Herşeye Rağmen Sevgi – Lev Nikolayeviç Tolstoy | Rus Edebiyatı’ndan Bir Hikaye

– O, artık benim kızım değildir, anlıyor musun, onu kızım saymıyorum, ama yabancılara yük olarak da bırakamam. İstediği gibi yaşayabilmesi için her türlü yardımı da yaparım, ama onu tanımak bile istemem. Evet, evet! Başıma böyle bir şey geleceği hiçbir zaman aklımdan geçmezdi… Feci, feci!
Omuzlarını silkti, başını sallayıp gözlerini havaya kaldırdı. Bunları prens Mihail İvanoviç, Merkez illerden birinde vali olan elli altı yaşındaki küçük kardeşi Prens Pötr İvanoviç’e anlatıyordu. Bu konuşma, bir yıl önce evinden kaçmış olan kızının, şimdi çocuğu ile beraber bu şehirde yerleştiğini öğrenmesi üzerine, Mihail Ivanoviç’in gittiği merkez illerden birinde geçiyordu.
Prens Mihail İvanoviç güzel adamdı. Yüzünde sevimli, çekici bir ifade taşıya-ı ak saçlı, uzun boylu, dinç bir ihtiyardı. Ailesi, çok sinirli geçimsiz, en ufak bir şey için kavga eden kötü ruhlu karısından, müsrif, sefahete düşkün, hayırsız, ama babasının düşüncesine göre “namuslu” bir oğlundan, iki kızından ibaretti. Bu kızlardan büyüğüne iyi bir kısmet çıkmıştı, evlenmiş Petersburgta yaşıyordu. Onun küçüğü olan sevgili kızı Liza ise bundan bir yıl önce evinden kaybolan, şimdi uzak illerden çocuğuyla beraber meydana çıkan kızıydı.
Prens Pötr İvanoviç Liza’nın niçin kaçtığını, çocuğunun babası kim olduğunu sormak istemişse de buna bir türlü cesaret edememişti. Daha bu sabah Pötr İvanoviç’in karısı, kayınbiraderine acıdığı zaman, Prens Pötr İvanoviç kardeşinin yüzünde nasıl bir ıstırap belirdiğini, bunu onuruna yediremeyerek ıstırabını büyük bir gayretle nasıl gizlediğini, konuyu değiştirmek için hemen baldızından evin kirasını sormaya başladığını görmüştü. Mihail İvanoviç, kahvaltıda bütün ailenin, misafirlerin anında her zamanki gibi, zehirlercesine manalı, alaylı konuşuyordu. Yalnız çocuklara karşı saygılı, şefkatli idi, çocuklardan başka herkese karşı mağrur davranırdı. Bu durum onda o kadar tabii idi ki herkes onun gururlu olmaya hak kazandığını kabul ediyor gibiydi.
Akşamleyin kardeşiyle Vint denilen kağıt oyunu oynadılar. Kendisine hazırlanan odaya çekildiği zaman takma dişlerini ağzından çıkarırken oda kapısı hafifçe iki defa vuruldu.
– Kim o? Fransızca olarak:
– Benim, Michel.
Prens Mihail İvanoviç, gelininin sesini tanımıştı. Yüzünü buruşturdu. Tekrar dişlerini taktı, kendi kendine mırıldandı: “Ne istiyor, sanki?”
Yüksek sesle Fransızca:
– Giriniz dedi.
Gelin ufak tefek yapılı, sakin tabiatlı, kocasına karşı itirazsız, itaatli idi. Ama herkesin dediği gibi tuhaf bir kadındı. Hatta bazıları ona deli diyorlardı. Güzel denilebilirdi, ama daima dağınık saçlarla dolaşır, dikkatsiz, itinasız giyinirdi, her zaman dalgındı. En tuhafı, bir asilin karısına yakışmayan, hiç de asil olmayan fikirlerini ansızın söyleyerek gerek kocasını, gerekse bütün tanıdıklarını hayrete düşür-mesiydi. Bu sefer de kendine has mantıksızlıkla konuşmaya başladı:
– Siz beni kovabilirsiniz, ama ben gitmeyeceğim. Bunu size şimdiden söylüyorum.
Kayınbiraderi:
– Allah esirgesin diyerek her zamanki aşırı saygıyla koltuğu ona doğru çekti. Sonra sigarasını çıkarıp ilave etti.
– Bu sizi rahatsız etmez mi?
