Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder.
“Diğerleri senin yeteneğini görüp korktular. Çünkü gediğin elinden alınmasaydı onların bu ticareti yürütmeleri zor olacaktı. Yaptığın kılınç onların bütün müşterilerini ellerinden alır, üstelik bunun arkası da gelir. Ama ben bambaşka bir sebepten onların kararına katılıyorum: Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcad ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?”
Sabık ustasının gönlünden koparıp ona verdiği tam yetmişüç akçeyle Yâfes Çelebi’nin, Galata’da bir süre avarice sürttüğü, meyhanelerde yatıp külhanlarda uyandığı, kalyoncularla yiyip kopuklarla içtiği, ancak bu arada nasıl olduysa kapağı açılınca çalışan, demirden bir müzik kutusunun planlarını da çizdiği rivayet-i mevsukadandır. Yeraltından çıkan madenleri bir yolunu bularak yumuşatıp, onlara gayrı tabii şekiller vererek kılınç, top, tüfenk adı altında satma hayallerinin, hayatındaki bu karanlık devirde onun zifiri külhan gecelerinin biricik süsü olduğu, ta Sultan Reşad devrine kadar kıraathanelerde söylenegelmişti. Aklı fikri, akıllara durgunluk veren tasarılarını gerçekleştirmekteydi. Ancak, bir vatansever olduğunu ve amacının da padişaha yepyeni bir tebaa kazandırmaktan öteye gitmediğini söylüyordu. Dediğine göre bu tebaa, makinelerin tâ kendisiydi.
Günün birinde, Tatavlalı divanelerle bahse tutuşmuş ve onlara, padişahın huzuruna gün gelip sol elinde bir demir külçesi ve sağ elinde de planlarını güçbela çizdiği demirden müzik kutusuyla çıkacağını anlatmıştı. Eğer kısmet olur da bu gerçekleşirse, zât-ı şahanelerine, bu nesnelerin her ikisinin de tabiatın bağrından kopartılmış birer demir parçası olduğunu, gel gör ki sol elindeki külçe insanoğlundan gelen her emre kayıtsız kalırken sağ elindekinin kendisine verilen emre uyduğunu, yani güzel bir nağme çaldığını söyleyecekti. Çünkü o bir makine, yani tabiatın esir edilmiş bir parçasıydı. Frenklerin mekanik diye adlandırdıkları hiyel ilmi de, tabiata emretmenin yegane yoluydu. Müzik kutusu haline soktuğu demir külçesine böylece şarkı söylemesini emreden hiyelci ise, elbette padişahın sadık bir bendesi olarak, gerçek bir büyücüydü. Kısacası hiyel ilmi, emirlere asla karşı gelmeyecek sadık köleleri, yani makineleri yaratma sanatıydı. Makineleri çalıştıran yedi tabiat kuvveti, hiç şüphesiz ki hiyel ilmi sayesinde insanların kudreti ve iktidarı olacaktı. Bu sözleri işiten Tatavlalı divaneler ağaçlara tüneyen kargalarla birlikte Yâfes Çelebi’ye kahkahalarla gülerlerken, içlerinden biri ona Deli Metrî adında bir feylesofun kitabını okumasını tavsiye etti. Madrabazlar da divanelerin tavsiye ettiği bu kitabı bulup onun esrannı çözmeye çalışan bu düşküne el-Cezerî’ye ait olduğunu ileri sürdükleri ve anlaşılmaz makine çizimleriyle dolu bir hiyel kitabını onbeş akçeye yutturdular. Vicdan sahipleri ise meyhanede onu, kucağında Ahmed bin Musa’ya ait bir hiyel kitabı olduğu halde sızmış durumda gördüklerinde yürekleri cız etti ve yirmibir akçeyi başlarının gözlerinin sadakası olarak kuşağına sıkıştırdılar. Ama o, bir külhanda ayılır ayılmaz bu parayı nereye sarfedeceğini gayet iyi biliyordu. Akçelerin onunu, Frenkçede “ilmi hiyel” demek olan Mekhanika adlı bir kitaba, geri kalanını ise bir okka rakı ile gerekli mezelere yatırmıştı.
İhsan Oktay Anar
Kitab-ül Hiyel
Eski zaman mucitlerinin
İnanılmaz Hayat Öyküleri