Bütün endişelerimiz, ihanete uğramış düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşularımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu alarak kristalize oluyor. İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık ve sessizlik terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı.
Böyle olmak zorunda mıydı, yalan söylememek, gerçeği söylemek, dürüst davranmak gerçekten bu kadar önemli mi? İnsan aklına geldiği gibi konuşmadan yaşayabilir mi? Yalan söyleyip kıvırmadan, bahane bulmadan. İnsanın kendisini biraz bırakması, boş vermesi, yalancı olması, daha iyi değil mi?
Belki de, gerçekten neysen o olman daha iyi olacaktır.
[Persona filminden]*
İNSAN ANLAYIŞLA BAŞINI EĞİYOR!
Her duygu, her hareket, her bedensel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi: Yine de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz. İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler. Okuldan döndüğüm zaman. Geceleri, arkamdan beni kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koştuğum zaman. Farö’deki o yağmurlu öğleden sonra seni tutmak için elimi uzattığım zaman. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bu başımıza gelenler nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum, sanıyorum ben kendim uluyorum.
Sinema benim için günlük olayların, yaşamların anlatıldığı bir rutin olmadı. Sinema düşlerin anlatıldığı bir sanattır. İşte burada yönetmen için bir duvar çıkar ortaya; duvarın rutin tarafında kalanlar ve duvarın düşsel olan diğer tarafında kalanlar. Kurosava, Fellini, Buñuel, Tarkovsky ve bazen de Antonioni duvarın diğer tarafında kalan insanlardı benim için. Sanatçı olarak amacım tıpkı bu insanlar gibi duvarın diğer tarafında olmaktı, fakat ben bu duvarı sadece bir kaç kez yumruklayabildim.
Amacım, içimde, benliğimde taşıdığım ruhsal durumlar, duygular, görüntüler, ritimler ve karakterler üzerine filmler yapmak. Anlatma aracım ise yazılar değil, film sahneleridir.
Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi? En sonunda kabullenip susmuşlar. Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var. Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!
En Passion filminden**
Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı; ayrıcalığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonunda da, kocaman, bir ağılda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye boğduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımızın üstüne meleyip durmuş oluyoruz.
Büyülü Fener
Afa Yayıncılık
İSA’NIN EN BÜYÜK SINAVI TANRININ SESİZLİĞİ OLMUŞTUR
İsa çarmıha gerildiğinde ve işkence içinde asılıyken, ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bağırdı. ‘Neden beni terk ettin?’ Bağırabildiği kadar yüksek sesle. Cennetteki Tanrının onu terk ettiğini zannetti. Anlattığı her şeyin yalan olduğuna inandı. Ölmesinden hemen önce İsa şüpheyle doluydu. Bu kesinlikle onun en büyük sınavı olmuştur. Tanrının sessizliği.
Nattvardsgasterna filminden***
* Persona, Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı, Bibi Andersson ve Liv Ullmann’nın başrollerde oynadığı 1966 yılı yapımı bir İsveç filmdir. Bergman bu filmi yönettiği en önemli filmler arasında kabul eder. Drama türündeki filmin 7 ödül ve 1 adaylığı bulunmaktadır.
** En passion (Anna’nın Tutkusu) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1969 İsveç filmi. Bir adada geçen film karşılıklı anlayışa dayanan bir sevgi bağı oluşturamayan bir kadınla bir erkeğin öyküsünü aktarır.
*** Nattvardsgasterna (Kış Işığı) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1963 İsveç filmi. Film, bir kasaba rahibinin, az önce konuştuğu bir balıkçının intihar etmesinin de etkisiyle inancının sarsılmasını konu edinir. Aynanın İçinden ve Sessizlik ile beraber oluşturduğu üçlemenin ikinci filmidir.