– Bakınız, Misel, hoşa gitmeyecek bir şey söylemeye gelmedim. Yalnız, Liza hakkında konuşmaya geldim.
Mihail İvanoviç duyduğu acıdan olsa gerek, içini çekti. Sonra da hemen kendini toplayarak yorgun bir gülümseme ile:
– Seninle yalnız bir mesele üzerinde konuşabilirim. Bu da senin bana söylemek istediğin şeydir, dedi.
Bunları söylerken gelinin yüzüne bakmıyordu, konuşulan şeyin adını bile söylemekten çekindiği belli idi.
Ama şişmanca, toparlacık, sevimli gelin hiç bozulmadı, mavi gözlerinin aynı merhametli, yalvaran bakışıyla Mihail îvanoviç’e bakmaya devam etti, onun gibi, hatta ondan daha derin içini çekti:
– Benim aziz dostum. Ona acıyınız! -Kayınbıraderiyle konuşurken her zaman olduğu gibi arada bir “siz” diye ağzından kaçırıyordu- Düşününüz ki, o da bir insandır.
Mihail Ivanoviç hoşa gitmeyen bir gülümsemeyle cevap verdi:
– Ben bundan hiçbir zaman şüphe etmedim.
– O sizin kızınız.
– Evvelce öyle idi, evet. Ama aziz Alina, bu sözlere ne lüzum var?
-Sevgili Misel, onu gidip görünüz! Yalnız, size şunu söylemek istiyorum ki her şeyde suçlu olan o adam…
Prens Mihail İvanoviç kızardı, yüzü korkunç bir hal almıştı.
– Allah aşkına, bundan artık konuşmayalım! Ben yetecek kadar acı çektim. Onu hiç kimseye yük olmayacak bir duruma getirmekten başka hiçbir isteğim kalmamıştır. Onun benimle hiçbir ilgisi olmamalı, kendi kendine yaşa-yabilmelidir, biz de kendi ailemizle ayrı yaşamalıyız. Ben başka türlü yapamam.
– Misel, sen hep “ben” diyorsun, fakat onun da “ben” demeye hakkı vardır.
– Bunda şüphem yok sevimli Alina. Rica ederim bu konuyu bırakalım. Bana çok ağır geliyor.
Aleksandra Dimitriyevna başını salladı, biraz sustuktan sonra:
– Maşa -Mihail İvanoviç’in karısı- da mı böyle düşünüyor? diye sordu.
– O da aynı fikirde. Aleksandra Dimitriyevna, şaşırdı. Mihail İvanoviç Fransızca:
– Burada bu konuşmayı keselim, iyi geceler, dedi.
Ama Aleksandra Dimitriyevna gitmiyor, susuyordu.
– Petya bana dedi ki paraları, evinde yaşadığı kadına bırakmak istiyormuşsunuz. Adresini biliyor musunuz?
– Biliyorum.
– Öyleyse bunu bizim elimizle yapmayınız. Onun yanına kendiniz gidiniz. Nasıl yaşadığını bir kere görünüz, görmek istemezseniz gene de görmezsiniz. Öteki orada yoktur. Zaten, hiç kimse de yoktur.
Mihail İvanoviç’in bütün vücudu titredi.
– Ah! Niçin, niçin eziyet ediyorsunuz? Bu konukseverliğe aykırıdır.
Aleksandra Dimitriyevna kalktı, sesinde göz yaşları seziliyordu. Kendi kendine acıyarak kısık bir sesle:
– O, öyle acınacak bir durumda, öyle de iyi kalpli ki… dedi.
Mihail ivanoviç ayağa kalktı, onun sözünü bitirmesini bekliyordu. Gelin, elini ona doğru uzattı:
– Misel, bu yaptığın doğru değil, diyerek dışarı çıktı.
Aleksandra Dimitriyevna gittikten sonra, Mihail İvanoviç kendisi için bir yatak odası durumuna getirilmiş olan odada, halının üstünde uzun zaman gezindi, durdu. Yüzünü buruşturuyor, titriyor, arada sırada “of, of” diye inliyor, sonra kendi sesini işitince He korkarak susuyordu.
