AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ: ÖNDEYİŞ
İlk provalarını Friedrich Pollock’a adadığımız kitap üzerinde çalışmaya başladığımız zaman onu Pollock’un ellinci doğum gününe kadar bitirip yayımlayacağımızı umuyorduk. Ancak konuya girdikçe sorunlarla gücümüz arasındaki oransızlığı açıkça farkettik. Aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamaktan fazlası değildi. Mevcut bilince çok güvendiğimiz için betimlemenin güçlüklerini azımsadık. Modern bilimsel çalışmalarda büyük buluşların, kuramsal yapıda artan bir yozlaşmaya mal olduğunu yıllarca önce de görmüştük. Biz yine de, yazılarımızı özellikle uzmanlık alanına giren öğretilerin eleştirisi ya da sürdürülmesiyle sınırlayarak, bilimsel çalışmaları izleyebileceğimizi sanmıştık. Yazılarımız hiç olmazsa konu yönünden geleneksel disiplinleri, sosyolojiyi, psikolojiyi ve bilgi kuramını izlemeliydi.
Ne ki, burada bir araya getirdiğimiz fragmanlar bu inancımızdan vazgeçmek zorunda kaldığımızı kanıtlamaktadır. Bilimsel geleneğin özenle gözetilişi ve denetlenişi, pozitivist sadeleştiricilerce yararsız bir yük diye özellikle unutulmaya bırakıldığı noktada bilginin momentlerinden birini oluşturuyorsa, o zaman günümüz burjuva uygarlığının çöküş sürecinde yalnız bilimsel çalışmalardan değil, üstelik bilimin anlamından da kuşku duyulması doğaldır. Taş kafalı faşistlerin ikiyüzlülükle göklere çıkardığı ve her kılığa girme yeteneğindeki insanlık uzmanlarının safdilce gerçekleştirdiği şey, yani Aydınlanmanın hiç durmadan kendi kendini tahrip edişi, düşünmeyi, çağın zihniyetinin alışkanlıklan ve eğilimleri karşısında iyi niyetliliğin son kalıntılarını da yasaklamaya zorlamaktadır. İnsanlık kaçınılmaz olarak düşüncelerin birer meta ve dilin de onların övgüsü olduğu bir konuma geldiyse, o zaman böyle bir yozlaşmanın nedenini anlamak için girişilen deneme geçerli dilsel ve düşünsel taleplerin ardına takılmayı reddetmelidir, hem de bu taleplerin tarihsel sonuçları denemeyi tamamen boşa çıkarmadan önce.
Söz konusu yalnızca bilimin dalgınlıkla alet edilişinden doğan engeller olsaydı, o zaman düşünme, toplumsal soranlar konusunda en azından resmi bilime muhalefet eden akımlarla bağlantı kurabilirdi. Ama bu da toplam üretim sürecinin mülkiyetine girmiştir. Bu akımların uğradıkları değişiklikler ait oldukları ideolojilerdeki değişmelerden hiç de az değildir. Muzaffer düşüncelerin bugüne kadar karşı karşıya kaldıkları şeyler şimdi onların başından geçmektedir. Bu deneme kendi isteğiyle eleştirel bir öğe olmaktan çıkıp sırf bir araç olarak mevcudun hizmetine girerse, beğenip seçtiği olumluyu istemeyerek bir olumsuza, bir yıkıcı-olana dönüştürür. Onsekizinci yüzyılda kitaplarla insanların yakılmasına karşı durarak alçaklığa ölüm korkusu aşılayan felsefe daha Bonapaıt: döneminde saf değiştirmişti. Sonuçta Comte’un apologetik (sakıncalı) ekolü uzlaşmaz Ansiklopedicilerden boşalan yeri gaspetmiş ve elini, bir zamanlar bu eli geri çevirenlerin hepsine uzatmıştır. Eleştiriden olumlamaya dönen başkalaşmalar kuramsal içerik üzerinde de etkisini göstermekte, bu içeriğin hakikati silinip kaybolmaktadır. Motorize edilmiş tarih bugün hiç kuşkusuz bu tür düşüncel gelişmelerin hâlâ önünde gitmektedir. Başka kaygılar taşıyan resmi sözcüler, kendilerine birer mevki sağlamış olan kuramı henüz tam anlamıyla yozlaşmadan önce ortadan kaldırıyorlar.
