynak: İnsan