Kırılmış ve zedelenmiş onuru acı veriyordu. Kendi kızı, annesinin, yani İmparatoriçeleri evinde kabul etmiş olan meşhur Avdorya Barisovna’nm evinde büyümüş bir insanın kızı, ahbaplığı büyük bir şeref sayılan, bütün hayatı korkusuz bir şövalye gibi geçen bir insanın kızı… Bir Fransız kadından doğan, yabancı bir ülkede yetiştirdiği gayri-meşru bir çocuğu olmasına rağmen kendisi hakkındaki yüksek kanaati sarsılmamıştı. Ve işte onun kızı! O kız ki:
Kendisine bir babanın kızına yapması gereken her şey yapılmış, iyi bir terbiye verilmiş, en yüksek Rus sosyetesinde kendisine bir koca seçme imkanı hazırlanmıştı. Hem bir, kıza istediği her şeyi vermekle kalmamış, aynı zamanda onu bütün kalbiyle sevmiş, onunla iftihar da etmişti. İşte bu kız, şimdi onu rezil etmişti. Kimsenin yüzüne bakacak hali kalmamıştı, artık herkesten utanıyordu.
Ona sadece ailenin bir ferdi veya kızı gibi değil büsbütün başka bir şefkatle sevdiği, ona bakarak sevindiği, onunla övündüğü günleri hatırladı. Onun sekiz, dokuz yaşlarındaki halini gözlerinin önüne getirdi. Siyah parlak gözleri, sarı, gür saçları, kemikleri çıkık sırtına dağılmış, pek akıllı, her şeyi anlayan, canlı, çevik, zarif bir kızdı. Dizlerine sıçrayıp da iki eliyle boynuna sarıldığını, gıdıklayarak kahkahalarla güldüğünü, babasının bağırmasına hiç aldırmadan gıdıklamaya devam ettiğini, sonra da dudaklarından, gözlerinden, yanaklarından öptüğü zamanları hatırladı. Mihail İvanoviç herhangi bir duygu taşkınlığının düşmanıydı. Ama kızının taşkınlıkları hoşuna gidiyordu. Bazen de ona tamamen mağlup oluyordu. Kendisini büsbütün onun eline bırakıyordu. Şimdi onu okşamanın ne kadar hoş bir şey olduğunu hatırlıyordu.
Bir zamanlar o kadar sevimli olan bir yaratığın, şimdi nefret duymadan hatırlayamadığı bir yaratık haline geleceği kimin aklına gelebilirdi.
Onun olgunlaştığı zamanı da hatırladı: Erkeklerin ona bir kadına bakar gibi baktıklarını gördüğü zaman duyduğu korkuyu hatırladı. Kızının kendi güzelliğinden emin bir tavırla balo elbisesiyle geldiği zaman, sonra balolarda onun bu davranışları yüzünden uyanan kıskançlık duygularını düşündü. O, erkeklerin, kızma karşı temiz olmayan bakışlarından korkarken kızı, bunları anlamıyor, hatta hoşlanıyordu. “Kadın safiyeti bir efsanedir, tersine onlar utanmayı bilmezler, utanma yoktur onlarda,” diye düşünürdü.
Anlayamadığı sebepler yüzünden pek iyi iki erkeğin evlenme teklifini reddettiğini, sosyeteye devam etmeye başladıktan sonra gittikçe artan bir istekle hiç kimseye bir ilgi göstermeden, sırf kendi başarısının esiri olarak nasıl devam ettiğini hatırladı. Ama onun bu başarısı çok sürmedi. İki üç yıl geçtikten sonra herkes onu görmeye alışmıştı artık. Gene de güzeldi, ama, ilk körpeliği kalmamıştı. Baloların demirbaş eşyası gibi bir şey olmuştu. Mihail İvanoviç kızının evde kalacağını görerek eskisi gibi mükemmel bir talip olmasa bile uygun bir kocaya vermek istediği zamanları hatırladı. Ama kızı pek kibirli görünüyordu, bunu hatırlayınca ona karşı olan kininin daha çok arttığını hissetti. O kadar iyi adamları reddetti, sonra da bu rezalet!
– Of, of! Diye gene inledi, ayakta durarak sigarasını yaktı, başka bir şey düşünmek istiyordu. Kendisini görmeden ona parayı nasıl gönderebileceğini tasarladı. Sonra yeniden, kızının yirmi yaşında iken köydeki evlerinde misafir bulunan on dört yaşındaki bir çocukla, aralarında geçen macerayı düşünmeye başladı. Delikanlıyı nasıl çıldıracak bir hale getirdiğini, nasıl gözyaşları döktürdüğünü, bu anlamsız aşkına son vermesi için delikanlıyı evden uzaklaştırdığı zaman kızının nasıl ciddi, hatta kaba cevaplar verdiğini hatırladı. Bunun üzerine kendisinin kızma karşı duyduğu soğukluk daha da arttığı gibi kızı da ona karşı bu soğukluğu duymaya başlamıştı. Sanki babası tarafından hakaret görmüş gibi bir hali vardı.
