Huzuru Ademiyet Aleminde Arayan Sadık Hidayet’in Yaşamında ve Eserlerinde Ölüm Olgusu

“Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için.” [1]
“Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben bunlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp, başka bir yolu seçmem imkansız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden de gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam.[2]

“Ölümün karşısında mezhebin, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum.”[1]

Ölüm – Sadık Hidayet

Ne korkunç ve tüyler ürperten bir sözcük! Adını duymak bile ürpertiyor insanı. Dudaklardan gülümsemeyi, gönülden mutluluğu alıp, iç karartısı ve moral bozukluğu getiriyor verine. Bin turlu karmakarışık düşünceyi gözler önünden geçirtiyor.
 Yasamın ölümden ayrı olması mümkün değil. Yasam olmayınca, ölüm de olmayacak. Gökyüzündeki en büyük yıldızdan tutun da yeryüzündeki en küçük zerreye kadar her şey er ya da geç ölecek. Taslar, bitkiler, canlılar birbiri peşi sıra dünyaya geliyor ve yokluk sarayına giderek unutulmuştuk kösesinde bir avuç toz oluyorlar Yeryüzü kayıtsızca sonsuz e\ rende d.muşunu sürdürüyor. Doğa, geriye kalanların üstünde tekrar yasamı başlatıyor.  Güneş ışınlarını saçıyor, meltem esiyor, çiçekler havaya güzel kokular saçıyor, kuşlar şakıyor, bütün canlıları bir coşkudur alıyor. Gökyüzü gülüyor, yeryüzü besliyor ve olum köhne orağıyla yaşam harmanını biçiyor.

Ölüm bütün varlıklara aynı gözle bakıyor, yazgılarını birbirinin aynı yapıyor. Ne zengin tanıyor, ne yoksul. Ne alçak tanıyor ne yüksek. Kara toprakta insanı, bitkiyi ve hayvanı yan yana yatırıyor. Hunharlar ve cellatlar sadece mezarda terk ediyorlar zulmü. İşkence görmüyor suçsuz. Ne zalim var, ne mazlum büyüğü, küçüğü tatlı bir uykuya dalıyor. Bu ne huzurlu ve tatlı bir uykudur ki uyuyanlar sabahın yüzünü görmüyorlar. Yaşam kavgasını, kargaşasını ve çığlığını işitmiyorlar. Yaşamla İlgili dertler, gamlar, acılar ve zulümler için en iyi sığınak. Bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin kıvılcımları sönüyor. İnsanoğlunun
tüm savaşları, kıyımları, yırtıcılıkları, övüngenlikleri mezarın karanlık, soğuk ve dar toprağında diniyor.

Ölüm olmasaydı, herkes onun hasretini çeker, umutsuzluk çığlıkları göklere yükselir ve doğaya lanet okunurdu. Hayat geçmek bilmeseydi, ne acı, ne korkunç olurdu. Yaşamın çetin ve zorlu deneyi gençliğin aldatıcı ışıklarını söndürüp de sevgi pınarı kuruyunca, soğukluk, karanlık ve çirkinlik insanların yakasına yapışınca, odur bunlara çare bulan, odur iki büklüm olmuş beli, kırış kırış yüzü ve hasta bedeni huzur islirahatgâhına koyan.

 Ey ölüm! Sen yaşamın kederini, gamını azaltıp, onun ağır yükünü omuzlardan alırsın. Kara talihliye, avareye huzur verirsin. Umutsuzluk ve matemin ilacısın. Kurutursun gözlerdeki yaşı. Fırtınalı bir geceden sonra çocuğunu kucağına alıp okşayan ve uvutan müşfik bir anne gibisin. Sen insanları yoldan çıkaran, korkunç girdaplara düşüren acımasız ve yırtıcı yaşam değilsin. Sensin insanoğlunun alçaklığına, bayağılığına, bencilliğine, açgözlülüğüne ve hırsına gülüp geçen ve onun yakışık almaz islerinin üstüne bir perde çeken. Senin zehir gibi acı şarabını tatmayacak biri var mı? İnsan korkunçlaştırmış senin yüzünü; kaçar olmuş senden. Nurlu meleği öfkeli şeytan bellemiş. Neden korkar ki senden? Neden iftira atar sana? Sen pırıl pırıl bir ışıksın, ama karanlık sanıyor seni. Mutluluğun kutsal teleğisin, ama eşiğinde ağıt tutuyor. Matem elçisi değilsin; sen olgun yüreklerin dermanısın. Umutsuzların yüzüne umut kapısını açarsın. Hayat kervanında yorgun düşenleri konuk eder, yol yorgunluğundan kurtarırsın. Sözün kısası övgüye layıksın, ebedî hayatsın sen…[3]

Gent, 1926

“Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta,öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve o beni bir mum gibi eritti.” [1]

Sâdık Hidâyet ve ölüm Mehmet Kanar

9 Nisan 1951 tarihinde, Paris’le kaldığı otel odasında noktaladı hayatını Kap altlarını, pencereleri sımsıkı kapatıp havagazı musluğunu açarak. Sessiz ve yavaş bir olum. Bu onun ilk ve son deneyimi değildi. Birçok kez düşünmüştü intiharı. Bir keresinde de aynı kentte nehrin sularına alıvermişti kendini. Ama başarısızlıkla sonuçlanmıştı bu deneyim.
İran’ın varlıklı bir ailesine mensup olmak, yurtdışında öğrenim görmek mutlu olmasına yetmemişti Yükseköğrenimini tamamladıktan sonra ülkesine donmuş, devlet hizmetine girmiş, burada da aradığı mutluluğu bulamamıştı.
Neydi Hidâyet’i ölümüne mutsuz eden şey ya da şeyler? Hidâyet yaşamın amacını sorguluyordu kendi kendine. Çevresine baktığında insanı mutsuzluğa sürükleyecek birçok neden buluyordu. Ülkesindeki yönetim, insanları etkilemişti. İyi bir gözlemci olan Hidâyet yönetim mekanizması, insan, kültür, tarih ve çevre arasındaki ilişkileri tespit edip çözüm yolları aramaya çalıştı. Ama bu çabaları hep düş kırıklığıyla noktalandı.
Hidâvet’e göre insan her şeyi değiştirecek kadar güçlü değildir. Bu yüzden sahip olunanlara razı olunmalı ve durumu değiştirmeye kalkışmamalıdır. Kaza ve kader denilen doğaötesi güç bu çabaları yok eder ve insanları umutsuzluk girdabına atar ve nihayet intihara sürükler.

Uzun ve kısa öykülerinin çoğu, bu umutsuzluk girdabına düşüp dünyada bulamadığı huzuru sessizlikler ve yokluk aleminde aramayı arzulayan insanların intihar girişimleri ile biter. Aslında bu öykülerin tümünde -hele hele Kör Baykuş, Diri Gömülen ve Üç Damla Kan trilojisinde Hidâyet kendini anlatır. Bu öyküler, onun intihar girişimlerinin yazılı provaları gibidir adeta.

Kafka ile tanışması, dünyanın anlamsızlığı hakkındaki düşüncelerini bir bakıma kesin yargıya dönüştürmesine yol açar. “Sampinge” adlı öyküsü dünyanın ve yaşamın anlamsızlığı konusu etrafında cereyan eder ve İntiharla noktalanır. Aylak Köpek” adlı Öyküsünde aynı konunun yanı sıra inziva yaşamını da tahlil eder başarılı bir şekilde. Başıboş bir köpeğin cisminine ve zihnine giren yazar, insanların ruhlarına bakar ve onların uzlet köşesinde yok oluşlarını seyreder. Çare ıramak için maziye döner, doğaya sığınır. Ama hiçbir taraftan ümit ışığı belirmeyince ölümü beklemeye koyulur. Bazen beklenilen ölüm kolayca gelivermez. Bu özleyişi Diri Gömülen’de çarpıcı bir biçimde işler.

Hidâyetin kahramanları hiçbir varlıkla ilişki kuramazlar. Freudcu bir bakışla incelediği kimi kahramanları cinsel doyumsuzluklarını, ezilmişliklerini kendilerini ibadete verme gibi değişik alanlarda gidermeye çalışırlar. Ama bu da çare değildir.
 Aslında bu insanların yaptıkları tek iş, canlı cenazelerini o yana bu yana sürüklemektir. Daha güzel günlerin beklentisi yoktur onlarda. Bu yüzden uzaklarda, kayıp bir dünyada aramaya çalıdırlar iç huzurunu, mutluluğu.[3]

“Artık gövdesi ilgilendirmezdi beni,o gövde ki yok olmaya mahkumdur ve yerin altında kurtların,farelerin yiyeceği olacaktır!” [1]


[1]Kör Baykuş
[2]Diri Gömülen
[3]Hidayetname

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz