Mary Warnock belki de Britanya’daki en şöhretli felsefecidir. İkinci Dünya Savaşı sayesinde erkek meslektaşlarının gölgesinden sıyrılabilen kadın felsefeciler kuşağının bir üyesi. Oxford’da öğretim üyesi oldu, sonrasında Cambridge’daki Girton Kolejinin müdiresi oldu. Ama kendisine sorarsanız kendisini felsefe şöhreti olmaktan ziyade çalışkan bir insan olarak görüyor. Şöhreti genel okuyucuya yazdığı kitaplara ve daha da önemlisi kamusal yaşamına dayanıyor. Kamu yaşamı boyunca edindiği görevleri arasında; Independent Broadcasting Authority üyeliği, özel bakım gereken çocukların eğitimine ilişkin bir araştırmaya başkanlık yapmak, insan döllenmesi ve embriyoloji etiğine ilişkin hükümetin araştırma komitesine başkanlık yapmak vardı. 1985’te Lady ilan edildi ve böylelikle Birleşik Krallığın avam kamarasında oturma şansına erişti ki çok az felsefeci bu şansa erişebilmiştir.
Warnock ayrıca akademinin dışına çıkan çok sayıda kitaba imza attı. Intelligent Person’s Guide to Ethics adlı kitabı oldukça ilgi gördü, bunun yanı sıra bir hatırat ve kadın felsefecilerin yazılarında oluşan bir antoloji hazırladı.
Warnock hala erkek hakimiyeti altında görülen bir alanda oldukça başarılı bir kadın olarak göze çarpıyor. Ama yine de onun adını, felsefede cinsiyet eşitliği ihtiyacını en çok dile getiren insanlar arasında telaffuz ettiğinizde büyük ihtimalle olumlu yanıt veren çok az insanla karşılaşırsınız.
Kendisi karşılaştırmalardan pek hoşlanmasa da Warnock’un durumu Margaret Thatcher’ı hatırlatıyor. Thatcher kendi alanındaki en başarılı kadındı ama feministler onu kıyasıya eleştirmişti. Her iki kadına da yöneltilen eleştiri aynıydı: İkisi de başarılı olmuş ama feminizmin önemini küçümsemişlerdi. Beverley Clack, The Philosopher’ Magazine adlı dergide küçümseyici bir tonda Warnock’un ‘feministlerin kadınların konumuna ve deneyimlerine yönelik ilgisinin abartılı olduğunu’ söylediğini yazdı. Gerçi böylesi yorumlar Thatcher’a yönelik nefretten pek pay almasa da çoğu feministin bu iki kadında ihanetin izlerini görmesi pek şaşırtıcı sayılmaz.
O halde Warnock’un ilk aşamada felsefedeki kadınlar hakkında konuşmakta gönülsüz oluşunu yadırgamamak gerekir. Warnock konuya ilişkin ilgisizliğini gizlemiyor. Ne var ki onunla yaptığımız konuşmada felsefede kadınların konumuna ilişkin söyledikleri bildiklerimizin büyük bir kısmının yanlış olduğunu gösteriyor ve etraflıca incelenmeyi hak ediyor. Tartışmamız boyunca feministlerin neredeyse büyün iddialarına sırasıyla itiraz etti.
İlk önce kadın felsefecilerin görmezden gelindiği iddiasına itiraz ediyor: ‘İhmal edilmiş çok sayıda kadın felsefeci olduğuna hiç inanmıyorum. ’ Warnock, modern felsefenin on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki erken dönemlerine atıfla felsefenin daha o zamanlarda kendine özgü bir alan olduğunu ifade ediyor. ‘Felsefe o dönemler bilimlerin içine girmiş bir parazit gibiydi ve neredeyse hiçbir kadın bilimler alanında basit bir ilgiden ötesine gidemiyordu. Kadınlar bilimlerin temeline kadar gidip erkekler gibi bilimsel alanda gerçekleşen devrimleri inceleyemiyorlardı.
Bence haksız yere görmezden gelinmiş kadınların izini sürmek son derece güçtür. Bu dönemin ardından felsefe üniversitelerde profesyonel bir uğraş haline geldi ve kadınlar uzunca bir dönem erkeklerle rekabete giremedi. ’ Warnock kadınlara erkeklerin sahip olduğu fırsatların verilmediğini öne sürmüyor. Bu durumun sadece kadın felsefecilerin felsefe kanonu içindeki sayısının azlığım gösterdiğini düşünüyor. Bu anlamda bu kanonun seçiminde cinsiyet temelli bir ayrım söz konusu değildir. Kadınların yaptığı felsefe görmezden gelinmiş değildir, sadece temelleri itibarıyla zayıf kalmıştır.