– Bense ne kadar haklı imişim, diye düşündü. Bu kız zaten hayasız, ahlaksızdı.
İşte Moskova’dan gönderdiği mektuba ait son bir hatıra daha! Bu mektubunda, artıi. eve dönemeyeceğini, çünkü, mahvolmuş bir kadın olduğunu yazıyor, kendisini affetmelerini, unutmamalarını rica ediyordu. Bunun üzerine karısıyla olan konuşmaları, yürütülen tahminleri, en sonunda felaketin, kendisini misafirliğe gönderdikleri teyzesinin evinde, Finlandiya’da olduğu sırada meydana geldiğini hatırladı. Hem de bu felakete sebep olan, değersiz bir İsveçli talebe, boş kafalı sefil bir adamdı, üstelik de evli idi.
Mihail İvanoviç, bütün bunları hatırlayarak odadaki halının üzerinde durmadan geziniyor, eskiden kızına karşı duyduğu sevgiyi, gururu hatırlıyor, sebebini anlayamadığı bu düşüşten dehşet duyuyor, kalbinde bıraktığı ıstırap için ondan nefret ediyordu. Gelinin söylediklerini hatırladı, onu nasıl affedeceğini düşünmeye çalıştı. Ama “o adamı”, hatırlar hatırlamaz kalbi, dehşet, nefret, hakarete uğramış onun duygularıyla doluyordu. Yeniden “of, of!” diye inleyerek başka bir şeyler düşünmeye çalıştı.
– Hayır, bunu yapamam. Parayı her ay ona vermesi için Petya’ya veririm. Ama benim kızım yok, yok…
Hiç ara vermeden kendisini üzen karışık düşüncelere yeniden kendini kaptırdı. Kızına karşı eskiden beğendiği şefkat duygularının hatıraları sonradan ondan gördüğü acılardan doğan nefret duyguları yeniden çarpışmaya başladı.
II
Liza’nın bu son yıl içinde çektiği acılar, yaşadığı yirmi beş yıllık ömründe çektiği acılardan daha çoktu. Bu bir yıl içinde o zamana kadar geçen hayatının bütün anlamsızlığı, bütün iğrençliği gözünün önüne gelivermişti. Kendi evlerinde, sonra Petersburg’un yüksek sosyetesinde hayvani bir hayat geçirdiğini, yalnız üst tabaka ile ilgilendiğini, onun güzelliklerinden faydalandığını, ama asıl derinliklerine inmediğini pek iyi anlamıştı.
iki üç yıl her şey iyi geçti, balolar, suvareler, konserler, akşam yemekleri, vücut güzelliğini teşhir eden balo elbiseleri, saç tuvaletleri, hep birbirine benzeyen, tecrübeli, alaycı, kendilerini her şeyden istifade etmeye ha!Jı bulan genç ve yaşlı etrafını sarmış, bu yalancı hayatın yalnız mutluluk ve saadet zevklerini veren yaz ayları, hayatın ciddi meselelerine dokunup onları çözmeyen müzik ve kitap, bütün bunlar hiçbir değişiklik vadetmeden, aksine gittikçe güzelliklerini kaybederek yedi sekiz yıl devam edince o, ümitsizliğe düşüp intihar arzusu duymaya başlamıştı. Arkadaşları onu sosyal yardımlara, hayırseverliğe teşvik etmişlerdi. Burada da bir taraftan toplumun gerçek, sefaletini insana tiksinti veren sefaletini, öte yandan daha iğrenç olan uydurma sefaleti görüyordu. Çok zengin akrabalarla, pahalı tu-valetleriyle gelen patron bayanların soğukluğunu gördükçe hayat, onun için gittikçe daha çekilmez bir hal almaya başlamıştı. Gerçek, doğal bir hayat istiyordu. Ama hiçbir şey bulamıyordu. Hatıralarından en iyisi harbiydi Koko’ya aşık olduğu zamana ait olan hatıra idi. Bu sevgi temiz, gerçek bir duygu idi. Artık şimdi buna benzer bir şey yoktu, olamazdı da. Gün geçtikçe daha çok kederlenmeye başlamıştı. İşte böyle kederli haliyle Finlandiya’ya teyzesine gitti. Yeni hayat, yeni iklim, o zamana kadar gördüğünden çok farklı olan yeni insanlar, ona pek çekici görünüyordu.
