Kendisi için seçilmiş bu özel eşyanın ne olduğunu, şimdi nerede ve kimin elinde bulunduğunu bilmeden gelir. Bazen yakınında, hatta elinin altında, bazen az ötesinde bir yerde, bazen de ırağındadır; hatta insanın çilesine göre denizler aşmayı gerektirecek kadar uzaklarda olduğu da olur.
Çoğu insan onu aramayı bilmez, ayağına yol beğenip aramayı öğrense bile, bulduğunda ne yapacağını bilemez. Yaşamanın insan aklına sığmaz kusursuz bir matematik düzenle çalıştığını zamanla kavrayanlar, yeryüzünde herkesin bir eşyası olduğunun ve bu seçilmiş eşyanın âlemler arasında bir anahtar işlevi gördüğünün bilgisine, mânâsına da ererler. Yazgınızın kapısını açacak, yaşamın matematiğini işletecek, saklısında sadece size hizmet edecek tılsımı barındıran, zamanın tespihinde sırasını bekleyen bir anahtar. Bu, bazen doğrudan anahtarın kendisidir, hani şu bildiğimiz, kilidinde dönen sıradan bir anahtar. Bazen Aleâddin’in sihirli masalında olduğu gibi, kendi hikmetinin bile kuytusunda kalmış, tozunun silinmesini bekleyen gösterişsiz bir lamba! Bu masalı önceden bilenler nedense kendilerine masaldaki gibi tozlanmış bir lambanın seçilmiş olabileceğine inanmak istemez, kaderleri için akıl etmesi daha zor, kıymeti farklı bir eşya aramaları gerektiğini düşünürler. Dilde tekrarlananın, hayatta tekrarlanmayacağını sanırlar. Bunlar masalları bir seferlik zannedenlerdir. Oysa ister mânâlar âlemi deyin, ister işaretler evreni, orada her nesne birdir: anahtar, lamba, bazen kutsal kâse, gömülü kılıç; bazen tükenmezkalem, bir gözlük, bir saat, bir elbise askısı, herhangi bir şey işte. Eşya dediğin orada eşitlenir. Taşın bağrından söktüğün kılıç, içinden süzülüp geçtiğin ayna, mânâsı kabına sığmayan kâse insan hayalinin eseridir.
O eşyanın sizin olduğunu, kaderinizin anahtarı olduğunu anlamanız; anlayıp da bulmanız, bulduğunuzda kullanmanız; kullandığınızda karşınıza çıkan hayatı kabullenip sürdürmeniz, güçlüklerine, ezalarına, cefalarına katlanmanız her zaman kolay değildir… hayat zordur… Masallar, bu zorluğu insan zihni için kolaylaştıran hayallerin doymak bilmez ihtiyacıyla uydurulup hayatımıza dahil olurlar ya da olmadıklarıyla kalırlar. Ne masal, ne hayat olamadıklarıyla… Araf dediğimiz hayattır aslında.
Şimdi rasgele üç kişi seçelim yeryüzünün şu dağınık yüzünden; bu üç kişiye üç eşya beğenelim ve yüzlerce olasılığın matematiğini kalem ucu bir dokunuşla işletelim:
Bir hikâyeyi var etmenin çeşitli yolları vardır.
Böylelikle, hikâyemizi kendi içinde desenleyebiliriz.
Örneğin, ilk kişiye seçtiğimiz saat, onun hiç tanımadığı bir ikinci kişinin hemen yanı başında duruyor olsun. Örneğin, yatağının başucunda, komodinin üstünde. Saatin kaderinin sahibi olan ilk kişi, saatin varlığından ve onun o sıradaki -sadece mülkünün- sahibi olan ikinci kişiden kilometrelerce uzakta küçük bir kasabada kendi halinde solgun bir hayat yaşıyor olsun. Eğer bu saat, kaderi olarak seçildiği o kişinin elinde olsaydı, bunu kullanabileceği zamanı biz biliyor olalım, o bilmiyor olsun. Kader eşyasının bir saat olduğunu, o saatin nerede bulunduğunu bilmeyen o ilk kişi, hadi artık adına Ababa diyelim bütün bu çeşit gizemli, içrek bilgilere uzak, kayıtsız, hatta bigâne biri olsun. Onu, yani Ababa’yı bu hayatta sihirli bir eşyası olduğu fikrine, diyelim ki okuduğu bir hikâyeyle, örneğin, bu okuduğunuz hikâyeyle uyandırmış olalım – herkesin bir uyandırılma yolu vardır dünyada. O kişi, eşyasının ne olduğunu nasıl anlayabilir, ona bakalım. Diyelim ki, Ababa eşyasının bir saat olduğunu bir biçimde anladı -istihareyi andıran bir gündüz düşü, halkaları aklın sırlarına göre sıralanmış bir tesadüfler zinciri, falına düşen gölgeyi tanıyıp gören biri- bu kez o saate nasıl ulaşabilir diye bir yol düşünelim, anlattığımız hikâye saati bulmasını sağlayacak birbiriyle bağlantılı olaylarla ilerlesin, bulduğunda onu nasıl tanıyacak, tanıdığında nasıl sahip olacak, olduğunda nasıl kullanacak ve kullandıktan sonra kavuştuğu hayatı nasıl yaşayacak acaba, diye kendi uydurduklarımızın içinde hayalini kurduklarımız gerçek olana kadar bulduğumuz yolu adım adım alalım.
Ababa’nın iç cebinde hikmetini bilmeden taşıdığı tükenmez- kalem de meğer bir başkasının seçilmiş eşyası değil miymiş? Bakın şu kaderin işine! Gene kimse bilmesin bunu, biz bilelim. Yani ne Ababa bilsin, ne de kalemin asıl sahibi olan kişi -hadi onun adına da Becebe diyelim-. Becebe bu bilgiden de, Ababa’nın cebinde duran kalemin kendisinden de hayli uzakta yaşamaktadır. Bilmemektedir. Hayatta bilmediklerimizi biz hikâyede bilelim. Olayların bundan sonrasını, birden fazla olasılıkla saçaklandırıp desenleyebiliriz artık. Dilerseniz, kalemin Ababa’da, saatin Becebe’de olduğuna karar verip bunların düz bir çizgide birbirlerine doğru ilerlemelerini sağlar, kalemin sahibi ile saatin sahibini karşı karşıya getirerek eşyalarını değiş tokuş ettirebiliriz; bu kestirme yoldan birbirine doğru ilerleyen bir değiş tokuşun çabucak sonuca varan kolay hikâyesine ulaşabiliriz. Saati verir, kalemi alır, herkes eşyasına ve yazgısına kavuşur. Hikâye burada da bitebilir, ama bu kadar çabuk bitmesini istemiyorsak, hayatın bu kadarı göz koyduğumuz hikâyenin enine boyuna yetmiyorsa, olaylar daha dolambaçlı yollardan ilerlesin, bizi daha çok meraklandırıp heyecanlandıran gelişmelerle oyalanalım istiyorsak, kavuştukları eşyalarını ve edindikleri güçlerini nasıl kullandıkları ya da kullanamadıkları üzerine olayları farklı yönlere doğru geniş kavisler çizerek saçaklandırıp ilerletebiliriz. Gerekirse onları yeniden karşı karşıya getirir ya da sonrasında olacakları koşut hikâye biçiminde kurduğumuz başka bir çerçeve içine taşıyıp orada başka durumlarla köpürterek anlatabiliriz. Ama böyle olmasını istiyor muyuz? Her yol, bir karardır sonuçta. Bazen hesaplanmamış sonuçlar pahasına da olsa bir karar.
Saatini aramaya yazgılı Ababa, cebinde taşıdığı tükenmezkalemin mülk sahibidir, ama eşyanın asıl kader sahibi olan kişi -adına Becebe demiştik-, Ababa’yı ve kalemi bulana kadar bu kalem tükenebilir, yani sahip kaleme geç kalabilir, bulsa bile kalemin yazgısını yenileyen gücünden nasibini alamamış olabilir. Kaderi bir başkasının elinde ölmüştür. Kalemin kaderinin asıl sahibi ister Becebe olsun, ister şimdi birdenbire karşımıza çıkıp hikâyeye dahil olan ve yaptığımız tüm hesapları boşa çıkaran, adına Cedece diyeceğimiz üçüncü kişi, onun kalemi üzerinde taşıyan Ababa’yı sonunda bulmuş olması kaderinin ilerlemesine yetmeyebilir – çoğu kez de yetmez. Biz başka bir ümidin ardına takılmışken, hikâyemiz bizden habersiz tam da bunu anlatıyor olabilir. Biz hikâyemizin anatemasını anlamamış olabiliriz. Yanlış anladığımız bir hikâyenin içinde sürüklenirken yabancı bir temayı hayatımız sanabiliriz. Geçtikten sonra anlaşılan şeylerle dolu değil midir hayat? Hayata tanımını veren, içeriğini kazandıran çoğu kez bu kayıplar değil midir? Nice gönül kıran tecrübenin sonunda hayatı özdeyişlere azaltan toyluk, acemilik günlerinin seçimleri, yanılgıları, yanılsamaları değil midir?
Aynı sonuç Ababa için de geçerlidir elbet. Saate kavuştuğunda saatin durmuş olması akla yakın bir olasılıktır örneğin. Diyelim, bozulmuştur, artık çalışmıyordur ya da sahibinin onarması için verdiği saatçide kaybolmuştur. Zaman buldurdukları kadar, zaman kaybettirdikleri de bilinir saatçilerin… Mesleklerinin şakasıdır bu. Bütün anlattıklarımız, doğru kişiyi yanlış zamanda bulmanın hikâyesine dönüşebilir her an. Bu çözümü sevmeyebiliriz, ama bazen sevmediğimiz hikâyeler başımıza gelir. Yol ayrımına kurulmuş bir pusu bütün kaderimiz olabilir.
Murathan Mungan
Dokuz Anahtarlı Kırk Oda
Eşyanın Anahtar Olması, s. 9-13