Hayatımızın tabloları kaba mozaiklerle yapılan resimlere benzer, ki yakından bakıldığında hiçbir etkisi yoktur, güzelliklerinin anlaşılabilmesi için belli bir bakış mesafesi gereklidir. Dolayısıyla arzu ettiğimiz bir şeyi ele geçirmek için onun değersiz ve doyurucu olmaktan uzak olduğunun anlaşılması gerekir; her zaman daha iyi şeylerin beklentisiyle yaşıyorsak eğer, aynı zamanda çoğu kez geçmişte kalan şeyler için pişmanlık ve özlem de duyarız.
Diğer taraftan içinde bulunduğumuz anı sadece gelip geçici, ömürsüz bir şey olarak görür ve ona sadece hedefimize ulaştıracak bir araç nazarıyla bakarız. Dolayısıyla çoğu insan, hayatının sonuna gelip de geriye dönüp baktığında bütün ömrü boyunca yaşadığını görecek ve dikkat etmeksizin ya da tadını çıkarmaksızın bakıp geçtiği bir şeyin hayatın ta kendisi olduğunu – bir başka söyleyişle, yaşamayı beklediği (ya da beklentisi içinde yaşadığı) şeyin bizzat kendisi olduğunu görüp şaşıracaktır. Dolayısıyla insan hakkında genel olarak, umutla şaşkına dönmüş vaziyette ölümün kollarında dans ettiği söylenebilir.
Keza ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur. İrade kendi başına ele alındığında dünyaların efendisidir de onun için; her şey ona ait olduğu için, hiçbir şeyin bir bölümüyle yetinmez, sonsuz da olsa tamamıdır onun istediği. Bu arada bu dünyanın efendisinin bir insan kılığına büründüğünde payına ne kadar küçük bir şey düştüğünü düşünecek olursak bu durum ister istemez acıma duygumuzu uyandıracaktır; genellikle sadece bedeni ayakta tutmaya yetecek kadar olanı. İnsan işte bunun için bu kadar mutsuzdur.
***
Entelektüel bakımdan iktidarsız ve her türlü biçimiyle kötü ve aşağılık olana saygısıyla dikkati çeken içinde yaşadığımız çağda – hadiseler o şekilde cereyan eder ki uydurma sözcük hali hazırda şimdi ile her bakımdan uyum içindedir ve kakofonik olduğu kadar sahtedir de, sanki emsalsiz imiş, daha önceki bütün Şimdiler sırf onun ortaya çıkması için var olmuş gibi – böyle bir dönemde hatta panteistler (tümtanrıcılar), hayat, onların ifade ettikleri biçimiyle, Selbstzweck, “kendinde amaçtır” deme cüretinde bile bulunurlar. Eğer bizim bu dünyadaki hayatımız bir kendinde-amaç (dünyanın nihai amacı) olsaydı, bu zamana kadar belirlenmiş en anlamsız, en saçma amaç olurdu bu; hatta biz ya da başka herhangi biri onu tasavvur edebilmiş olsaydı bile. Hayat kendisini öncelikle bir vazife hayat kazanmanın bir ödevi olarak sunar. Eğer bu yerine getirilirse, kazanılmış olan bir yüke dönüşür ve ikinci vazifeyi, can sıkıntısını uzaklaştırmak için bir şeyler yapma ödevini içerir, ki tıpkı bir av kuşu gibi her nerede güvenli hale getirilmiş (ihtiyaçlardan yakasını kurtarmış) bir hayat görse bu baş belası hemen başına çökmeye hazırdır onun. Dolayısıyla ilk vazife (halledilmesi gereken ilk mesele) bir şey kazanmak, ikincisi bir şey kazanıldıktan sonra onu unutmaktır, aksi halde bir yük haline gelir. Eğer insanlığı şöyle kuşbakışı gözlemeye çalışırsak, her yerde hayat ve varoluş için ardı arkası kesilmeyen bir savaşı ve güçlü bir mücadeleyi; bu savaşta zihinsel ve bedensel güçlerden azami derecede istifade edildiğini, bir an olsun bile aman vermeyen her türden tehditkar tehlikelerle ve belalarla karşılaşıldığını görürüz. Ve eğer bütün bunlar için, varoluş ve hayatın kendisi için ödenen bedeli (elde edilen ödülü, yani varoluş ve hayatın kendisini) düşünecek olursak, acıdan uzak hayat fasılalarına, haddizatında can sıkıntısının hemen ardından takip ettiği ve sırasında taze istek ve arzularla (dolayısıyla acı ve ıstırapla) çok çabuk yok ediliveren kısa anlara tanık olunacaktır. İhtiyaç ve yoksunlukların hemen arkasında can sıkıntısıyla karşılaşılacaktır; can sıkıntısı daha zeki hayvanların bile başının belasıdır. Çünkü kendi başına hayatın gerçek ve hakiki bir değeri yoktur, fakat ihtiyaçlar ve yanılsamalar aracılığıyla sadece devinim halinde tutulur. İhtiyaçlar ve yanılsamalar kaybolur kaybolmaz hayatın mutlak yavanlığının ve boşluğunun farkına varıveririz. İnsan hayatı bir tür hata olmalı. Bu insanın tatmini güç ihtiyaçlardan mürekkep bir varlık olmasından yeteri kadar açık biçimde görülür; ayrıca bu ihtiyaçlar eğer tatmin edilirlerse, elde edeceği şeyin tümü bir acısızlık durumudur, ki eriştiğinde yapabileceği tek şey kendisini can sıkıntısının kollarına terk etmektir. Bu kendi başına hayatın bir değeri olmadığının en kesin delilidir, çünkü can sıkıntısı hayatın boşluğu hissinden başka bir şey değildir. Sözgelimi hayat, varlığımızın özünü oluştuIan şeyi arzulama, eğer kendi başına müspet ve gerçek bir değere sahip olmuş olsaydı, can sıkıntısı dediğimiz şey var olamazdı; kendi başına hayat bize yeter, bizi tatmin eder ve başka bir şey istemezdik, ama böyle olmuyor. Hayatımız bir şeyin peşinde koşuyor olmadıkça neşeli bir şey olmuyor; alınacak mesafe ve üstesinden gelinecek manalar o zaman bizi tatmin edecek bir şey olarak hedefimizi temsil ediyor – ki erişildiğinde kayboluveren bir kuruntu, bir yanılsamadan başka bir değildir; ya da safi zihinsel bir ilgiyle kendimizi meşgul edip de, gerçekte tıpkı bir tiyatrodaki seyirciler gibi onu dışarıdan gözlemleyebilecek kadar dünyadan el etek çekmedikçe hayattan zevk duymuyoruz. Hatta bizatihi du yumsal-bedensel zevk bile sürekli bir mücadeleden başka bir şey değildir, ki hedefi ele geçirildiğinde derhal azalıp kayboluverir. Bu iki durumdan birine kendimizi kaptırmadığımız, yani bir şey için mücadele halinde veya zihni bir meşguliyet içerisinde olmayıp da hayatın kendisinin üzerine kapaklandığımız zaman, hemen hayatın boşluğu ve değersizliği hissine kapılıveririz; ki biz buna can sıkıntısı diyoruz. Bayağı ve bildik olanın dışındaki şeye bu doğuştan gelen ve ortadan kaldırılamayan özlem (insan tabiatının bu tabii temayülü), olayların bu doğal ve böylesine bıktırıcı, bezdirici akışını fasılaya uğratmanın bizi ne kadar mutlu ettiğini gözler önüne serer. Hatta göz kamaştırıcı şatolarında zenginlerin tantanası ve şatafatı bile, aslında hayatın özünden, mutsuzluk ve sefaletten kurtulmanın beyhude bir çabasından başka bir şey değildir. Nihayetinde değerli taşlar, inciler, kuş tüyleri, erguvan kadifeler, bir yığın şamdan, dansçılar, maskeleri takıp çıkarmalar ve bunlara benzer bir sürü şey ne ifade eder ki? Bu zamana kadar hiçbir insan içinde yaşadığı anda kelimenin tam anlamında mükemmelen mutlu hissetmemiştir kendisini; eğer hissetmiş olsaydı bu onu sarhoş ederdi.
Kendisini insan organizmasının fevkalade girift ve karmaşık mekanizması içerisinde dışa vuran yaşama iradesinin en kusursuz tezahürünün çaresiz toprağa karışıp sonunda bütün varlığını çözülmeye terk etmesi, söylediklerinde her zaman doğru ve samimi olan tabiatın, iradenin bütün çabalamalarının esasında beyhude olduğunu bildirmesinin naif tarzıdır. Eğer kendi başına herhangi bir değere, kayıt ve şartla sınırlı olmayan mutlak bir şeye sahip olmuş olsaydı, akıbeti yokluk olmazdı. Goethe’nin güzel şarkısının temelinde yatan da bu aynı hissiyattır:
“Eski kulenin yükseklerinde/Durur kahramanın soylu ruhu”
Ölümün gerekliliği öncelikle insanın gelip geçici bir fenomenden başka bir şey olmaması, bir başka söyleyişle kendinde-şey, dolayısıyla gerçek anlamda var olanın olmamasından çıkarılabilir. Eğer olsaydı böyle yok olup gitmezdi, fakat bu türden fenomenlerin temelinde yer alan kendinde şeyin kendisini ancak bunlar sayesinde gösterebilmesi onun doğasının bir sonucudur. Hayatımızın başlangıcı sonuna göre ne kadar da farklıdır! Başlangıç asılsız umutlarla, çılgınca arzularla, bedensel zevklerin sarhoşluklarıyla doludur, fakat kaçınılmaz son bütün uzuvların çözülüp dağılması ve cesetlerden yayılan fena kokulardır. Bu ikisinin birbirinden ayrıldığı noktada, mutluluğumuz ve hayat coşkumuz söz konusu olduğu kadarıyla, yokuş yerini artık inişe bırakır; çocukluğun mutlu düşselliği, gençliğin coşkunluğu, orta yaşın sıkıntıları, yaşlılığın zayıflığı ve sık sık kapıyı çalan mutsuzluğu, son hastalığımızın ıstırapları ve nihayet ölümle boğuşma bütün bunlar insana hayatın, sonuçlan gitgide daha da aşikar hale gelen bir hatadan başka bir şey olmadığını hissettirmez mi?
En akıllıcası hayatı bir desengano, bir yanılsama olarak görmek olacaktır; başımıza gelen her şey bunun böyle olduğunu yeteri kadar açık biçimde gösteriyor.
Hayatın Boşluğu Öğretisi Üzerine
Kaynak: Hayatın Anlamı – Arthur Schopenhauer