Bunun ne zaman, nasıl başladığını kendisi de bilmiyordu. Teyzesinin evinde İsveçli bir misafir vardı. Bu genç kendi işlerinden, milletinden, yeni çıkmış İsveç romanından bahsediyordu. Bu gençle aralarında gözlerle konuşma, birbirlerine gülümseme nasıl, ne zaman başladığını bir türlü bilemiyordu. Öyle bakışlar ki, onların anlamını sözle anlatmak elden gelmiyordu. Anladığına göre onların taşıdığı anlam, bütün söylenecek sözlerden daha kuvvetli idi. Bu karşılıklı bakışlar, gülümsemeler onların birbirinin hakkındaki düşüncelerini; duygularını anlatıyordu. Hem yalnız kendi duygularını değil, sanki bütün insanlığa ait olan büyük, önemli sırları da açıklamış oluyordu. Söylenen her söz, bu gülümsemeler yüzünden geniş, saadet verici bir anlam alıyordu. Beraber şarkı söyledikleri, yahut dinledikleri zaman, musiki de aynı anlamı taşıyordu. Yüksek sesle okunan kitaplardaki sözlerin anlamları da böyle idi. Bazen tartıştıkları da oluyordu. Her biri kendi düşüncesini korumaya çalışıyordu. Ama bir kere göz göze gelip gülümseyince dava altta bir yerde kalıyor, onlar da onun üzerinde çok yükseklere, ancak kendilerinin erişebilecekleri bir yere yükseliyordu.
Bakışların, gülümsemelerin arkasından aynı zamanda ikisini de yakalayan şeytanın ne zaman, nasıl çıkıverdiğini bilemiyordu, ama bu şeytana karşı korku duymaya başladığı zaman, onları birbirine bağlayan görünmeyen bağlar, artık o kadar birbirine geçmişti ki Liza bu ağdan kurtulmak için kendinde kuvvet bulamıyordu. Artık bütün ümidini ona, onun güvenilirliğine bağlıyordu. Karşısındaki erkeğin hiçbir zaman kuvvetinden istifadeye kalkışmayacağını sanıyordu, ama bunu pek de istemiyordu.
Savunmak için tutunacak bir şeyi, bir desteği bulunmadığını anladıkça zayıflığı büsbütün artıyordu. Sosyetede yaşadığı sahte, göstermelik hayattan bıkmıştı. Annesini sevmiyordu. Babası ise, düşüncesine göre onu kendisinden uzaklaştırıvermişti. Şimdi hayatla oynamak değil, onu tam anlamıyla yaşamak istiyordu. Bu aradığı hayatı, bir erkeği sevmekle yaşayacağını seziyordu. Bu hayatı sevgilisinde, onun uzun, kuvvetli vücudunda, sarı saçlarında, uçları sarkık sarı bıyıklarında ve onların altında beliren çekici, kudretli gülümsemede görüyordu… Dünyadaki en iyi şeylerin sadeliği onda bulunuyordu. O gülümsemelere, o bakışlar, o hayaller, umulmayacak kadar güzel olan o sadelik, çoktan beri korktuğu, şuursuzca beklediği neticeye sürükledi. Birden bire bütün güzel ilahi, sevinçli, güzel bir ümit dolu şeyler, iğrenç, hayvani, hüzünlü, hatta ümitsiz bir şeye çevrilivermişti.
Liza hâlâ onun gözlerine bakıyor, gülümsemeye, konuşmaya gayret ediyor, böylelikle hiçbir şeyden korkmadığını, bunun zaten böyle olması gerektiğini göstermeye çalışıyordu. Ama kalbinin derinliklerinde, arlık her şeyin mahvolduğunu, aradığı şeyin kendisinde, Koko’da olan şeyin, onda olmadığını anlıyordu.
Babasına mektup yazıp evlenme teklifinde bulunmasını istemiş, o da yazacağım söylemişti, ikinci buluşmalarında, şimdilik bunu yapamayacağını bildirdi. Gözlerinde korkuya, çekingenliğe benzer anlaşılmaz bir ifade vardı. Liza, ondan büsbütün şüphe etmeye başladı. Ertesi gün Liza’ya gönderdiği bir mektupta ise evli olduğunu, karısının kendisini çoktan bıraktığını, şimdi bu yüzden onun gözünde mahvolduğunu, af dilediğini yazıyordu…
Liza onu çağırdı, kendisini sevdiğini, geçmişte evli olmasının bir ehemmiyeti olmadığını, kendini ebediyete kadar onunla bağlı saydığını, onu bırakmayacağını söyledi.