Düşünme, işlediği suçları ölçüp biçerken yalnız bilimsel ve gündelik değil, üstelik karşıt kavram dilinin onaylayıcı kullanılışından da yoksun bırakıldığını anlamaktadır. Egemen düşünme doğrultusunun onayını almaya uğraşmayan bir ifadeye rastlamak artık mümkün değil ve beylik, klişe dilin kendi başına yerine getiremediği şeyler, toplumsal mekanizmalar tarafından titizlikle telafi edilmektedir. Aşın masraflardan duydukları endişe yüzünden sinema fabrikalarının kendi istekleriyle bakıp besledikleri sansürcüler, çalışma yaşamının her alanında karşılaşılan resmi mercilere benzemektedir. Bir edebiyat metninin, yaratıcısının kendi öngörüsüyle olmasa dahi, yayınevinin içinde ve dışında redaktörün, yayıncının, düzelticinin, ghost writer’in (bir başkası adına kitap vb. kaleme alan yazar —ç) kalemiyle bağımlı kılındığı süreç titizlik bakımından sansürün her çeşidini hâlâ gölgede bırakmaktadır. Bunların işlevlerini tamamen gereksiz hale getirmek, tüm hayırsever reformlara karşın, eğitim sisteminin tutkuyla ulaşmaya çalıştığı bir hedef gibi görünüyor. Olguların saptanmasına ve olasılıkların hesaplanmasına kesin bir sınır konmaması durumunda idrak eden aklın şarlatanlıklara ve boşinançlara fazlasıyla duyarlı kalacağı kanısı, şarlatanlıkların ve boşinançların aşırı derecede rağbet görmesine yol açan verimsiz bir zemin hazırlamaktadır. İçki yasağı nasıl ki o günden bu yana çok daha zehirli ürünlerin yaygınlaşmasına ortam yarattıysa, kuramsal imgelemin engellenişi de politik hezeyanlara yol açtı: İnsanlar her ne kadar bu hezeyanlara henüz kapılmadılarsa da, dıştaki ve kendi kendilerince telkin ettikleri sansür mekanizmaları nedeniyle direnme araçlarından yoksun bırakıldılar.
Çalışmalarımızda karşılaştığımız çıkmaz (aporie) böylece araştırmaya kalktığımız ilk konu olarak beliriyordu: Aydınlanmanın kendi kendini tahrip edişi. Toplumda özgürlükle aydınlatan düşünme’nin birbirinden ayrılamayacağını biliyoruz ve bizim petitio principii’miz (kanıtlanması gereken önermeyi kanıtlamak için kullanma yanlışlığı —ç) de buradan kaynaklanıyor. Ne var ki, bu düşünme kavramının, somut tarihsel biçimlerden, iç içe geçtiği toplumsal kurumlardan daha az olmamak üzere, bugün her yerde meydana gelen gerilemenin nüvesini kendinde barındırdığını açık seçik görmüş olduğumuza inanıyoruz. Aydınlanma bu gerileme momenti üzerinde düşünüp taşınmazsa o zaman kendi kaderini tayin eder. İlerlemenin yıkıcı öğelerini tartıp biçmeyi düşmanına bıraktığında gözü kapalı pragmatikleştirilmiş düşünme muhafaza edici karakterini ve bu nedenle hakikatle olan ilişkisini kaybeder. Teknolojik yönden eğitilmiş kitlelerin akıl sır ermez şekilde her çeşit despotluğun çekiciliğine kapılma eğilimi göstermesinde, ırkçı paranoyaya kendini tahrip edercesine ilgi duymasında ve kavranılmayan tüm anlamsızlıklarda bugünkü kuramsal anlayışın zayıflığı gün ışığına çıkmaktadır. Aydınlanmadan mitolojiye gerileyişin nedenini, özellikle gerileme amacıyla icat edilmiş milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerden çok, hakikat karşısında donup kalmış Aydınlanmanın kendisinde aramak gerektiğini göstererek bu fragmanlarda böyle bir anlayışa katkıda bulunacağımızı sanıyoruz. Her iki kavram da yalnız aklın tarihi açısından değil, reel açıdan anlaşılmalıdır. Nasıl ki Aydınlanma burjuva toplumunun gerçek hareketini bütün olarak, bu harekete ilişkin kişilerde ve kurulularda cisimleşmiş düşünce açısından ifade ediyorsa, o zaman hakikat salt rasyonel bilinç demek değildir, üstelik onun gerçeklikte aldığı biçim anlamına da gelmektedir. Modern uygarlığın yasal çocuğunun, daha farkına varma sırasında bilim, ticaret ve politikada egemen göreneklerce klişe halinde hazırlanmış olgulardan ayrılıp, uzaklaşma korkusu, toplumsal sapmalar karşısında duyulan korkuyla doğrudan özdeştir. Aynı görenekler bugün dilde ve düşünme’de sanatın, edebiyatın ve felsefenin yetinmesi gerektiği açıklık kavramım da tanımlıyor. Bu kavram, olguları ve egemen düşünme biçimlerini olumsuz değerlendiren düşünme’yi kuşkulu bir muğlaklık diye, ülkeye yabancı diye tabulaştırarak aklı gitgide daha koyu bir karanlığa itmektedir. Bu öylesine korkunç bir durum ki, beylik, klişe bir dilde yenilik öneren en namuslu reformcular bile duruma uydurulmuş kategoriler aygıtım ve ardındaki değersiz felsefeyi benimseyerek yıkmak istedikleri mevcudun sultasına güç katmaktadırlar. Bu sahte açıklık şimdi mitin bir başka ifadesi olmaktadır. Mit her zaman hem karanlık hem de aydınlatıcıydı. Her defasında kavramın işleviyle içli dışlı olarak ve kendini ondan bağışık tutarak kimliğini kanıtlamıştır.
İnsanın doğal çöküşünü bugün toplumsal ilerlemeden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları yaratırken öte yandan teknik aygıta ve bunu elinde tutan sosyal gruplara halkın geri kalan kısmı üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlıyor. Ekonomik güçler karşısında birey tamamen hükümsüz bırakılıyor ve bu güçler toplumun doğa üzerindeki egemenliğini akla hayale gelmez bir düzeye çıkarıyor. Birey kullandığı aygıtın önünde görünmez hale gelirken geçimi yine bu aygıt tarafından çok daha iyi bir şekilde sağlanıyor. Kendilerine dağıtılan metaların niceliğiyle birlikte kitlenin acizliği ve güdülme olasılığı adil olmayan bir şekilde artıyor. Alt katmanların yaşam düzeyinin maddi yönden büyük ölçüde, sosyal yöndense hayal kırıklığı yaratacak şekilde yükseltilişi, aklın ikiyüzlülüğe yakışan yaygınlaşmasında yansıyor. Aklın gerçek isteği şeyleşmenin yadsınmasıdır. Akıl, kültür metası haline getirildiği ve tüketim amacıyla insanlara teslim edildiği noktada çözülüp dağılmak zorundadır. Açık ve tam bir enformasyon seli ile şatafatlı, düzenli eğlenceler insanları bir yandan akıllandırırken öte yandan aptallaştırıyor.
Söz konusu, Huxley, Jaspers, Ortega y Gasset ve diğer uygarlık eleştirmenlerinin düşündükleri gibi değer olarak kültür değil, insanların tamamen ihanete uğramamaları gerekiyorsa, Aydınlanmanın aklını başına toplamasıdır; geçmişi korumak değil, geçmişte beslenen umutların gerçekleştirilmesidir. Ne ki, geçmiş bugün geçmişin tahrip edilişi olarak devam ediyor. Ondokuzuncu yüzyıla kadar bir ayrıcalık olan, eğitim görmemişlerin artan sefaletiyle ödenen saygıdeğer eğitim, yirminci yüzyılda hijyenik fabrika tarafından tüm kültürel öğelerin devasa bir potada eritilmesiyle satın alındı. Ekonomik kazanımların karşıtlarına dönüşmesinde satışa çıkarılan kültürün hiçbir katkısı olmadığını öne süren kimi kültür savunucularının sandığı gibi belki de bu o kadar yüksek bir bedel değildi.
Refah metaları mevcut ilişkilerde birer sefalet öğesi haline gelmektedir. Bu metaların niceliği geçmiş dönemde, toplumsal öznenin bulunmayışı yüzünden iç ekonomi bunalımında aşırı üretim olarak bir etki yarattıysa, bugün de iktidar gruplarının toplumsal özne olarak başa geçmeleri yüzünden uluslararası faşizm tehlikesini doğuruyor: İlerleme birdenbire gerilemeye dönüşmektedir. Hijy’enik fabrikaların ve bunlarla ilgili her şeyin, Volkswagen’in ve spor sarayının* metafiziği ahmakça ortadan kaldırması pek büyük bir önem taşımazdı, ama bunların toplumsal bütünde metafizik haline gelmesi, arkasında reel felaket ve belaların yığıldığı ideolojik bir perdey’e dönüşmesi hiç de önemsiz değil. İşte bu durum fragmanlarımızın çıkış noktasını oluşturuyor.
Bir sonrakinin kuramsal temeli olan ilk makale rasyonellikle toplumsal gerçekliğin ve bundan ayrılmayan doğa ile doğa üzerindeki egemenliğin iç içe geçişini açıklamaya çalışıyor. Bu arada Aydınlanmaya yönelik eleştiri de, içine karıştığı gözü kapalı egemenlik entrikasından Aydınlanmayı kurtaracak olumlu bir kavramı yine Aydınlanmadan çıkarak hazırlayacak.