Warnock bu durumun tersini gösteren prima facie kanıtların önemli olmadığım ifade ediyor. Örneğin Women Philosophers [Kadın Felsefeciler] adlı kendi hazırladığı antoloji kitabına Moore ve VVhitehead’in çağdaşı olan L. Susan Stebbing ve Susanne K. Langer adlı kadın felsefecilerin yazılarından örnekler koymuştur. Gelgelelim bu iki erkek felsefecinin yazdıkları hala üniversitelerin okuma listelerindeyken diğer iki kadın felsefeci bu listelerde yer alamamıştır. Bu, onların cinsiyetleriyle ilgili bir durum mudur?
Hiç de öyle olduğunu sanmıyorum. Belki daha sonra tekrar ortaya çıkacak ama şimdilerde artık kimsenin okumadığı yığınla erkek felsefeci var.’
Warnock, kadın felsefeciler antolojisi üzerinde çalışırken derlemeye girmeye aday bazı kadın yazarların yazılarının felsefe adını hak etmeyecek kadar dinsel doktrinlere bulaşmış olduğunu fark ediyor. Warnock’a göre kadın felsefeciler felsefelerini dinsel inanışlarından ayırt etmeyi başaramamışlardır. Bunun sebebi ne olabilir?
‘Çoğu kadın, en zeki olanları bile, yardımsever ve inançlı olma ve evi çekip çevirme gibi geleneksel rollerin içerisine kilitlenip kalmışlardır. Üstelik açıkça dinden vazgeçmek onlar adına çok sarsıcı etkilere neden olacaktı. Tabii ki bunu yapabilmiş kadınlar vardır ama bunlar son derece cesurdular. Bir bütün olarak ele alındıklarında kadınlar için dini unutabilmek çok güçtü.’
‘Kadınların daha iyi bir dünya istemiyle dini içerikli yazılar yazmaları kabul edilebilir bir şeydi. Bu, kendi düşünce ve duygularını yayımlatmak için uygun bir yoldu. Kadınlar bu erken tarihlerde farklı bir alan olarak ortaya çıkmış felsefe alanında eğitim görmedikleri için sahip oldukları felsefi görüşleri dini bir içerikle kaleme almışlardı. İşte bu yüzden bence basit bir tarihsellik meselesi var karşımızda. ’
Warnock’un feminizm kuşkuculuğu kendi kariyerini erkek merkezli bir sistemde savaşan bir kadın gibi göstermekteki isteksizliğinde de ortaya çıkar. ‘Genelleştirerek konuşamam ama Oxford’da ve az bir düzeyde de Cambridge’de olmak üzere kadınlar çok iyi şartlarda işe başladılar. Çünkü kız kolejleri yalnızca kadınları işe alıyordu ve kadın felsefecilerin zorunlu olduğu kolejler vardı. Bu yüzdende bir konuda çok iyi olmaksızın güzel akademik işleri elde edebiliyorlardı ve bu alan neredeyse onlara kalmıştı. Kız kolejlerinin erkek öğrenci kabul etmeden önce erkek akademisyenleri işe almalarının nedenlerinden biri de buydu. Bu açıdan da Oxford’da kadın olmak dezavantaj olmak şöyle dursun tam bir avantaj bile sayılabilirdi.
‘Kız kolejleri karma eğitime geçtiklerinde ki bu çoğumuzun karşı çıktığı bir şeydi ayrıcalıklı bir alan darbe yemiş oldu. Tabii ki erkek kolejlerin de eşit derecede başka alanları açtığını söyleyebilirsiniz. Fakat bu belli bir düzeye kadar yapıldı, yoksa istenilen oranlarda gerçekleşmedi. Artık eşitlikten söz edilemez. ’
Warnock ayrıca açık tartışma yapılan seminerler gibi belli akademik pratiklerin özellikle erkeklere uygun olduğu düşüncesini reddediyor.
‘Kadın felsefeciler kadar tartışmayı seven insanlar görmedim açıkçası. Üstelik kadınların seminerlerde konuşamayacak kadar ürkek canlılar olduğunu hiç sanmıyorum. Ürkek olmak bir yana çoğu zaman tüm sahneyi onlar kaplıyor. Aslında durum kadınların iddia ettiğinden farklı. Seminerlerde çeneleri daha çok düşü veriyor Erkeklerin baskın olduğuna dair hiçbir emareye rast gelmedim. ‘
‘Benim durumumu düşünün bir kez daha. Hiçbir ayrımcılıktan muzdarip olmadım. Şayet yaptıklarıma mütevazi bir değer biçilirse bu en yerinde tavır olur. Zaten hiç kimse de çalışmalarımı haksız yere sert bir şekilde eleştirmedi. Çok fazla iş çıkarmadım ve yaptıklarım öyle çok matah işler değil. Kendimi mesleğin üçüncü, dördüncü sınıf bir üyesi gibi görüyorum. Bence çoğu kadın da aynı durumda. Şu ya da bu sebepten, hiç de haksızlık sayılmaz, ama ait oldukları yer orası. ’
Warnock kadınların dezavantajlı oldukları alanların varlığını kabul etse de bu durumun kurumsal bir cinsiyetçilikten kaynaklandığım kabul etmiyor. ‘Artık akademik görevler adayların yayımladıklarının sayısı He belirleniyor çünkü akademik alan çok çetin bir yer oldu. Ne yazık ki kadınlar ev işleriyle daha meşgul oldukları için erkeklere göre daha az makale yayınlatıyorlar. Bu durumu ileride düzeltebilirler, ama tam da iş aradıkları bir dönemde yayın performansları çok parlak olmuyor. ’ Warnock buradan iş olanaklarının farklı kriterler üzerine oturtulması gerektiği ya da akademinin daha şefkatli olması gerektiği sonucuna varmıyor. Warnock’a göre kadınlar ve erkekler üzerindeki farklı talepler kariyerlerinde farklı yollan izleyecekleri anlamına geliyor.
‘Kadınlar bölünmüş yaşamlarından ötürü — her işi aynı zamanda görmek istediklerinden — daha az zaman ve daha az yoğunlaşma gerektiren alanlarda sivrilme eğilimi gösteriyorlar. Kendi hayatımdan hareketle konuştuğumun farkındayım. Felsefedeki “hafif konular ”la ilgilenerek epeyce bir konudan paçayı yırtarsınız. Böylelikle kütüphanede saatler geçirmek zorunda kalmazsınız. Üstelik bir mantık ya da matematik problemiyle saatlerce uğraşmak zorunda da değilsiniz. ’
Warnock felsefi konum ve savların özünde cinsiyet temelli olduğunu iddia eden feminist felsefecilere ateş püskürüyor. ‘Postmodernist felsefecilerde olduğu gibi feminist felsefecilerin önermeleri kanıtlanacak ya da çürütülecek türden değil. Kendi kendini çürüten ve çelişkili önermeler oldukları söylenebilir. Çünkü hem bu görüşü herkesin doğru bulduğu bir hakikat olarak öne sürüyorlar hem de herkesin kabul edeceği bir hakikat olmadığını söylüyorlar. Üstelik bir de ifade ettikleri bakış açısının belli bir bakış açısı feminist bir bakış açısıolduğUnufsöylüyorlar ki bu bana göre hiç de ilgi çekici bir önerme değil.
‘Gök yerinden düşse de ben buna inanırım. Sadece felsefeden bahsetmiyorum. Diğer tüm entelektüel alanlar için geçerli az önce söylediklerim. Erkek ve kadın yaklaşımları arasında farklılıklar bulabilirsiniz ama entelektüel etkinliğin amacı hakikati bulmaktır. Bu yüzden tek bir hakikat olduğunu yadsıyan postmodernist yolun yolcusu olmayacağım. Bu konuda çok kararlıyım. ’
O halde kadınların ve erkeklerin konuları ele alma biçimlerinde ortaya çıkan ampirik farklılıklar hakikate giden yolda esaslı engeller olmaktan ziyade küçük aksilikler olarak görülebilir mi?
Kesinlikle. Amaçladıkları şeyler aynıdır. Asu önemli olan da budur. Hem erkekler hem de kadınlar için önemli olan meseleleri doğru bir biçimde ele almaktır. Dışarıdan birisi, diyelim bir sosyolog ya da feminist olsun, farklı bir yaklaşım geliştirebilir ama sadece kadınlara ait olan bir şey ortaya koymak bana entelektüel olarak son derece zararlı görünüyor. ’
Warnock’un kendi antolojisine yazdığı önsözde felsefeye farklı bir şekilde bakan erkek ve kadınların varlığından söz etmiş ve savaş sonrası kadın felsefecilerin çoğunun uygulamalı felsefe alanında, özellikle etik alanında uzmanlaştığına dikkat çekmiştir.
Elizabeth Anscombe dışında, savaşın hemen ertesinde kadın felsefeciler tarafından yapılan çalışmaların büyük bir kısmının ahlak felsefesi alanında olduğunu görüyoruz. Ahlak felsefesi alanında çalışan kadın felsefeciler gerçekçi bir tutum sergilediler çünkü ahlaki değerlerin gerçek hayatta nasıl dile getirildiğini ve bu alanın neyle ilgili olduğunu masaya yatırdılar. Bunları söylerken aklıma özellikle Phillipa Foot geliyor. Hoyratlık üzerine birkaç makale kaleme almışlığı vardır ki çoğu erkek felsefeci bu tür konularla pek ilgilenmez.’
Burada gerçek yaşama ilişkin hiçbir şey söylememek için elinden gelen her şeyi yapan, hayattan kopuk bir etik biçiminden, kürtaj ve ötenazi gibi gerçek yaşamı ilgilendiren etik sorunlarla meşgul olan felsefecilere doğru radikal bir dönüşüm söz konusuydu. Neden kadın felsefeciler ahlak felsefesinde ortaya çıkan bu devrimci yaklaşımla birlikte anılır oldular?
Bence kadınlar bütüne bakarken erkeklere göre daha fazla sağ duyulu olabiliyorlar ve saçmalık düzeyine kadar varabilen teorik konularda bitip tükenmez tartışmalara dahil olmayı sıkıcı buluyorlar. Aslında Oxford’da bir anlamda gerçekçi sayılabilecek bir felsefe ekolü vardı. Bu ekol dünyaya bakıp neyin doğru neyin yanlış olduğunu görmenizi salık veriyordu, fakat bu ekole mensup felsefecilerin ele aldıkları örnekler sapma sapan türdendi. Savaş öncesi Oxford’da oldukça etkili bir felsefeci olan Pritchard’ı örnek verebilirim. Ahlak felsefesi üzerine yazdığı kitapları, aile arasındaki mektupların içeriğini öğrenme hakkinizin olup olmadığını, mektubu postaya vererek mi yoksa sadece öteki tarafa ulaşması koşuluyla içeriğine bakarak mı görevinizi yerine getirdiğinizi soran sorularla dolu. Phillipa Foot gibi insanlar böyle bir felsefeden fena şekilde sıkılmış ve “gerçekte ne olup bittiğine ” bakalım demişlerdi. Bence bu çıkışları son derece yerindeydi.’
Warnock kadınların bu tür bir felsefede çok iyi olduklarını seve seve kabul ediyor. Bunun sadece bir huy ve eğilim farklılığından ibaret olduğu iddiasını reddediyor.
Özel olarak kadın felsefecilerle ilgilenmeyi gerektirecek bir şeyler olabileceği iddiasına böylesine radikal bir şekilde karşı çıktığım göz önüne aldığımızda Warnock neden özellikle kadın felsefecilerle ilgili bir antoloji derlemiştir?
‘Bu antolojiyi derlemem istenmişti, ben de evet dedim çünkü paraya ihtiyacım vardı. Kitap yazmaktaki ve derlemeler hazırlamaktaki temel motivasyonum paradır. Kapsayıcı bir şey hazırlayamayacağım konusunda yayınevini uyarmıştım. Ama bu yüzden de tüm feminist felsefeyi ki bana çok sıkıcı geliyorlardı dahil etmediğim için çok suçlandım. Çok büyük bir hedefim yoktu. Üstelik işin sonuna varıncaya dek felsefedeki cinsiyetle ilişkili sorunlara kesin bir çözüm bulmanın bu denli zor olduğunu düşünmemiştim. Sadece erkeklerin iş gördüğü bir alanda yani ahlak felsefesinde vaziyet pek hoş değildi. Ama tüm mesele de bundan ibaretti, başka bir şey göremedim doğrusu.’
Sorun Warnock’un kadın felsefecileri kayda değer bulmaması değildi. Örneğin Arın Comvay parlak bir kadın felsefeciydi.
‘Arın Conway çılgın birisiydi, insanların ne düşündüğünü umursamazdı. Leibniz gibi baş döndürücü fikirleri vardı, hatta kim bilir Leibniz’in kendisini bile etkileyecek kadar. Yine de bu fikirlerin tamamıyla kendi kafasından çıktığını biliyoruz. Eşi benzeri yoktu onun. ’
Gelgelelim bütün olarak baktığımızda Warnock incelediği kadınları felsefi açıdan çok da kayda değer bulmamıştı. Kadın hakları için kampanyalar düzenleyen ve polemiklere girişen Mary Wollstonecraft’ı ele alalım isterseniz.
‘Wollstonecraft gerçekten deyeni bir yol açmıştı, ama bu ortalığı kırıp dökmek pahasına oldu. Bir hakikat teorisine sahip değildi, gördüklerini anlatmıştı bize. Bunun sonucu olarak da eğitim sorununa kendini adamıştı. Wollstonecraft ’taki birçok şeyin, erkeklerin ve kadınların eşit bir şekilde muamele görmesi niyetiyle yazıldığını gördüm. Bence bu tümüyle tarihsel bir meseledir. Öngördüğü toplum herkesin eşit şekilde eğitim gördüğü bir toplumdu. Böylelikle yeni ortaya çıkacak eğitim sistemi kadınlar için olduğu kadar erkekler için de devrimci bir nitelik taşıyacaktı. Kadınların eğitimi belli açılardan kusurluyken erkeklerin eğitimi de başka açılardan kusurluydu. Bu yüzden de sosyal eşitlik ve eğitim eşitliği öngörüsü yaptığı toplumu her iki cinsiyet için de devrimci bir sonuç doğuracaktı.’
Eğer felsefecilerin gördükleri şekliyle hakikati dile getirme görevleri varsa ve Warnock da feminist felsefenin büyük bir kısmında hiç hakikat bulmadıysa erkek felsefecileri çok fazla kayırdığı eleştirisini hak etmiş olmaz mı? En tanınan kadın felsefecimiz olarak Warnock’un feminist metinlere daha fazla yer vermesi beklenirdi. Ama dile getirdiği görüşlerinin tek gerekçesi kendi ifadesiyle kayda değer hiçbir şey bulamamış olmasıydı.
Yine de Warnock’un reddettiği görüşlerden ziyade vardığı sonuçlara odaklanmak daha doğru olacaktır. Kendisi Lordlar Kamarası’ndaki üç felsefeciden biridir. Bu üç felsefeciden ikisi kadındır. Diğer kadın üye Onora O’Neill’dir. Bu durum akademide avantajlı bir konumda olmasalar da kendi kuşağının kadın felsefecilerinin elde ettiği başarıların göstergesidir. Bu felsefeci kuşağı, kamu yaşamında daha başarılı olmuştur.
‘Onora O ’Neill felsefede benden daha başarılı olsa da ikimizde aynı kuşaktan yetişmiştik, ikimiz de bile isteye kamuda çalışmaya yöneldik. Ahlaki konuları araştıran komite ve komisyonların içerisinde yer alan bir tür resmi felsefeciler olduk. Sağlık etiği oldukça revaçta ve her ikimiz de sıramız geldiğinde “pratik felsefeciler “olarak sahneye çıkıyoruz. Onora’yı varisim olarak görüyorum. Kariyerimiz boyunca aynı yolları takip ettik; o, Newnham ’ın müdüresi oldu ben, Girton’ın. Bu yüzden de birisi bizim yaptıklarımızı elli yıl sonra araştırdığında ikiz olduğumuz sonucuna varacaktır. ’
İşte karşımızda iki kadın felsefeci…erkek meslektaşlarıyla karşılaştırdığımızda başarının ne kadar farklı yollardan geldiğinin çarpıcı birer kanıtları.
Kadın Felsefeciler: Mary Warnock
Julian Baggini & Jeremy Stangroom
Kaynakça
Ethics Since 1900, 3rd edn (Oxford: Oxford University Press, 1978)
Imagination and Time (Oxford: Everyman, 1994)
Women Philosophers, ed. (London: Duckvvorth, 1998)
An Intelligent Person s Guide to Ethics (London: Duckworth, 1998)
A Memoir: People and Places (London: Duckvvorth, 2000)