Daha sonraki buluşmalarında, hiçbir şeyi olmadığını, akrabalarının da hep yoksul olduklarını, kendisine ancak en yoksul bir hayat yaşatabileceğini söyledi. Liza, bir şeye ihtiyacı olmadığını, istediği yere hemen gitmeye hazır olduğunu söyledi.
O, Liza’yı caydırmaya çalışıyor, beklemesini tavsiye ediyordu.
O da beklemeye razı oldu. Ama evdekilerden sakınmalar, rastgele buluşmalar, gizli mektuplaşmalarla geçen bir hayat, artık Liza’yı çok sıktığından gitmek, kaçmak için ısrara başladı.
Liza Petersburg’a gelince o, önce bir mektup yazmış, geleceğini vadetmişti. Ondan sonra bir daha hiçbir mektup yazmadı, izini de kaybettirdi. Liza yine eskisi gibi yaşamayı denemek istedi, ama yapamadı. Hastalanmaya başladı, tedavi ettilerse de durumu gittikçe fenalaşıyordu. Gizlemek istediği şeyin farkedilme zamanı gelince intihar etmeye karar verdi. Ama bunu nasıl yapmalı ki ölüm tabii görünsün? Evet intihar etmek istiyordu, buna kesin olarak karar vermiş olduğunu sanıyordu. Zehiri elde etti. Bir kadehe serpti, içmeye hazırlandı. O dakikada kızkardeşinin beş yaşındaki oğlu koşup gelerek ninesinin hediye ettiği oyuncağı göstermeseydi hazırladığı zehiri içmiş olacaktı. Çocuğu görünce durdu, onu okşadı, birden bire ağladı. O adam evli olmasaydı anne olmaya hakkı olacağını düşündü. Bu annelik düşüncesi onu ilk defa, başkalarının kendisi için düşünceleri, söyleyecekleri sözlere aldırış etmeden yalnız kendi gelecek hayatını düşünmek zorunda bırakmıştı. Başkalarının kanaatleri için kendini öldürmek kolaydı, ama kendi nefsi için kendini öldürmek imkansızdı. Hemen zehiri döktü, intihar etmekten vazgeçti.
Artık kendisi için yaşamaya başladı. Bu yaşayış çok üzücü idi, ama bu da hayatın kendisi idi, ondan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordu. Çoktan beri yapmadığı bir şeyi de yapmaya kalkmıştı: Dua ediyordu. Ama dualar acılarını azaltmıyordu. Liza daha ziyade babasının duyduğu ıstıraplar için üzülüyordu. Onun ıstıraplarını anlıyor, ona acıyordu. Bu ıstırapların olacağını, buna da kendisi sebep olduğunu biliyordu. Birkaç ay hayatı hep böyle geçti. Tam bu sırada birden bire hiç kimsenin fark edemediği, hatta kendisinin de hemen hemen farkına varmadığı öyle bir şey oldu ki hayatını tamamen değiştiriverdi. Oturmuş, elinde battaniye örerek, ansızın içinde tuhaf bir hareket hissetti.
– Yok!., bu olamaz!., elinde örgüsüyle donakalmıştı, o sırada gene o tuhaf hareket… acaba oğlan mı, kız mı? Liza o dakikada her şeyi, o adamın bütün fenalıklarını, yalanlarını, annesinin sinirlenmesini, babasının kederini unutarak yüzünde bir gülümseme patladı. Bu bayağı sevgilisine gülemsediği gülümsemelerden değildi, aydın, temiz, sevinçli bir gülümseme idi.
Liza çocuğu da kendisiyle beraber öldürmek istediğini düşünerek dehşet içinde kaldı. Şimdi bütün düşüncelerini yalnız bir noktada topladı. Nasıl evden gidecek, nerede anne olacaktı? Bahtsız, zavallı bir anne de olsa, gene anne olacaktı. Sonra her şeyi etraflıca düşündü. Tasarladığı plana göre uzak, taşra sahillerinden birinde yerleşmek üzere gitti. Hiç kimse onu orada bulamayacaktı. Böylece akrabalarından da uzaklaşmış olacaktı. Aksi tesadüf, amcası da o şehre vali olarak tayin edilmişti, bunu hiç beklemiyordu.
