Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir. [Aristoteles]
Aslında hukuk felsefesinin konusu gibi görünse de gerçekte insanlık tarihinin ve onun güncel yaşamının vazgeçilmez kavramlarından biri ve belki de en değerlisidir adalet. Bu saptamadan yola çıkarak bu yazının kaçınılmaz olarak felsefi bir -derinlik değil ama- içerik taşıyacağını baştan belirtmeliyim.
Platon’a göre, her insanın kendine özgü bir yapısı vardır ve bu yapısına göre, belirli erdemleri barındırmaktadır. İnsan, yapısında bulunan erdemlerine göre yaşamı boyunca kimi işlevleri yerine getirir. Tüm erdemleri kendinde toplayan adalet, tüm erdemlerin uyum içinde olduğunu anlatmaktadır. Adaletli insan da, tüm erdemleri ruhunda ahenk içinde barındırmaktadır. Adalete de her insan erişemez; yalnız ruhunda tüm erdemleri taşıyan insan erişebilir. O halde adalete erişebilecek yetiye sahip olan insan yöneten, adaleti yapan, adaleti sağlayan olmalıdır. Bunun aksi ise, adaleti ruhunda barındırmayan, tüm erdemlere uyum içinde sahip olmayan insan, yöneten, adaleti yapan, adaleti sağlayan olursa, bozulmuş toplum ortaya çıkacaktır. Platon’a göre bu toplumda, adalet yerine adaletsizlik meydana gelecektir. Platon’un dikkat çektiği yer de burasıdır. Adaleti yapısında barındırmayan, adaletinin bilgisine erişemez ve bu tip insanın yönetici olduğu toplum bozulmuştur.
Özetle, Platon, toplumsal bozulmanın önüne geçmek için adaleti ruhunda barındıran insanın yönetici olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
İnsanın her koşulda ileri sürdüğü, sürebildiği biricik savunma tezidir adalet. Ülkemizde adalet isteminin hemen her dönemde bireysel bir istem olmaktan çok toplumun ağırlıklı bir çoğunluğunun istemi olarak görüldüğünü, günümüze gelindiğinde ise, giderek yükselen toplumsal bir çığlığa dönüştüğünü gözlemliyoruz. Adalet isteminin bu yaygınlık ve düzeyde ortaya konulması aslında adaletin yokluğuna işaret eder. Bu nedenle hukuksal tezlerin önemli bir bölümünün gerçekten veya göstermelik olarak “adaletin yokluğundan” üretildiğini söylemek mümkün. İnsanın adalete yüklediği değer onun gerçekte olmamasına veya nadiren olmasına karşılık gelir. Zira çok olan bir şey bu kadar arzulanamaz, değerli kılınamaz. Hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, eşitlik, özgürlük, güvenlik, vicdan ve diğer üstün hukuk kural ve kavramları hemen hemen hepimizde olumlu ve saygın duygular uyandırır. Hukuksal kural ve kavramlara yüklenen olumlu anlamlandırmanın arkasında genellikle hukukla bağdaştırılan adalete duyulan saygı, sevgi, özlem ve inanç vardır. Adalete yüklediğimiz üstün anlam ve saygınlık hukuka duyulan umudu ve güveni inanılır kılarak hukuk kuralına iyilikle özdeş bir nitelik, daha ileriye giderek meşruiyet zemini hazırlar. Adaletsizlik karşısında duyulan adalet istenci, hayatın ve toplumsalın sınır tanımaz karmaşıklığı içinde, ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz, sezgilerimizle ulaşmaya çalıştığımız güçlü bir isteğe yol açar.
Yargılama ya da eski deyimiyle muhakeme, aslında toplumsal yaşamın yapısal bir özelliği olan çatışmaların hiç değilse simgesel olarak uygulamaya konulduğu resmi bir tartışma ortamından ibarettir. Bu tartışma ortamında karşıt çıkarları taşıyan tezler dramatik bir kurgu içinde sunulur. Taraflar açısından tam bir dramatik gerilime dönüşen bu süreç yargıcın nihai kararı ile son bulur. Davacı, davalı, katılan, sanık, mağdur gibi temel karakterlerin; tanık, bilirkişi gibi kişilerin yan karakter olarak rol aldığı yargı dramasında, başrol, karar verici konumundaki yargıçtadır.
Yargıç kamusal işlevi dışında, elbet bir yurttaş olarak siyasal düşüncesine ve dünya görüşüne uygun olarak mevcut sistemi onaylayabileceği gibi ona karşıt/muhalif de olabilir. Yargıcın hukuku gerçekleştirmek ve adaleti sağlamak dışında başka bir görevi yoktur. Hangi niyet ve amaçla 18 olursa olsun yargıç kendisini siyasal düşüncesi/dünya görüşü/dinsel inancı vs. gibi bireysel yönlerinden soyutlayarak, yalnızca hukukun gerçekleşmesine çalışmalıdır. Bunu yaparken vicdanının sesini dinlemeli ve kendisine başkaca özel bir görev/rol/misyon yüklememeli, yüklenmesine yönelik dış etkenlere de en sert biçimde karşı koyabilmelidir. Aksine bir uygulamanın kabul edilemeyeceği, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği açısından ne denli tehlikeli olduğu açıktır.
Yazık ki, ülkemiz açısından durumun belirttiğimiz gibi olmadığını, deneyimlerimize dayanarak söyleyebiliriz. Yargıcın kendisine devletin kamusal gücü ile özel (misyon) yüklenmesi veya yargıcın algısı konusunda, ülkemiz bağlamında, yapılan şu saptamalar dikkat çekicidir:
“Türkiye’de yargının bağımsızlığı kadar belki de ondan daha önemli olan yargının devletten bağımsızlığı bir başka deyişle yansızlığı sorunu bulunmaktadır. Türkiye’de yargı, asker ve sivil bürokratlar gibi kendisine siyaset üzerinde vesayetçi bir rol biçmiştir ve yargı kendini devletin sahipleri arasında görmektedir. Devletin çıkarlarıyla bireyin çıkarları birbiriyle çeliştiğinde mahkemeler hemen her zaman devlete öncelik vermektedir. Türkiye’de yargıçlar halk adına yetki kullanan bağımsız otoriteler olarak davranmamakta, tam tersine kendilerini yerleşik kurumsal yapı içinde devletin ve bu devletin ideolojisinin bekçileri olarak görmektedirler.” (Mehmet Turhan, Anayasa’nın Hak Temelli Yorumu ve Anayasa Yargısı, Mehmet Turhan/Nur Uluşahin, Anayasa Hukukuna Liberal Bakışlar, Ankara 2009
Devletin örgütsel yapısı içinde yeralan yargı da bütçeden pay almaktadır. Ancak, yargısal faaliyetin devletin politik gücünden pay alıyor olması, o faaliyetin/işlevin başrolundeki yargıcı sözgelimi adalet bakanı gibi politik bir özne kılmaz. Her ne kadar yargı, kuvvetler ayrılığı çerçevesinde devlet örgütü içinde bir unsur olarak yeralmış olsa da, bu tarafsız ve bağımsız konumuyla, yargının, siyasal alanı belirleyen pozitif bir güç/kurum olduğunu göstermez. Öte yandan, sadece kendisine başvurulduğunda harekete geçebilen bir güç (organ) olan yargının, politik alanı gerektiği gibi takip edebilen işlevsel bir kurum olduğu söylenemez.
Ülkenin siyasal koşullarının olumsuzluğu gerekçesiyle yargıcın kamusal politikaları etkileyici bir tutum içine girmesi için de aynı şey söylenmelidir. Unutmamak gerekir ki, siyasal yanlılık/yan tutma yargıçtan beklenen adaletin gerçekleşmesi bir yana hukuka olan güveni tümden ortadan kaldırır. Yani, yargıç, kendi kişisel kimliği ile mesleki kimliği arasına mesafe koymalı ve bu uzaklığı koruyabilmelidir. Yargıç yansızlığı ve bağımsızlığını koruyamacak durumda ise yapacağı en onurlu ve erdemli davranış davadan çekilmektir. Max Weber’in değişiyle; yan tutmak, savaşmak, tutkuya kapılmak -yargıcın değil- siyaset adamının özellikleridir.
Siyasi davalar o ülkenin siyasal konjoktründeki önemli dönemeçlerde gündeme gelen tartışmalı davalardır. Bu tür davalarda mahkemelerin kararlarını hukuk değil siyasal tutumların belirlediği ve bunun maddi gerçekle çeliştiği bilinen bir durumdur. Esasen bu tür davaların sonucunda ne yargınanlar ne de yargılayanlar adaletin gerçekleşmeyeceğini bilirler. Çünkü bu davalarda güçü eline geçiren ve o gücün siyasal amaçlarına hizmet eden hukuk ve yargılama kuralları geçerlidir.
Yargıcın işlevi, anayasa tarafından kendisine tanınan yetkiye dayanarak, önündeki uyuşmazlığı hukuk kurallarına göre çözüme/karara bağlamaktır. Yargıç, tarafların sav ve savunmalarını kanıtlamalarına yönelik hukuksal olanakları silahların eşitliği ilkesi çerçevesinde taraflara sağlamak durumundadır. Burada yargıcın somut olayın koşullarını göz önünde tutarak hukuka ve hakkaniyete göre karar vermesi öngörülmüştür. Roma hukukunda Aequatis sözcüğü ile karşılanan hakkaniyet, kısaca “somut olay adaleti” olarak tanımlanmaktadır. Hakkaniyete göre karar vermek ise hukukun adalet düşüncesine göre gerçekleştirilmesini ifade eder.
Adalet “Bir toplumda değerlerin, ilkelerin ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumudur. Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak insanın davranışını ahlaki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce…” biçiminde karşımıza çıkar.
Sokrates, genel olarak adaleti bireysel bir erdem olarak ele almaktadır. Doğruluk, iyilik, ahlak ve adaletin yasalara uymakla sağlanabileceğini, ayrıca bilgi ve düşüncenin hem ahlakın hem de adaletin temeli olduğunu söyleyen Sokrates, adaleti iyi olanı kötü olandan ayırma bilgisi olarak tanımlar. O’na göre bu bilgi hukuk duygusu şeklinde, insanların vicdanlarında vardır. İşte insanların vicdanlarında tanrısal bir ses gibi var olan adalet, insanlara neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirir. Kişiye düşen adaletli olmak için bu sesi dinlemektir.
Ülkemizde adalet isteminin çığlığa dönüştüğü aşamada, tam da buna, herkesin, özellikle yargıçların sadece kendi vicdanlardaki sesi değil, toplumsal vicdanın sesini de dinlemeye her zamandan daha çok gereksinimi vardır. Aristonun dediği gibi, yargıca gitmek adalete gitmekle eşanlamlı ise, yargıcın temel görevi de ne yapalım mevzuat böyle anlayışıyla hukuku uygulamaktan ibaret biçimsel bir eyelemden öte hukuku toplum vicdanında gerçekleştirmektir.
Av. Baki Okan
1. Hasan SANLI, Platon’un Adalet Tasarımı, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arşivi, İstanbul Barosu Yayınları, 24. Kitap, Sf.192 vd.
2. Mehmet Akif TUTUMLU, Hukukun Gerçekleşmesinde Yargıcın Rolü, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arşivi, İstanbul Barosu Yayınları, 25. Kitap, Sf.13 vd.
3. Mehmet Turhan, Anayasa’nın Hak Temelli Yorumu ve Anayasa Yargısı, Mehmet Turhan/Nur Uluşahin, Anayasa Hukukuna Liberal Bakışlar, Ankara 2009
4. Ronald Dworkin, Siyasî Yargıçlar ve Hukuk Devleti, Çev. Kerem Altıparmak
5. Yıldız Karagöz, Liberal Öğretide Adalet, Hak Ve Özgürlük, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2002 Cilt :26 No:267-295