İlk makale eleştirel bölümünde kaba çizgilerle iki sav içeriyor: Mit zaten Aydınlanmadır, ve: Aydınlanma mitolojiye geri dönmektedir. Her iki arasözde bu savlar özgül konular üzerinde geliştirilmiştir. Birincisi, burjuva-batı uygarlığının dikkate değer ilk belgelerinden birini oluşturan Odysseia’da mitle Aydınlanmanın diyalektiğini izliyor. Araştırmanın odak noktasında,mitsel doğa ile Aydınlatılmış doğa üzerindeki egemenliğin ayrımını ve neredeyse birliğini açıkça gösteren kurban ve feragat kavranılan yer almaktadır. İkinci arasöz, Aydınlanmanın hatır gönül tanımaz tamamlayıcıları Kant, Sade ve Nietzsche’yi konu alıyor ve tüm doğal şeylerin körükörüne nesnel-olanla doğal-olanın egemenliğinde otokratik özneye bağımlı kılmışının özellikle nasıl zirveye ulaştığını gösteriyor. Bu yönteme burjuva düşününün tüm karşıtlıklarını, özellikle de ahlaksa! hoşgörüsüzlük ve mutlak ahlaksızlık arasındaki karşıtlığı kaldırıyor.
“Kültür Sanayii” bölümü, Aydınlanmanın asıl ifadesini sinema ve radyoda bulan ideolojik gerileyişini sergiliyor. Aydınlanma burada özellikle yapım ve yayın tekniği ile bunların etkisinin hesaplanmasından ileri geliyor; ideoloji, kendine özgü içeriği gereği, tekniği kullanan güçlerin ve varoluşların putlaştırılmasıyla tükenip gidiyor. Bu çelişkiyi incelerken kültür sanayii, kendisince istenenden çok daha ciddi bir biçimde ele alındı. Ama kendi ticari karakterine olan güçlü eğilimi, yumuşatılmış gerçeğe duyduğu inanç, yalan karşısında çoktan beri sorumluluktan kaçmasına yarayan bir bağışlatıcı neden haline geldiği için, çözümlememiz de nesnel olarak bu sanayinin ürünlerine içkin, bir estetik yapı ve bu yapıyla biçimlendirilmiş bir gerçek olma savını izlemekte ve bu savın geçersizliği üzerinde toplumun düzensizliğini göstermektedir. Kültür sanayii ile ilgili bölüm, diğer bölümlere karşılık, daha çok fragmanlar halinde kaleme alınmıştır.
“Anti-Semitizmin Öğeleri” bölümünde yer alan sav biçimi tartışmalar aydınlatılmış uygarlığın aslında barbarlığa dönüşünü söz konusu ediyor. Sırf düşüncel değil, pratik olarak da
kendi kendini yok etme eğilimi başlangıçtan bu yana rasyonelliğe aittir, yoksa yalnız bu eğilimin yalın şekilde öne çıktığı evreye değil. Bu anlamda anti-semitizmin ilktarihini felsefi açıdan yazmaya çalıştık. Anti-semitizmin “akıldışıcılığı”, egemen aklın özünden ve bu aklın yansımasına uyan dünyadan türetilmektedir. “Öğeler” doğrudan doğruya Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün, Felix Weil tarafından kurulan ve hayatta kalması sağlanan vakfın ampirik araştırmalarına bağlıdır; bu vakıf olmasaydı yalnız bizim araştırmalarımızı değil, üstelik Alman göçmenlerinin Hitler’e karşın hâlâ süren kuramsal çalışmalarından büyük bir bölümünü de gerçekleştirmek mümkün olmayacaktı. İlk üç savı, Frankfurt’taki başlangıç yıllarından bu yana bilimsel birçok sorun üzerinde ortak çalışmalar yaptığımız Leo Löwenthal ile birlikte yazdık.
Son bölümde, kısmen önceki makalelerde belirtilmiş düşüncelere ait olan, ama orada kendine yer bulamayan görüşler, kısmen de gelecekteki çalışmalara ilişkin sorunlar şimdilik ana hatlarıyla betimleniyor. Bunların büyük bir bölümü diyalektik bir antropolojiye dayanıyor.
Los Angeles, California, Mayıs 1944
Aydınlanmanın Diyalektiği / Felsefi Fragmanlar
Max Horkheimer – Theodor W. Adorno
* Goebbels’in, hazır bulunanlarca da onaylanan, topyekün savaş propagandası yaptığı yer, çn.