Ebe Mariya İvanova’nın evine geleli dört ay olmuştu. Amcasının da aynı şehirde vali olduğunu duyar dumaz daha uzak bir yere gitmek için hazırlanıyordu.
III
Mihail îvanoviç erken uyandı. Aynı gün sabahleyin kardeşinin yazı odasına gitti. Kızına her ay düzenli bir şekilde para ödemesi için hazırladığı çeki verdi. Bu arada Petersburg treninin ne zaman kalkacağını da jordu. Tren akşam saat yedide kalkıyormuş. Mihail İvanoviç gitmeden önce akşam yemeği yemeye de vakit bulabilecekti. Gelini ile kahve içtikten sonra gelin kendisine ıstırap veren o mesele hakkında artık hiçbir şey söylemiyordu, yalnız gözucuyla onu sıkılganlıkla süzüyordu. Mihail İvanoviç her zamanki gibi sabah gezintisini yapmaya gidiyordu.
Aleksandra Dimitriyevna onu salona kadar çıkardı.
– Şehir bahçesine gidiniz, orada dolaşmak çok güzeldir, oradan her yer yakındır, diyerek hüzünlü hüzünlü onun kızgın yüzüne baktı.
Mihail İvanoviç onu dinledi, şehir bahçesine gitti. Can sıkıntısıyla kadınların budalalığını, inatçılıklarını, kalbsiz-liklerini düşünüyordu. Gelinini hatırlayarak, bana hiç acımıyor, diye düşündü. Benim çektiğim ıstırabı anlayamaz da! Ya o! Diyerek kızını hatırladı. Bunun bana ne büyük bir ıstırap verdiğini biliyor! Hayatımın sonuna doğru bu ne büyük, ne feci bir darbe! Zaten ömrümü de kısaltacaktır. Böyle azap çekmektense ölmek daha iyidir. Bütün bunlar da bir serserinin güzel gözleri için. Ah! Ah! Ah! Diye yüksek sesle yeniden inledi. Herkes olup biteni öğrendiği zama.. bütün şehir halkının bundan bahsedeceğini düşündükçe içinde öfke, sonsuz bir nefret duygusu taştı. -Herhalde bunu artık herkes biliyordu.- Ona karşı öyle bir kin duygusu uyandı ki ona her şeyi söylemek, yaptığı şeyin önemini anlatmak isteği ile yandı. Oniar anlamıyorlar. Birden bire: “Oradan her yer yakın” sözünü hatırladı, düşündü, cep defterini çıkararak kızının adresini okudu. “Kuhonnaya sokağı, Abramov’un evi. Vera İnnovna Seli-verstova.” O, bu takma adla yaşıyordu. Bahçeden çıkıp arabacıya seslendi.
Dik, pis merdivenin dar sahanlığına çıktığı zaman, ebe Marya İnanovna:
– Kimi istiyorsunuz beyefendi? Diye sordu.
– Madam Seliverstova burada mı? Dedi.
– Vera İvanova mı? Burada, buyurunuz. Biraz önce çıkmıştı, bakkala gitti. Şimdi nerede ise gelir. Mihail İvanoviç, şişman Marya İvanovna’nın arkasından küçük bir misafir odasına girdi. Bitişik odadan gelen çocuğun sesi ruhuna, bir bıçak gibi saplandı. Bu ses ona öyle iğrenç, öyle çirkin gelmişti ki!
Marya İvanovna af dileyerek bitişik odaya gitti. Ev sahibesinin orada çocuğu nasıl susturmaya çalıştığı işitiliyordu. Çocuk kustu, Marya İvanovna da geldi.
– Bu, onun çocuğu. O da şimdi gelir. Siz kimsiniz?
– Ben mi, ben tanıdık. İyisi mi şimdi gideyim de birazdan gene gelirim, diyerek Mihail İvanoviç gitmek üzere ayağa kalktı. Onunla karşılaşmak için hazırlanmak ne kadar ıstırap vericiydi. Aralarında bir anlaşma olabileceği de imkansız görünüyordu.
Henüz kalkmış, gitmek için arkasını çevirmişti ki, merdivende hafif, hızlı ayak sesleri duydu. Liza’nın sesini tanıdı.
– Marya İvanovna! Ben yokken bağırmadı ya? Ben de…
Birden bire babasını gördü. Elinde tuttuğu kesekağıdı yere düşüverdi.
