“Senin beni evde yalnız bırakıp gezmeye gittiğin bir gün kendimi çamaşır ipiyle asacağım!” dedi babam, anneme. “Hem de arka bahçedeki zerdaliye…”
“Sus,” dedi annem, “Çocuğun yanında deli gibi konuşma!”
Zerdaliyi düşündüm. Babamı taşıyabilir miydi? Hayır, olacak şey değildi. Yeni çiçeklenmişti, baharın başındaydık, aldanmış olduğu bile söyleniyordu. Her yıl acele ederdi böyle zaten. Ama babam? Kendini öyle ölü olarak… Yani nasıl düşünebilirdi zerdalinin bembeyaz çiçeklerle donanmış dalından aşağı sarkarken?
“Ben hep senin yanında kalırım, n’olur asılma,” dedim ona. Ağlamaya başladım.
“Çocuğu korkutmaya utanmıyorsun!” dedi annem, bulaşık tasından çıkardığı ellerini sinirle önlüğüne kurularken.
Manisa’da, Rumlardan kalma, tek katlı, bahçe içinde bir evde oturuyorduk. Birkaç yıldır sağ yanı hafif felçliydi babamın. Eli güçsüz, dili peltekti, yürürken baston kullanıyordu. Genç yaşında bu duruma düşmek ruh sağlığını da bozmuştu. Annemi uçan kuştan kıskanıyor hep yanında otursun istiyordu.
Birkaç ay sonra bir öğleden sonra, ikimiz yalnızken bahçedeki çamaşır ipini söktü. Ucunu düğümleyip boynuna geçirdi. Öteki ucu ardınca sürükleyip zerdaliye yürürken çocukluğumun ilk dehşet duygusunu tattım. Ayaklarına atılıp sımsıkı sarıldım, çırpınıp yalvardım ona, yapmasın diye. Vazgeçti ama bu sırada ruhumda bir çatlama oldu, büyük bir yarık açıldı, bütünlüğüm parçalandı. Güvensiz, içe kapalı, nevrotik biri olmamın temelleri atıldı. Kuşkusuz ben, bunun böyle olduğunu çok sonraları anlayabildim; hayatımdaki kırık döküğü toplamayı bir türlü bitiremediğimde.
Babam andığım bu olaydan on ay kadar sonra, ikinci bir beyin kanaması geçirerek öldü. O gün yazdığı intihar mektubunu, ölümünün üçüncü günü bir kitabın içinde buldu annem. Kitabın Stendhal’ın ‘Kırmızı Ve Siyah’ı olduğu kalmış aklımda. Ama belki de ben yakıştırdım, düşledim sonradan bu ayrıntıyı. Tam tamına otuz üç yıl sonra, bu acı anıdan yola çıkarak yazdığım bir Öykü için uydurdum bunu ve yazdığım öykü benim için öylesine gerçeklik kazandı ki asıl gerçeğin önüne geçti.
Ben dönüp dolaşıp, kendi uydurduklarına Önce kendileri inanan yalancılar gibi hissederim kendimi çok zaman. Düşlerimle gerçek yaşamımı birbirine karıştırdığım olur. Bütünüyle kurduğum, öykülerimde can verdiğim kişiler, insanlar sanki sahiden varmışlar da bir yerlerde yaşamlarını sürdürmekteymişler sanırım. Onları sever ya da kızar ama ne olursa olsun sevecenlikle düşünürüm. Rüyalarıma girdikleri de olmuştur, bir sokakta karşıma çıkı verdikleri de.
İzmir’de bir imza günüme gelen yargıç “Ben Özdemir’im,” dedi bana, geçen yıl. Kıran Resimleri’nde, Kahramanmaraş kıyımı davasına bakan bir yargıcı anlatmıştım ve adı Özdemir’di. “Gelip duruşma salonunu gördünüz değil mi?” diye sordu. “Hayır ” dedim. “Ama o kürsünün üstündeki vantilatörü, o ‘koca örümceği’ bile nasıl bildiniz?” ! “Adana Şeker Fabrikası konukevini gördünüz öyleyse?” “Yo, görmedim,” “Ama aynen o bahçeyi anlatmışsınız!” “Bütün resmî daire ve kurumların bahçeleri birbirine benzer de ondan.” “İyi ama o yalnızlık, bizim yargıç olarak davanın büyüklüğü altında ezilmemiz, bütün o karmaşık duygular, kaygılar… Yargıç arkadaşlardan biri akrabanız ya da tanıdığınızdı sanırım.” “Yok canım, hiç ilgisi yok!”
İşte, Özdemir emekli olmuş İzmir’de yaşıyor, Gülgez Ankara’da bence, Elif İsviçre’de. Sonra, Güher ölmüş olabilir, Serpil Aydınlı ne kadar yaşlandı kim bilir, Bersu evlenmiştir kendi yaşında biriyle. Ne kadar da ben’im hepsi, ne kadar da kalabalığız onlarla.
Benim çocukluğum olmadı. Gene de çocukluğum sayılacak dönemden anlatılmamış bir çok öykücük var daha. Bazıları birer cümleyle girmişlerdir herhangi bir öykümün en az kanatacak yerine. Kimilerinin ise belleğimin en karanlık, en kuytu köşelerinden dışarı çıkıp çıkamayacakları asla bilinemez. Çocukluğumu, gençliğimi, geçmişimi yazmak istiyorum oysa ölmeden önce. Korkmadan, apaçık. Kimseyi ilgilendirmiyorsa bile beni çok ilgilendiriyor artık bu geçmiş.
Ağabeyimin halamın kızına olan aşkını anlatmak istiyorum. Türksen Abla’nın korkunç uzun tırnaklarını batırarak kulağımı çekişini. Emine’yi. Güler Çakıcı’yı. Onun okuldan atıldıktan iki yıl sonra bir akşamüstü, vizon kürküyle yatakhaneye geldiği, ortadaki üst ranzaya oturarak bize yeni yaşamını anlattığı geceyi. En umutsuz yolculuklarımı. Bütün buluşmalarımı. Ne kadar az şey yazdım daha, ne kadar az şey anlattım. Başımın içinde binlerce öykü var. Sözcüklerle, gündoğumları ve akşamlarla, şarkılar dokunuşlar ve hoyratlıklarla kaydolmuş öykücükler.
Ama nereden, nasıl başlamalı? İlk ve en önemli soru budur. Benim en büyük sorunum budur. İlk cümle. Çünkü ben, bir öykünün ilk cümlelerini okurum veya bırakırım o öyküyü okumayı ya da farkında olmadan okur bitiriveririm tümünü. Su gibi akıcı, şiir gibi vurucu, ışık kadar kuşatıcı olmalı bir öykünün başı. Eğer bu kadar çok yazılacak şey var da, ben bu kadar az yazabiliyorsam bu yüzdendir. O büyülü ilk sözcükleri bulup yakıştırmanın, söze o öyküyü sürükleyip götürecek bilgelik ve ustalıkla başlamanın güçlüğündendir.
Benim çocukluğum olmadıysa da bir zamanlar çocuktum. Çocuğa benzer bir küçük kızdım. Öyle masallar anlatırdım, öyle düşler kurardım ki annem, ‘Uydurukçu’ takmıştı adımı. Sonra dağıldı evimiz. Ölümler, göçler, ayrılmalar yaşadım. Okul ve çevre değiştirmeler yüzünden hırpalanmış yalnız ve çekingen bir çocuk oldum. Düşlerim korkutucu, duyarlığım hastalıklı hale geldi. Benimle ilgilenecek, sevgi gösterip beni kucaklayacak kimse yoktu. Kitaplarla, kâğıtlarla dostluğum çok erken başladı bu yüzden. Tek şansım kaldığım evlerde bol kitap, kâğıt bulunmasıydı. Kitaplar sığınağım oldu. Okuduklarımı düş gücümle süslüyor, zenginleştiriyordum. Kitaplar benim gibi yalnız ve sevgisiz kalmış bir çocuğa içinde benim de yer aldığım dünyalar sunuyorlardı. Bugün bile okumanın büyüsü budur bana göre. Kısaca, o koşullarda kendim için kapalı devre bir dünya kurmaya çalışmış olmalıyım. Daha o yıllarda sevdiğim yazarlar, öyküler oldu. Edgar Allan Poe’nun, O’Henry’nin öykülerini okuduğumda on üç-on dört yaşlarındaydım. Ardından Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’in öyküleri geldi. Memduh Şevket Esendal’ı, Maupassant’ı, Sait Faik, Sabahattin Ali, Katherine Mansfıeld ve Çehov’u ise çok daha sonra keşfettim.
Yetmişli yılların başında radyoda bir öykü saati vardı ve ben Öyküye asıl orada okunan öyküleri dinleyerek gönül verdim. Kimin hazırladığını bilmiyorum, ama o program için çok iyi öykülerin seçilmiş olduğunu düşünüyorum şimdi bile. Bunlar arasında unutamadıklarım var çünkü. Örneğin, Juan Rulfo’nun Bize Toprak Verdiler’i, Nezihe Meric’in Menekşeli Bilinç’i, Tahsin Yücel’in, Onat Kutlar’ın en güzel öyküleri ve daha niceleri.
Kendimi bildim bileli, ola ki ruhumu yeniden bütünlemek ve her zaman çok yakınımda duran ölüme meydan okumak, yani onu büsbütün unutmak için, yazmayı denedim. Kendimi sevdiğim ama uzakta kaldığım insanlara anlatmayı sevdim. Bende birikenleri onlarla bölüşmeyi istedim ve uzun, kimi zaman çok uzun mektuplar yazdım. Günlerimi yazdım defterlere, kırılmalarımı, çocuksu, geçici heveslerimi. Böylelikle henüz çok gençken, insanın bencilliğinden daha yüksek bir bölüşme isteğine sahip olduğunu öğrendim.
İlk öykülerim geldi sonra. Birer mektuptular sanki bunlar. Benim için yıllar yılı yazıp durduğum mektuplardan farklı değillerdi çünkü. Aynı içtenlik ve rahatlıkla yazılmışlardı ve öykü olduklarından pek de emin olamayışım bundandı. Kadınlık durumuyla, kadınların sessizlik ya da başkaldırma seçim ve yeğlemeleri ile küçük hesaplaşmalardı yazdıklarım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu öykülerde kadının taşıdığı sevgi yüküyle bağımsızlığı arasındaki acıtıcı çelişkinin iyi çizilmiş olduğunu görüyorum. Ayrıca, kısa, yoğun, biçimsel açıdan sağlamdılar. O yıl, 1977’de, on iki öyküm yayımlandı dergilerde. Bu onaylanmak anlamı taşıyordu benim için.
Aradan yıllar geçti. Yazma tedirginliğinden hiçbir zaman kurtulamadım. Binlerce sayfa yazmama karşın kendimi her yeni öyküyle yazmaya ilk kez başlıyormuşum gibi şaşkın, beceriksiz hissedişim hiç geçmedi. Bana, yaz beni diye fısıldayan ya da yüreğimin üstünde ağırlıklarını duyduğum öykücükler içinden anlatılmaya değer olanı ayırmak, neyi nasıl anlatacağımı tasarlamak, kendi bakışımla, estetik boyutu da olan bir metin üretebilmek öyle sanıldığı kadar kolay değildir çünkü. Bir öykü yazmak, yazdıklarınızı ince elemek, damıtmak demektir. Öykücülük, kuyumculuktur.
Ben öykülerimi anlatırken, gördüklerimi duymaya, duyduklarımı görmeye, sezgilerimi ve düşlerimi yaşantıya dönüştürmeye çalıştım hep, acının ya da sevincin dışa vuran taşkınlığına aldanmamaya görünenin ötesindekini yakalamaya uğraştım. Bu yüzden büyük umutlarla başladığım bir öykünün içinden bir türlü çıkamadığım zamanlar oldu, ya da tersine anlatılmaya uygun bulmadığım bir başkası beklemediğim biçimde sonuca gitti. Öykü yazmak sonu bilinmeyen bir yolculuktur çoğu zaman.
Benim öyküm nerelerden beslendi? Düş kırıklıkları, iletişimsizlik, yaşama sığamama rahatsızlığından mı? Göçler, darbeler, kıranlar kıyımlardan mı? Kadınların küçük avuntularla katlanılır kılınmış gizemli iç yaşantılarından mı? Çözümsüz sevgiler, aşklar ve kopuşlardan mı? Kuşkusuz hepsinden; sonra elbet, okuduğum ve unuttuğum ya da unutamadığım bütün kitaplardan; hayatın karmakarışık bütününden. Bir öykücü bu soruyu kendi kendine yanıtlayamaz pek.
Yirmi beş yılda altmıştan fazla öykü yazdım. Her biri konu bütünlüğü içinde beş öykü kitabı oldu bunlar. Ama ben kendimi bütünleyebildim mi, ölüme gerçekten meydan okumayı başarabildim mi bilmiyorum. Belki yalnızca bir arayıştır yazmak, diye düşünüyorum şimdi, hepsi bu.
Öykülerimin bazılarını ben aradım. Kıran Resimleri için Maraş’a gittim sözgelimi. Duruşma tutanaklarını okudum. Ama çoğu kez Öyküler kendileri gelip beni buldular. Baklava aldığım dükkâna, sırtına attığı devetüyü paltosu, lacileri ve afılli bıyıklarıyla Sakar Sebati dalıverdi örneğin. O çok yüksek topukları yüzünden zor yürüyen, çocuk yüzünü onca boyanın gizleyemediği Pervin’le Sebati’nin aşk öyküleri hemen oracıkta doğuverdi böylece.
Yaşamımız iç içe geçmiş öykücüklerden oluşmuş bir bütünlük olabilir mi? Yaşam bir Öyküler dizisi mi yoksa? Bazen yaşamın o olağan dağınıklığı içinde her an, her görüntü ve ayrıntı birer öykü olarak görünür bana; sonra, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin sakladıkları… Düşlerimiz, kaygılarımız, umutsuzluklarımız… Yapımızın gereci ve hayatın dokusudur öykü. Ama çok önemli bir ayrım var burada. Bütün bunlar ancak yazılabildikleri, iyi anlatılabildikleri ve içimizde bir yerlere dokundukları zaman gerçek ve sonsuz öykülere dönüşürler.
Benim öykülerim, belleğimin giz dolu bölmelerinden seslerle, sözcüklerle, ışıklar ve kokularla dışarı çıkarlar. Çoktan unuttuğumu sandığım bir şarkıyla, bir ölümle, kuytu bir mahalle bakkalının gaz, zeytinyağı, bayat bisküvi ve akide şekeri karışımı kendine özgü kokusuyla çıkar gelirler. Tahta bir merdivende gıcırtılarla çoğalan ayak sesleriyle; bir vapur güvertesinde oturan çocuğun kocaman, çırak elleriyle; acıma ve isyanın doğurduğu öfkeyle; bir kedinin bacaklarınızı okşayan yumuşaklığıyla; bir kadının ayrılığı sindirmiş yüzüyle gelirler. Uyuşmazlıklar, unutamamalar, yürek sızıları, kararsızlıklar ve haksızlıklarla…
Biri bir çocuğun adını söyler, bir hanımeli kokusu duyulur birden, bir iç çekiş. Günışığı avlunun taş döşemesine düşer. Bir köpek havlar. Rüzgâr camınızı çalar bir dal ucuyla. Bir öykü başlar. Bilinmez, belki de çiçeklenmiş bir zerdali ağacıdır başlangıç. Sabaha karşı bir kapının vurulmasıdır. O kapının önünde ayazda kalakalmaktır. Bir yaz öğlesi üzerinden atlanmış bir duvar, annenizin gözyaşları, taşbebeğinizin yere düşüp de yüzünün parçalandığı andır. Sevgiliyle kucaklaşmadan az öncesidir.
Ama en önemlisi sizi değiştirmiş bütün öykülerdir. Çünkü bir öykü okursunuz ve birden onu okumadan önceki siz olmadığınızı anlayıverirsiniz. Has öyküler sizde, adı olmayan bir sevinç, nedeni belirsiz bir hüzün ve sanki bir şeylerin ilk kez farkına varmışsınız şaşkınlığı yaratırlar çünkü. Sizi boğazınızda bir yumru, yüreğinizde bir güceniklikle bırakıp biterler.
Başlangıç burasıdır belki. Bütün o Çehov’lar, Borges’ler, Füruzanlardan sonra içinize dolan huzursuzlukla kalakaldığınız andır.
Ötesi size kalmış artık…
1996
İnci Aral
Anlar İzler Tutkular