Doğu Berlin’de, Brecht’le, Anna Zegers’le, Arnolde Zweig’le buluştum. Batı Berlin gazeteleri, «Moskova’ya satılmışlar», «Mevki düşkünleri», «Başkasının aletleri» diye onlara saldırıyorlardı. Bu çok budalaca bir davranıştı. Çünkü, Doğu Berlin halkından kim isterse, kolayca Potsdamerplaz’a geçebilir ve batıda «özgür» diye adlandırılan dünyada kendini bulabilirdi. Üstelik «batı markı» ile insanı satın almak, «Doğu markı» ile satın almaktan çok daha kolaydı. Anna Zegers, Meksika’dan, Brecht Birleşik Amerika’dan, Zweig ise Filistin’den buraya gelmişlerdi. Ama, Doğu Berlin’de de bazı eleştiriciler kimi zaman Brecht’e, kimi zaman Zweig’a, kimi zaman da Zegers’e saldırıyorlardı.
Sanata yabancı, hatta düşman birisiyle yaptığım uzun tartışmaları hatırlıyorum: Tartıştığım adam, Zegers’in «Ölüler Genç Kalır» romanında, Hitlercilere bir sempati gösterildiğine, hatta eserin Yahudilere karşı bir havası olduğuna beni inandırmağa çalışıyordu.
Yine ona göre Zweig, bir gözüyle İsrail’e, öteki gözüyle de batıya bakan «yarı Siyonist yarı mistik» bir kişi idi. Brecht’e gelince, onlara göre Brecht, « düzeltilemeyen bir formalist», gerçeklerin realistçe gösterilmesine kargı olan ve piyeslerinde «yapmacık bir hayalcilik» bulunan inatçı bir kişi idi.
Ben, bunlara itiraz ederek, Zlweig’i kimsenin zorla Filistin’den alıp Berlin’e getirmediğini, Anna Zegers’in Yahudi düşmanı olamayacağını, çünkü kendisinin Yahudi olduğunu, Hitlercilerin annesini öldürdüklerini söyledim. Fantezi çokluğuna gelince, Berlin’de bundan söz etmemenin daha doğru olacağını, çünkü bu şehrin fantezi bakımından, Brecht’ı da, Goya’yı da Poe’yi de kat kat geçtiğini anlattım. Boşuna öfkelenmiştim. Konuşmasını bilen ama dinlemesini bilmeyen insanlar da vardır.
Brecht’i çoktandır tanıyordum. Onunla konuşmak kolay değildi: Çoğu zaman yokmuş gibi görünürdü; bu, insanı aldatan bir izlenimdi. O dinler, birçok şeylere dikkat eder, kimi zaman gülümserdi. Bununla birlikte o her zaman, Paris’de, ya da Berlin’de değil de, kendimce «Brechtistan» adını tanıdığım bir ülkede, içinde yaşadığı dünyanın atmosferi ile çevrili olarak bulunuyordu. Onun fantezisi de, felsefesi ya da şiiri gibi, bir edebiyat metodu değil, alışkısı idi. O, görülegelen bir şair değildi, düzeltilemez bir şairdi. Her zaman gocuğu andıran bir ceketle dolaşır, kravat takmazdı. Kara, sert purolar içerdi, Alçak gönüllü idi, yavaş konuşurdu. Bütün bunlara bakmadan, yine de herkes, benim gibi, onun yanında bir huzursuzluk duyardı, öyle sanıyorum ki bu, sessiz ve dalgın görünen bir adamın, aşırı derecede şiddetli bir iç yaşamından ileri gelmekte idi.
Anna Zegers’lerdeki son karşılaşmamızı hatırlıyorum. Bu, 1955 yılı sonbaharında, ölümünden birkaç ay önce olmuştu. Anna Zegers: «Yazarlar içinde, Babel’den sonra itibarını kazanan kim var?» diye sordu.. Ona eski taş basmasını anlattım: Halk masalı kahramanı Bova Koroleviç ölümü düelloya çağırmış. Brecht, metni çevirmemi rica etti ve dikkat kesildi.. Ben de, o bildik huzursuzluğu duydum.
Batı Almanya yazarlarından biri, Brecht üzerine yazdığı bir kitabında, şairin «Kurnazlık» ettiğinden, kararlarında «hesaplı» olduğundan söz etmektedir. Oysa Brecht’in kurnazlığı çocuk kurnazlığı, bütün «hesaplılığı» da bir şairin hesap yanılmaları idi.
Haziran başlarında Moskova’ya döndüm. Gezilerimden, Berlin’den söz ediyordum. Saviç: «Eh, ne dersin, sence savaş olacak mı?» diye sordu. Ona: «Asla,» diye cevap verdim. Bir kez daha kötü bir kâhin olduğumu belli ettim: İki hafta sonra, uzun bir süre dünya savaşma dönmek tehlikesini taşıyan Kore savaşı başlamıştı.