– Baba! Diye bağırdı. Yüzü sapsarı kesilmiş, bütün vücudu titremeye başlamıştı, kapıda donmuş gibi durdu.
Mihail İvanoviç ona bakıyor, yerinden kımıldamıyordu. Ne kadar da zayıflamıştı! Gözleri büyümüş, burnu siv-rileşmiş, elleri incelmiş, kemikleşmişti. Bunun karşısında ne söyleyeceğini ne yapacağını unutmuştu. Şimdi her şeyi, hatta kızının yüzünden uğradığı hakareti de unutmuştu.
Kızına acıyordu. Onun zayıflığına, perişan haline, fena, basit elbisesine, gözlerine diktiği, kimbilir niçin yalvaran gözlerine, zavallılık ifade eden yüzüne acıyordu.
– Baba, bağışla, diyerek ona doğru ilerledi. Mihail Ivanoviç:
– Beni… sen beni bağışla, dedi. Sonra bir çocuk gibi hıçkırmaya başladı. Kızını yüzünden, ellerinden öpüyor, onları göz yaşlarıyla ıslatıyordu.
Kızına karşı uyanan acıma duygusu, ona kendi kendini tanıtmıştı. Kendisinin gerçek halini gördükten sonra da kızma karşı ne kadar suçlu olduğunu anladı. Gururu için, soğuk davrandığı için, hatta kızına karşı duyduğu öfke için suçlu idi. Suçlu oluşuna, başkasını affetmek değil, kendisini affetmesi gerektiğine seviniyordu.
Kızı onu kendi odasına götürdü, nasıl yaşadığını anlattı. Ama babasına çocuğu göstermedi, geçmişten hiç bahsetmedi. Çünkü bunun babasına ıstırap vereceğini biliyordu. Mihail Ivanoviç ona, artık başka türlü yaşaması gerektiğini söyledi.
Liza:
– Evet, köy olursa daha iyi, dedi. Mihail Ivanoviç:
– Bunu etraflıca düşünürüz, diye cevap verdi.
Birden bire kapının arkasından önce bir vızıltı, sonra da çocuğun ağlayan sesi duyuldu. Liza gözlerini faltaşı gibi açtı, bakışlarını babasından ayırmayarak kararsızlık içinde dona kaldı.
Mihail Ivanoviç kendini göz göre göre zorlayarak:
– Galiba emzirme zamanı geldi, dedi, kaşlarını oynattı. Liza ayağa kalktı, birden bire çoktan beri sevdiği babasına, şimdi dünyada her şeyden çok sevdiği çocuğunu göstermek için aklına delice bir fikir geldi. Söylemek istediğini söylemeden önce babasının yüzüne baktı. Acaba kızacak mı, kızmayacak mı? Babasının yüzünde kızgınlık yoktu, ama derin bir ıstırabın ifadesi vardı.
– Haydi git, git, dedi. Allah’a bin şükürler olsun, yarın ben gene geleceğim o zaman kararımızı veririz. Allah’a ısmarladık yavrucuğum. Şimdilik Allah’a ısmarladık.
Yeniden boğazını tıkayan göz yaşlarını tutmakta zorluk çekti.
Mihail Ivanoviç, kardeşinin evine döndüğü zaman Aleksandra Dimitriyevna hemen sordu:
– E, nasıl?
– Öyle işte.
Bir şeyler olduğunu yüzünden anlayarak:
– Onu gördünüz mü? Diye sordu.
– Evet, diyerek birden bire hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Sükunet bulduktan sonra:
– Evet, hem aptallaştım, hem ihtiyarladım, dedi.
– Hayır, akıllısınız, hem pek akıllısınız.
Mihail Ivanoviç kızını affetmiş, büsbütün affetmişti. Bunu yapabilmek için insanların yapacakları dedikodular yüzünden duyduğu korkuyu bile yendi. Liza’yı köyde yaşayan kızkardeşi Aleksandra Dimitriyevna’mn yanına yerleştirdi. Sık sık görüşüyorlardı. Onu eskisinden daha çok seviyordu. Sık sık köye gidiyor, misafir oluyordu. Ama çocuğu görmekten kaçınıyordu. Ona karşı duyduğu nefreti, tiksintiyi bir türlü yenemiyordu. Bu durum, kızına bir ıstırap kaynağı oluyordu.

Rus edebiyatından seçkiler seçme edebi eserler
Herşeye Rağmen Sevgi – Lev Nikolayeviç Tolstoy (Hikaye)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz