Mektubunuzda diyorsunuz ki: «Atlas okyanusunun öbür tarafında yaşayan sizin bilmediğiniz insanlaların sefaletini görseniz elbette ki pek şaşarsınız.»
Hayır, mektubunuz beni şaşırtmadı. Sık sık böyle mektuplar alıyorum. Mektubunuzun «ilginç» olduğunu söylemekte haksızsınız. Aydınların acıklı çığlıkları şu son iki üç yıl içinde kulaklarımızın pek alıştığı bir ses haline geldi. Bunun anlaşılmayacak bir tarafı yok. Aydınların çalışması hep -en başta- burjuvazinin hayatını güzelleştirmekten, zenginlerin kendi yaşamlarından duydukları bayağı üzüntüleri avutmaktan ibaret hale geldi. Mesela, Japon emperyalistleri daha Çin’i paylaşmaya kalkışmadan önce, Alman Spengler İnsan ve Teknik adlı kitabında şöyle demişti: «Avrupalılar, bilgilerini ve teknik tecrübelerini renkli ırklara nakletmekle, XIX’ uncu yüzyılda pek büyük bir hata işlemişlerdir.» Spengler’in bu fikri —sizin tarihçiniz— Henrich Van Loon tarafından da savunulmuştur. Van Loon da kabul ediyor ki, kara ve sarı renkli insanları Avrupanın kültür tecrübesiyle silahlandırmak, Avrupa burjuvazisi tarafından işlenen «yedi korkunç» tarihi hatadan biridir.
İşlenen bu hatanın düzeltilmesi isteniyor : Avrupa ve Amerika kapitalistleri Çinliler ile Japonlara para silah veriyorlar ve birbirlerini öldürmelerine yardım ediyorlar; aynı zamanda, Japon emperyalizmine demir yumruklarını göstermek ve öldürülen ayının derisini cesur tavşanla birlikte paylaşmak için, filolarını tam zamanında Doğuya gönderiyorlar. Bana öyle geliyor ki, Avrupa -Amerika «kültürünü» tehdit eden tehlikeler üstünde bunca dil döken Spengler’ler, Van Loon’lar ve burjuvazinin öteki avutucuları bazı şeyleri anmayı unutsalar, ayı öldürülmeyecektir. Unutuyorlar ki, Hintliler, Çinliler, Japonlar, Zenciler, sosyal bakımdan, yekpare ve yeknesak bir şey değildirler.
Caillaux, burjuva budalalıklarının insanlığı her zaman süsleyen bilgelik olduğunu, insanlığın daha iyi hiç bir şey bulmayacağını, daha ileri gitmeyeceğini, daha yükseklere çıkmayacağını ispat etmek istemekte inateden o yüz ihtiyardan biridir. Burjuvaziyi avutanların, iktisadi bilgeliklerini ve bu bilgeliğin sağlamlığını ispatetmek için, daha düne kadar kendi ilimlerine dayandılar.
Bugün ise, ilmi alçak oyunlarından kovuyorlar. Bundan Spengleri’n peşinden giden, yine o Caillaux 23 Şubatta Paris’te Milyukof soyundan eski bakanlar ve genellikle gerici bakanlar önünde konuşmuş ve demiştir ki:
«Teknik, birçok durumda, işsizlik yaratmaktadır. Yol verilen işçilerin ücretinden hisse senedi sahiplerine fazla kâr sağlamaktadır. «Bilinç»le alevlenmiş «bilinçsiz ilimsin insanlara zararı dokunmaktadır. İnsanlar ilme gem vurmalıdırlar. Bugünkü, buhran insan aklının bozguna uğramasıdır. İlim için, bazan, büyük adamdan daha büyük bir felaket olamaz. Bu büyük adam, bu prensiplerin ifade edildiği devir için bir şümulü ve anlamı olan bir takım teorik prensipleri salık verir. Mesela Marx’ta olduğu gibi, bu prensipler 1848 ve 1870 yılları için doğrudur, ama, 1932 yılı için tamamıyla yanlıştır. Marx bugün yaşamış olsaydı, başka türlü yazardı.»
Bu burjuva, bunları söylemekle, zekâsının zayıfladığını iflas ettiğini kabul ediyor. Halk üstündeki iktidarını sağlamak için ilmin kendi verdiği gürbüzlüğü unutup, «ilme gem vurulmasını» salık veriyor, «İlme gem vurmak» ne demektir? İlmî araştırma yapmak özgürlüğünden yoksun etmek demek değil mi? Burjuvazi, bir zamanlar, ilim özgürlüğüne kilise tarafından ya-pılan zararlara karşı büyük bir cesaretle ve büyük bir başarı ile mücadele etti. Günümüzde ise, burjuva felsefesi yavaş yavaş Orta Çağın en karanlık devirlerindeki o eski haline, yani din ilminin uşağı haline dönem. AVrupa Karl Marx’ın önceden haber verdiği vahşilik devline dönmek tehlikesiyle karşı karşıyadır demekte Caillaux haklıdır. Evet, şurası muhakkak ki, dünyaya hakim olan Avrupa ve Amerika burjuvazisi her yıl daha cahil, zekaca daha düşkün, daha vahşi hale gelmektedir. Caillaux da zaten bunun canlı bir örneğidir.
Vahşiliğe dönmenin mümkün olduğu fikri, çağdaş burjuvazinin bugün en «moda olan» fikridir. Spengler’ler, Caillaux’lar, bu soydan daha bir çok «düşünürler» binlerce dar kalalı insanın duygusunu ifade etmektedirler. Bu korku ve endişe duygusu, kendilerinin büyük bir felakete uğrayacağını sezmekten, bütün dünya işçilerinde devrimci bilimin ilerlemesinden doğmuştur. Burjuvazi, çalışan insanlığın edindiği tecrübenin, burjuva tarihçilerinin bilgece sözünü ettikleri tecrübenin mantıki gelişmesine inanmamayı pekiştirdi. Ama, tarih tek ilim olduğundan, ona da aynı şekilde «gem vurmak», ya da daha kolayı tarihin var olduğunu unutuvermek gerekir. Fransız şairi ve Fransız Akademisi üyesi Paul Valery Bugünün Dünyasına Bakışlar adlı eserinde tarihi unutmayı salık veriyor. Halkların felaketlerine sebep olduğundan ötürü, tarihi büyük bir ciddilikle yeriyor; geçmişi hatırlatmakla, tarih insanda hoş bir takım hayaller yaratır, insanların rahatını kaçırır diyor. Şairin insanlar dediği tabiî ki burjuvazidir. Paul Valery yeryüzünde başka insanlar bulunduğunu fark edecek kabiliyette de değil belki. Burjuvazinin son zamanlara kadar övündüğü tarih hakkında bakın şair ne diyor :
«Tarih zeka kimyasının ortaya attığı en tehlikeli üründür. Bu ürünün özellikleri pek bilinir: İnsana hayaller kurdurur, halkları mest eder, bunlarda yahlış bir takım hatıralar uyandırır, insanlardaki refleksleri abartır, insanların eski yaralarını deşer, rahatlarını kaçırır, bunları büyüklükler heyecanına sürükler ve milletleri acı, kurum satar, çekilme7, boş ve yavan hale getirir.» (1)
Görüyorsunuz ya, Valery avutuculuk görevinde son derece ileri gidiyor. Biliyor ki, burjuvazi milyonlarca insanı öldürmek hakkını kendinde görür. Yüzbinlerce kitabı, elbette ki, kolayca yok edebilir. Çünkü dünyadaki her şey kendi elinde olduğu gibi, kitaplıklar da elin-dedir. Tarih burjuvazinin rahat ve huzur içinde yaşamasına engel mi oluyor? Öyleyse, «kahrolsun tarih!» bütün tarihkitaplarını ortadan kaldırın. Okullarda tarih okutmayın. Geçmişi incelemenin sosyal bakımdan tehlikeli, hatta suç olduğunu ilan edin. Tarihle uğraşmak hevesinde olanların anormal oldukları bildirilecek, İnsan yüzü görmemiş ıssız, adalara sürülecektir, Asılolan şey, rahat ve huzurdur. Burjuvaziyi avutanların en çok üstüne titredikleri şey de işte budur. Oysa, rahat ve huzura kavuşmak için, Caillaux’nun da dediği gibi, aynı millet içindeki kapitalist yırtıcıların, açıkgözlülerin birbirlerine güvenmeleri lazımdır. Güvenin sağlanması içinde, Avrupa yırtıcıları ve esnafları yağma etsin diye başkasının ev kapısı, mesela, Çin’in kapısı açık durmalıdır. Oysa, Japon yırtıcıları ve esnafları başkasının kapısının kendilerinden başka herkese kapalı olmalarını isterler. Bahane de şu: Çin kendilerine Avrupa’dan daha yakındır, Çinlilerin yağma edilmesi ise Hintlilerin yağma edilmesinden daha uygundur. Zaten,isteseler de zor. Çünkü Hintlileri İngiliz «centilmenleri» yağma etmeğe alışmışlardır. Halkları yağma etme ve soyma yarışı iş adamları alemini yeni bir boğazlaşma ile tehdit eden bir takım zıtlıklar doğurur. Ayrıca, Paris’te çıkan haftalık Gringoire gazetesi, hastalığın asıl kaynağını bunda görüyor ve bir çok gazeteci, siyaset adamı, Piskopos, lord, maceracı ve dolandırıcı gibi, o da bütün Avrupa devletlerinin Sovyetler Birliğine silahlı bir müdahalede bulunmalarının şart olduğu üstünde ısrar ediyor. Öte yandan, Avrupa’da işsizlik artarken, işçi sınıfının devrimci bilinci de iyice gelişmektedir. Sözün kısası, «rahat ve huzuru» sağlamak imkânı pek az.Hatta en küçük imkân bile yok. Ama ben iyimser değilim. Burjuvazinin son derece ama son derece hayasız olduğunu bildiğimden, onun rahat ve huzur içinde bir hayata kavuşabileceğini gördüğüm bir çare biliyorum. Kolonya Milletvekili Bergin bu çarenin ne olduğunu 19 Şubatta verdiği söylevde şöyle belirtmişti:
«Hitler iktidara geldikten sonra, Fransızlar Alman toprağını işgal etmeğe kalkışırlarsa, biz de Yahudileri boğazlıyacağız.»
Bergin’in sözleri hakkında soruşturma yapan Prusya hükümeti Bergin’in halk önünde konuşma yapmasını yasak etmiştir. Bu tedbir Hitler taraftarlarını öfkelendirmiştir. Irkçı bir gazete bakın neler yazıyor:
«Bergin kanuni olmayan bir fiile teşvik suçu ile itham edilemez; biz iktidara geldikten sonra çıkarılacak bir kanunla Yahudileri boğazlıyacağız.»
Bu sözlere şaka diye, Alman blöfü diye bakılamaz. Avrupa burjuvazisi, bugünkü hali ile yalnız Yahudilerin kökünü kazıyacak bir kanun çıkaracak yetenekte olmakla kalmaz, kendinden başka türlü düşünenlerin, her şeyden önce, kendi insanlık dışı çıkarlarına karşı hareket edenleri de kökünü kazıyacak bir kanun çıkarmak kabiliyetindedir.
Bu «fasit daire» içinde sıkışıp kalmış olan avutucular avutma sanatlarını yavaş yavaş unutmakta, kendileri daha şimdiden avutulmağa muhtaç hale gelmektedirler. Bu avunmayı, prensip olarak, sadaka vermeyenlerden dilenmektedirler. Çünkü sadaka, dilenmek hakkını meşrulaştırır. Bunların başlıca marifetleri olan «iyi yalan söylemek» sanatı burjuva gerçeğinin iğrenç hayasızlığını artık gizliyecek güçte değildir. İçlerinden bazıları anlamağa başlamışlardır ki, dünyayı; soymaktan yorulmuş insanları, işçi sınıfının burjuvazinin hain maksatlarına gün geçtikçe daha fazla mukavemet etmesinden endişe duyan insanları, toplumu yıkma şekilleri, gibi, azgm kazanç hırslarını da azılı bir çılgınlık haline getirmiş insanları eğlendirmek ve avutmak, avutucuları için boş ve faydasız bir iş haline gelmek şöyle dursun, artık tehlikeli bir iş haline gelmiştir.
Kederli haydutları ve katilleri avutmakla suç sayılacak bir şeyler bulunduğu da gösterilebilir ama, bilir ki, kimse bununla ilgilenmeyecektir. Çünkü ahlak hayattangerekir diye sürüp çıkarılmıştır. Bugünün gerçeğinde, avutucu-aydın varlığının mantık tarafından çürütülmüş «üçüncü safha» haline geldiğini göstermek daha doğru olur.
Avutucu-aydın burjuvaziden geldiği halde, sosyal durumu ile bir emekçidir; ölmeğe mahkum, meslekten haydut ya da cani gibi ölümü tamamıyla hak etmiş kimselere hizmet etmekte feci ve insanı küçük düşüren bir şeyler bulunduğunu anlamış gibidir. Bunu anlamağa başlamaktadır; çünkü, burjuvazi bu avutucu-aydının hizmetlerine muhtaç olmaktan çıkmaktadır. Kendi gurubundan olan insanların burjuvaziyi tehdit ettiklerini, burjuvazinin «Aydın bolluğu var!» diye çığlığı basmasından anlamaktadır. Görüyor ki, burjuvazi «avunma »yi artık filozoflarda ve «düşünürler»de aramıyor,gelecek hakkında kehanetlerde bulunan şarlatanlarda arıyor. Avrupa gazetelerinin sayfaları iskambil bakanlarm, yıldızlardan ahkam kesenlerin, Hint fakirlerinin, bakıcıların, yazıdan karakter anlayanların, ispirtizma yapanların ve burjuvazinin kendisinden daha kara cahil bir sürü hokkabazın verdikleri haberlerle süslenmektedir. Fotoğraf ve sinema, resim sanatını öldürüyor. Ressamlar, açlıktan ölmeyelim diye, yaptıkları resimleri patatesle, ekmekle, küçük burjuvaların eski elbiseleri ile değiş-tokuş ediyorlar. Paris’te çıkan bir gazetede şu alaycı haber vardı;
«Berlinli sanatçılar arasında sefalet almış yürümüştür. Bu sefaletten hiç bir kurtuluş umudu yok. Sanatçılar arasında bir yardımlaşma örgütü kurulmak isteniyor ama, kazanamıyan, hayata hiç bir kazanç umudu olmıyan insanlar kendi aralarında ne türlü bir yardımlaşma örgütü kurabilirler? Onun için, sanatçı Annot -Jaçobi’nin ortaya attığı ilginç fikir Berlin sanat çevrelerinde sevinçle karşılanmıştır. Annot -Jacobi ticaret eşyasıyla değiş-tokuş yapmayı teklif ediyor. Kömür tüccarları, sanatçılara heykel ve tabloya karşılık kömür versinler. Gün gelecek, kömür tüccarları yaptıkları bu değiş – tokuş işinden ötürü pişman olmayacaklardır. Diş doktorları ressamların dişlerine baksınlar. Bir diş doktorunun bekleme odasında iyi bir tablo ne kadar yer tutar? Kasaplar, sütçüler de bu türlü fırsatlardan faydalanacaklar: Hem iyi bir iş yapmak, hem de beş para vermeden gerçek sanat eserlerine sahip olmak, Sanatçı Annot – Jacobi’nin fikrini geliştirmek ve uygulamak düşüncesiyle, Berlin’de özel bir büro kurulmuş.»
Bu ticaret eşyası değiş-tokuş etme işini haber veren gazete bu değiş-tokuşun Paris’te de yapıldığını atlayıp geçmiş.
Sinema, büyük tiyatro sanatını yavaş yavaş öldürmektedir. Burjuva sinemasının ahlak bozucu etkisinden söz etmekte gereksiz. Bu herkesin gayet iyi bildiği bir şey. Sinema, duygu ile ilgili bütün konuları kullandıktan sonra, insan vücudunun gayri tabiliklerini teşhir etmeğe başlıyor.
Holivut’taki Metro-Goldwin-Mayer stüdyosunda garip bir siname aktörleri grubu bir Acayiplikler filmi çevirmek için bir araya toplanmış. Bu filimde leyleğe şaşılacak derecede çok benziyen Ku-ku adlı genç kız-kuş insan iskeleti. P. Robinson, çolak olarak doğmuş olup ayaklarıyla büyük bir ustalıkla dantel işliyen Martha var. Stüdyoya «toplu iğne kafa» dedikleri Schiltze’yi getirmişler : Vücudu tabiî olarak gelişmiş ama, bir toplu iğne kadar küçücük kafası olan bir kadın bu. Aralarında gür sakallı başka bir kadın, Olga var. Josephine -Joseph diye bir başkasının vücudunun yarısı erkek, yarısı kadındır. Hilton adlı Siyamlı ikizler, cüceler, v.b. de cabası.
Barnai, Possart, Mounet-Sullay’ler ve bu soydan büyük sanatçılara artık ekmek yok. Fairbanks, Harold Loyd ve daha bir sürü hokkabaz bu sanatçıların yerini almışlardır. Ayni şekilde, caz klasikleri müziğin koltuğu kurulmuştur. Stendhal, Balzac, Dickens ve Flaubert tası tarağı toplayıp gitmiş: bunların yerini büyük örgüt kuranların malını mülkünü koruyan bir polis hafiyesinin küçük hırsızlar ve katilleri nasıl yakaladığını anlatmakla usta Wells gibi kimseler bunların yerini al-mıştır. Posta pulları ve tramvay biletleri kolleksiyonu yapmak, eski ustaların eserlerini kötü kötü taklit eden tablolar koleksiyonu yapmak burjuvazinin sanat ihtiyacını gidermeğe yeter de artar bile.
Burjuvaziyi ilim konusunda ilgilendiren şey, halkın vücut kuvvetlerini — pek ucuz ve en elverişli şekilde — sömürme usulleri yollarıdır. Burjuvazinin gözünde ilim bu sınıfın zenginleşmesine yaradığı sürece, sefahat düşkününün cinsî enerjisini arttırdığı sürece bir anlam ifade eder. İlmin güttüğü esas hedeflere burjuvazinin aklı ermez. Fikri gelişme kapitalizmin boyunduruğu altında bitkin hale gelen insanlığın vücudunu sağlıklı hale getirme, hareketsiz duran maddenin enerji haline getirilmesi, insan vücudunun yapısında ve gelişmesindeki sırları keşfetmek, bütün bunlar Orta Afrikalı bir vahşi için ne kadar az ilgi çekici ise, bugünün burjuvazisi için de o kadar az ilgi çekicidir.
İşlerin gidişatını iyice kavrayan bazı aydınlar ken-di eserlerinin, kendi «hür düşüncelerinin ürünü ve kendi «bağımsız irade»leri saydıkları «kültür konusundaki yaratma»nın artık kendilerine ait olmadığını anlamışlardır. Kültür bugünkü kapitalizmin bir iç zorunluğu olmaktan çıkmıştır. Çin olayları 1914’te Louvain Üniversitesiye kitaplığının yanıp yıkılmasını kendilerine hatırlatmış, dün kendilerine Japon toplarının Şanghay’da Tunzi Üniversitesini, deniz kolejini, Tıp Fakültesini, balıkçılık okulunu, Millî üniversiteyi, ziraat kolejini, mühendis kolejini, İşçi Üniversitesini yakıp yıktığını öğretmiştir. Ne bu barbarlık hareketi kimseyi isyan ettiriyor, ne de kültür kurumları için ayrılan ödeneklerin azalması kimseyi öfkelendiriyor. Bunun böyle olduğu zaten miletlerin harıl harıl silahlanmasından anlaşılıyor.
Ama söylemeğe hacet yok. Avrupa ve Amerika ay-dınlarının yalnız küçücük bir kısmı çaresiz ortada kaldıklarını anlamışlardır. Kendi kendilerine : «Ne tarafa gitmeli?» diye soruyorlar. Eski alışkanlığa uyup, burjuvazi ile birlikte işçi aleyhinde mi yürümeli? Yoksa, şeref ve namusa uyup, işçi ile birlikte burjuvazinin aleyhine mi yürümeli? Aydınların çoğu ise, geçmişte olduğu gibi, bugün de efendileri olan kapitalizme hizmet etmekle yetiniyorlar. Oysa, aydın uşaklarının ve avutucularının manevi uysallığını, avutma işinin etkin olmadığını ve boş olduğunu gayet iyi anlayan efendileri böyle bir uşağı açıkça hakir görmeğe ve böyle bir uşağın lüzumlu olup olmadığından şüphe etmeğe başlamışlardır.
Küçük burjuvayı avutmakta uzman kesilmiş kimselerden sık sık mektuplar aldığım olur. Bay Swen Elverstadt’tan aldığım aşağıdaki mektup ta bunlardan biridir:
«Sayın Gorki, Bütün dünya bugün umutsuzluğa kadar varan korkunç bir şaşkınlık ve kararsızlık içindedir. Bu şaşkınlık ve kararsızlık yeryüzündeki bütün ülkeleri sarsan o korkunç iktisadi buhrandan ileri -gelmektedir. Dünyanın sürüklendiği bu facia beni Norveç’in en çok okunan gazetesi Tidens Tagn’da bu büyük ve müthiş felaketin kurbanı milyonlarca insanın maneviyatını yükseltmek ve umutlarını uyandırmak hedefini güden bir makale dizisi hazırlamağa zorladı. Bu hedefi göz önünde tutup, edebiyatın, sanatın, ilmin ve siyasetin temsilcilerine başvurarak, kendilerinden halkları iki yıldır kara düşünceler içinde tutan bu feci durum hakkında ne düşündüklerini sormayı faydalı buldum. Hangi devletten olursa olsun, her vatandaşşu mesele ile karşı karşıyadır: Zalim kaderin sert darbeleri altında ölmek mi, yoksa buhranın doğru bir şekilde çözümlendiğini görmek umudu ile mücadeleye devam etmek mi? Bugünkü feci durumun elverişli bir sonuca varacağı umudu herkesin mutlaka özlediği bir şeydir. Sözlerine herkesin kulak vermeğe alıştığı bir insan tarafından öne sürülecek iyimser bir fikri okuyan herkeste bu umut, parlak bir alev gibi tu-tuşacaktır. Onun için, bugünkü durum hakkındaki düşüncenizi, birkaç satırla da olsa, bana bildirmenizi rica etmek cesaretini gösterdim. Düşünceniz, hiç şüphe yok ki, bir çok kimseleri umutsuzluktan kurtaracak ve bu insanlara geleceğe güvenle bakmak kuvvetini verecektir.
Derin saygılarımla,
Swen Elverstadt.»
«Birkaç satırın» şifa verici kuvvetine, cümlenin gücüne olan saf inançlarını henüz kaybetmemiş, bu mektup yazarı gibi bir çok kimse vardır. Bu kimselerin inançları o kadar sal’ ki, nerdeyse insan inançlarının samimi olduğundan şüphe bile edecek. İyice çökmüş olan burjuva alemini iki üç cümle de, iki yüz, üç yüz cümle de canlandıramaz. Bütün ülkelerin Parlamentolarında ve Milletler Cemiyetinde her Allanın günü binlerce cümle söyleniyor; ama, bunların ne kimseyi avuttuğu ve kimsenin yüreğine su serptiği var, ne de kimsede burjuva uygarlığının o karşı gelinmez buhranın gelişmesini durdurabilmek umudunu uyandırdığı var. Küçük burjuvaya ilme «gem vurmak», ilmi «disipline sokmak»öğüdünü vermek üzere, eski bakanlar ve daha bir sürü aylaklar şehir şehir dolaşıyorlar. «Her şeye karşı ilgisiz olan, ötedenberi canı sıkılan» gazeteciler bu adamların ettikleri gevezelikleri hemen dillerine dola-dılar. Bu insanlardan biri olan Emil Ludwig —ciddi bir gazete olan— Daily Express’te uzmanların kapı dışarı edilmelerini salık veriyor. Küçük burjuva bu yavan herzelerin hepsini dinliyor ve okuyor, bundan kendinegöre bir takım sonuçlar çıkarıyor. Avrupalı küçük burjuvanın üniversitelerin kapatılmasını faydalı bulmasından şaşılacak hiç bir taraf yok. Aslında, bundan önceki bir olayı hatırlaması elverir: Almanya’da her üniversiteden diploma alanlar için 6.000 boş yer açılır. Oysa, Alman Üniversiteleri ve yüksek okulları her yıl 40.000 mezun verir.
Burjuva edebiyatına ve gazeteciliğine «kültürlü kamu oyunu düzenleyicisi» rolü vermekte vatandaş D. Smith ve T. Morrison haksızsınız. Bu «düzenleyici», gerçeğin iğrenç hercümercini örtmeğe ve gizlemeğe çalışan asalak bir tabiattır. Gene de öyleyken, iğrenç gerçeği örtmemesini, çamuru ve pisliği örtmesini bilen sarmaşık ve yaban otları kadar olsun beceremiyor. Vatandaşlar, «Amerikalı her şeyden önce Amerikalıdır, ondan sonra insandır» tezini savunan gazetelerinizin kültür alanında oynadıkları rolü yanlış anlıyorsunuz. Irkçı Al-man gazeteleri de ırkçı her şeyden önce bir Âridir, ondan sonra doktordur, avukattır, filozoftur, diye öğretiyorlar. Fransız gazetecileri ise; Fransız her şeyden önce yenen bir insandır, onun için başkalarından daha iyi silahlanmasının şart olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Kafasını silahlandırması değil, elini silahlandırması.
Avrupa ve Amerika gazeteleri adeta yalnız ve yalnız okuyucularının kültür seviyelerini düşürmeye hararetle çalışıyorlar dense abartılmış olmaz. Ama boşuna zahmet, gazeteler daha bu işe burunlarını sokmadan okuyucunun kültür seviyesi zaten düşmüş bulunuyordu. Kendilerine iş bulan kapitalistlerin çıkarlarına uşaklık eden pireyi deve yapmakta usta gazeteciler, domuzların çıldırmış, zıvanadan çıkmış olduklarını tabii ki bildikleri halde, bu domuzlara gem vurmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler.
Mektubunuzda şöyle diyorsunuz:
«Avrupa’da yüreğimiz sızlayarak anladık ki Avrupalıların bize kini vardır.»
Bu çok sübjektif bir söz. Size filan ya da falan ayrıntıyı gördüren sübjektif bütünü görmenize engel olmuş. Bütün Avrupa’nın birbirine kin besleyen bir hava içinde yaşadığını fark etmemişsiniz. Almanlar kendilerini soyup soğana çeviren Fransızlara kin beslerler. Fazla kan hücumundan boğulan Fransızlar ise, İngilizlerden nefret ederler. Nitekim İtalyanlar da Fransızlara diş bilemektedirler. Bütün burjuvazi söz birliği edip Sovyetler Birliği’nin gözünü çıkarmağa çalışır. ‘300 milyon Hintlinin İngiliz lordlarına ve esnaflarına karşı besledikleri kin ayyuka çıkmıştır. 450 milyon Çinli Japonya’ya diş biler. Çin’i yağma etmeğe ötedenberi alışık olan bütün Avrupa ise, Çin’i, soymak hakkını yalnız kendinde gören Japonya’nın üstüne atılmağa hazırdır. Herkesin birbirine karşı beslediği bu kin, büyüyüp, gün geçtikçe daha kuvvetli, daha azgın hale gelmektedir. Bu kin, patlamağa hazır cerahatli bir çıban gibi, burjuvazinin içinde büyümektedir. Yeryüzünün en iyi ve engürbüz halklarının kanı belki yine dereler gibi akacaktır. Savaş, en gürbüz milyonlarca insandan başka, birçok değerleri de, bu değerleri vücuda getirmekte kullanılan pek çok hammaddeyi de mahvedecektir. Bütün bunlarvücut, maden, yakacak bakımından insanlığın yoksullaşmasıyla son bulacaktır. Söylemeğe hacet yok. savaş burjuvazinin milli grupları arasındaki kini ve nefreti ortadan kaldırmayacak. Kendinizi «evrensel insanlık kültürüne hizmet edecek güçte» ve «bu kültürün barbarlık seviyesine düşmesini önlemeğe bağlanmış» görüyorsunuz. Çok güzel. Peki, ama şu basit meseleyi ortaya koydunuz mu? Sırası gelmişken söyleyeyim, zaten hiç bir zaman «evrensel insanlık kültürü» olmamış ve emekçi halka karşı sorumsuz olan ve halkları birbirine düşman eden kapitalist, millî devletler bulundukçadaha uzun zaman «evrensel insanlık kültürü» mümkün olmayacaktır. Bu kültürü savunmak için bugün ve ya-rın ne yapabilirsiniz, elinizden ne gelir?
Peki, işsizlik gibi, işçi sınıfının açlık yüzünden tükenmesi gibi, çocuklar arasında fuhuşun artması gibikültürü yıkan olayların karşısına ne çıkarabileceğinizi soruyor musunuz? Halk kitlelerinin tükenmesi, kültürü doğuran alanın da tükenmesi anlamına gelir; bunu hiç düşündünüz mü? «Kültürlü» denilen tabakanın her zaman halk kitlesinden gelme bir kol olduğunu, elbette ki bilirsiniz. Çünkü, Amerikalılar Amerika Birleşik Devletlerinde gazete satan çocukların Cumhurbaşkanlığına kadar yükselmeleriyle övünmeğe alışıktırlar.
Bunu hatırlatışım, sadece çocukların görgüsüne işa-ret etmeğe önem vermemden ileri gelmektedir. Yoksa, başkanların yetenekleri üstünde durduğumdan değil. Zaten, bunların da yetenekleri var mı, yok mu, onu bildiğim yok ya!
Üstünde derin derin düşünmemiz gereken bir mesele daha var. 300 milyon Hintli İngiltere’nin köleleri olmanın hiç de tanrılar tarafından yazılmış bir alın yazısı olmadığını anlamağa başladıkları bir sırada, 450 milyonÇinlinin Avrupa – Amerika sermayesinin köleleri halinegetirebileceklerini kabul ediyor musunuz? Düşünün bir kere : Beş on bin yırtıcı ve macera düşkünü adam milyonlarca emekçinin sırtından oldum olasıya ve rahat rahat geçinsin. Hiç olacak şey mi bu? Dün böyleydi, bugün böyledir diye, bunun yarın da böyle olacağını iddia edebilir misiniz? Veba yüzyıllardır adeta normal bir olaydı ama bugün veba nerdeyse ortadan kalkmış gibidir. Vebanın yeryüzünde oynadığı rolü bugün burjuvazi tekrar ele almış ve renkli ırklara bütün beyaz ırka karşı derin bir kin aşılamak suretile bu renkli ırkları zehirlemektedir. Kültürün savunucuları, kapitalizmin ırklar savaşını kışkırttığı düşüncesinde değil misiniz?
Beni «kin ve nefret vaaz etmekle» yeriyor ve «sevgitohumu saçmamı» salık veriyorsunuz. Kapitalistleri seviniz; çünkü, sizin kuvvetinizi yeyip yutuyorlar; kapitalistleri seviniz; çünkü dünyanızın bütün hazinelerini boşu boşuna mahvediyorlar; demirinizi sizi öldürensilahlar yapmak için harcayanları seviniz; çocuklarınızı bile bile açlıktan geberten hergele tohumlarını seviniz; kendi rahat ve huzurları uğruna sizi topyekün öldürenleri seviniz; kapitalisti seviniz; çünkü, kapitalistin kilisesi kara cahilliğin karanlıkları içinde tutmaktadır. Benim işçilere böyle şeyler söyleyeceğime bayağı inanıyorsunuz demek. Vah, vah! İncil bu soydan şeyleri vaaz eder. Bunu düşünüp, «Hıristiyanlık»tan «kültürün desteği» diye söz ediyorsunuz. Doğrusu çok geç kalmışsınız. Namusu insanların «sevgi ve alçak gönüllülük tatlılığı»nın kültür üstündeki etkisini çoktandır ağızlarına aldıkları yok. Hrıstiyan burjuvazinin bugün kendi memleketinde ve sömürgeleıde alçak gönüllülüğü salık verdiği ve «ateşi ve kılıcı» her zaman kullandığından daha büyük bir cerbeze kullanarak kendini kölelere sevdirdiği, bir sırada, bu etkinin sözünü etmek hem imkânsızdır, hem de insanın canını sıkar. Siz de bilirsiniz ki, mitralyözler ve «göklerdeki tanrının sesi» bugün kılıcın yerini almıştır, nitekim, Paris’te çıkan bir gazete şu haberi veriyor :
«Afridilere (büyük bir Efgan kabilesi) karşı giriştikleri savaşta, İngilizler kendilerine büyük yardımı dokunan bir yöntem bulmuşlardır. Âsilerden bir grup aşılmaz yalçın dağlar arasında bir yaylaya çekilmişler. Tepelerinde hemen bir uçak belirmiş Afridiler silâha sarılmışlar. Ama, uçak bomba atmamış. Bomba atacak yerde, sözler dökülmeğe başlamış. Göklerden ineri bir ses asilere, kendi dillerinde, silahları bırakmalarını, Britanya imparatorluğuna karşı giriştikleri bu anlamsız rekabete son vermelerini salık vermiş. Böyle gökten inen seslerden şaşkına dönüp mücadeleden vazgeçmiş birçok asiler görülmüştür.
Tanrı dili ile yapılan deneyler Milano’da da tekrar ele alındı: Faşist milis teşkilatının kuruluş yıldönümünde bütün şehir faşizmi övmek için kısa söylev veren tanrının sesini duydu. General Balbo’vu dinlemek fırsatını bulan Milano’lular göklerden gelen seste generalin davudi sesini tanıdılar.»
İşte böyle. Tanrının varlığını ispat etmenin ve vahşileri köleleştirmekte onun sesinden faydalanmanın pek kolay bir yolunu bulmuşlar. Sanfransisko ya da Vaşington üstünde tanrının Japon edasıyla İngilizce konuşması beklenebilir.
Misal olarak bana «büyük adamları, büyük din adamları»nı gösteriyorsunuz. Bunu ciddi olarak söylemeniz pek hoş doğrusu. Büyük kilise adamlarının nasıl, ne ile ve niçin yaratıldıklarını öğrenmek meselesinin sözünü edecek değiliz. Ama bu adamlara dayanmadan önce, sağlam olup olmadıklarını bir denemeliydiniz. «Kilisenin yaptığı iş» hakkındaki hükmünüzde, ancak koyu bir cahillik temeli üstünde doğan o «Amerikan ülkücülüğünü» delil olarak gösteriyorsunuz. Hrıstiyan kilisesinin tarihi hakkındaki bilgisizliğiniz belki de şöyle izah edilebilir : Kilisenin insanları aklı ve vicdanı üstünde ettiği zorbalıkların ne türlü zararlar verdiğini Amerika Birleşik Devletlerinde oturanlar görmemişler ve duymamışlardır, bu zorbalıkların acılarını Avrupalıların çektikleri kadar çekmemişlerdir. Piskopos meclislerinin kanlı kavgalarını, kara taassubunu öğrenip, «büyük kilise adamları»nın hırsını ve açgözlülüğünün ne olduğunu anlamalıydınız. Hele Efes ruhanî meclisinin büyük dalavere hikâyesini ibretle okumalıydınız. Hrıstiyanlığın mezhepler tarihi, hristiyanlığın ilk yüzyıllarında «dinden sapanların» öldürülmelerini, ilk Yahudi katliamlarını Albigeois’ların, Taborite’lerin kökünün kurutulmasını, genellikle, tsa kilisesinin güttüğü kanlı siyaseti okuyup öğrenmeliydiniz. Engizisyon tarihi işin gizli taraflarını bilmeyenler için çok istifadelidir. Tabiî bu tarihi, hemşeriniz Waşington Lee’nin kitabından okumanız doğru olmaz. Çünkü, Engisizyonu tertipleyenVatikan kilisesi sansürü ve kitabı doğru diye kabul etmistir. Bütün bu olayları öğrenince, anlayacaksınız ki, kilise babaları azınlığın çoğunluk üstündeki hakimiyetini sağlamlaştırmak için canla başla çalışmışlar, resmî dinden ayrılan mezhepleri de. kilise adamlarının yalanlarını anlayan emekçi halk kitlesi içinde doğduklarından ötürü ezmişlerdir. Bu kilise babaları dini, köleler için yayıyorlardı; efendiler de, kölelerden korktuklarından dolayı bu dini kabul etmişlerdi. Tarihçiniz Van Loon «Büyük Tarihi Hatalar» adlı makalesinde, «Kilise İncil’in öğretileri lehinde savaşmamalı, aleyhinde savaşmalıydı» düşüncesini savunuyor ve diyor ki:
«Titus Kudüs’ü yakıp yıkmakla büyük hata etti. Filistin’den kovulan Yahudiler dünyanın her yerine dağıldılar. Kurdukları cemaatlerde Hıristiyanlık olgunlaşmış ve kuvvetlenmişti. Marx ve Lenin’in fikirleri kapitalist devletler için nasıl bir felaket olmuşsa, Hıristiyanlık da Roma imparatorluğu için öyle bir felaket olmuştu.»
Evvelce de böyleydi, hâlâ da böyle: Hıristiyan kilisesi çocukça komünizmle ve İncille mücadele etti. Kilisenin bütün «tarihi» bundan ibarettir.
Kilise bugün ne yapar? Tabiî, en başta dua eder. York başpiskoposu ile —Sovyetler Birliğine karşı hiç Haçlı seferine girişilmemesini vaaz eden— Canterbury başpiskoposu yeni bir dua kaleme aldılar; bunda İngilizikiyüzlülüğü ile İngiliz mizahı harikulade şekilde kaynaşmıştır. Bu uzun dua Pater Noster (İsa Babamız) duasının şeklini taklit eder. Piskoposlar tanrıya bakın nasıl sesleniyorlar :
«Refahı ve itibarı tekrar kurmak hedefini güden hükümet siyasetimiz sizin arzunuza da uygun olsun. Hindistan’ın gelecekteki idaresini düzene sokmak için girişilen şeylerin hepsi sizin de arzunuza uygun olsun. Yakında yapılacak silahsızlanma konferansı ve bu dünyada barışı kuvvetlendirmek için yapılacak her şey sizin de arzunuza uygun olsun. Ticaretin, kredide güvenin ve karşılıklı iyiliğin tekrar kurulması konusunda, bize günlük nafakamızı bağışlayın. Herkesin iyiliğine çalışan bütün sınıfların işbirliği yapmaları münasebetleriyle bize günlük nafakamızı verir. Milli gurur yüzünden suç işledikse, bütün kuvvetimizle başkalarının imdadına koşacak yerde, bunlara hakim olmaktan büyük bir zevk duyduksa, bizi affedin. İşlerimizin idaresinde egoistlik ettikse, kendi menfaatimizi ve sınıfımızın menfaatlerini öteki sınıfların menfaatlarından üstün tuttuksa, ettiğimiz bu hareketlerden ötürü bizi affedin.»
İşte tipik bir korkak esnaf duası! Bu uzun duada ettikleri «hakaretler»den dolayı tanrıdan on kere kendilerini «affetmesini» rica ediyorlar, ama, hakaret etmekten vazgeçmeğe hazır olduklarını ve vazgeçebilecek lerini bir kerecik söylemiyorlar:
«Millî gurur yüzünden ve bütün kuvvetleriyle başkalarının yardımına koşacak yerde, bunlara hekim olmaktan büyük zevk duymak gibi bir suç işlediklerinden ötürü.» tanrıdan yalnız bir defa «af» diliyorlar.
Bizi affedin, ama biz günah işlemekten vazgeçemeyiz : Söyledikleri işte budur. Ama, bu af dilemeyi kendileri için belki de sıkıcı ve küçük düşürücü bulan İngilizler rahiplerinin çoğu bunu reddetmişlerdir.
Bu dua 2 Ocakta Londra’daki Saint – Paul katedralinde okunmuş olmalı. Canterbury başpiskoposu bu duayı zevklerine uygun bulmayanlara duayı okumamak izi ni vermiştir.
Hıristiyan kilisesinin oynadığı yavan ve saçma komediler işte bunlardır. Rahipler tanrılarını işte böyle esnaf başı ve en gözde Avrupa esnaflarının bütün ticaret işlerinin koruyucusu haline getirmişlerdir. Ama, bir İsa bankası kuran İtalyan rahiplerini ve Fransa’da türlü işler gören Fransız rahiplerini unutup, yalnız İngiliz rahiplerinin sözünü etmek haksızlık olur. Rus göçmenlerinin Paris’te yayınladıkları gazetenin 15 Şubct tarihli sa-yısında çıkan bir habere göre, Mulhouse’daki :
«Resmi makamların emri özerine, başrahip Eğğ tarafından idare edilen Birlik adlı Katolik kitapevinin müdürü ve tezgahtarı yakalanmıştır. Kitabevi Almanya’dan ithal edilen açık saçık (ahlaka aykırı) resimler ve kitaplar satıyormuş. Bu «ticaret eşyası müsadere»
edilmiş. Bazı kitaplar, muhtevası bakımından, yalnız açık saçık olmakla kalmıyor, dini de çamurlara batırıyormuş.»
Bu türlü yüzlerce olay gösterilebilir. Bu olayların hepsi de aynı şeyi ispat eder : Kendisini eğiten patronun, kapitalizmin uşağı kilise kapitalizmi kemiren hastalıkların hepsiyle bulaşmıştır. Burjuvazinin vaktiyle, «kilisenin manevi yetkisine güvendiği» kabul edilirse, görülür ki, bu yetki «zeka polisliği» etmekten başka bir şey değildi. Yine bu yetki emekçi halka zulmetmek hizmetini gören örgütlerden bir; olmaktan başka bir şey değildi. Kilise «avutuyordu». İnkar etmem. Ama bu avutma, aklı söndürme vasıtalarından biriydi.
Hayır. Yoksula; zengini sev, işçiye; patronunu sev, diye vaaz etmek benim işim değildir. Ben avutmasını bilmem. Ötedenberi şunu gayet iyi bilirim ki, bütün dünyabir kin ve nefret havası içinde yaşamaktadır. Görüyorum ki, bu hava gittikçe koyulaşmakta, gittikçe aktif, gittikçe kurtarıcı hale gelmektedir.
«Mesleğinde bilgili olmak isteyen siz hümanistler», şunu biliniz ki, dünyada iki kin, borusunu örttürmektedir. Artık bunu anlamanızın zamanı gelmiştir. Bu kinlerden biri yırtıcı insanlar arasında ve rekabet alanında, ama, aynı zamanda, kendilerini mutlaka mahvolmakla tehdit eden gelecek korkusu yüzünden doğmuştu. Öteki kin, işçi sınıfının kini olup, gerçeğin iğrençliğinden ileri gelmiştir.. İşçi sınıfının iktidara geçmeğe hak kazandığı bilinci bu kini gün günden daha parlak hale gelen hirışıkla aydınlatmaktadır. Bu iki kin artık o hale gelmiştir ki, bunları ne hiç kimse, ne de hiç bir şey barıştırabilir.
Mektubunuzda diyorsunuz ki:
«Bir çok kimseler gibi, biz de memleketinizdeki işçi diktatörlüğünün işi köylülere zorbalık etmeğe kadar vardırdığı düşüncesindeyiz.»
Size bir öğüdüm var: Birçokları gibi düşünmeyiniz; Marx ve Lenin öğretisinin sosyal olguları namuslu bir şekilde inceleyen bilimsel düşünce tarafından ayrılmış nokta olduğunu, sosyal adalete, yeni kültür şekillerine götüren doğru yolun bütün aydınlığı ile ancak bu doktrinin tepesinden göründüğünü daha şimdiden anlamağa başlıyan —şimdilik sayıca az olan birkaç aydın gibi düşünmeğe çalışınız. Küçük bir çaba gösteriniz ve bütün tarihi çalışan insan kitlelerine, işçilere ve köylülere yapılmış maddi ve manevi, fikri zorbalıklarla dolu sınıfla olan akrabalığınızı —bir an için— unutunuz. Bu çabayı gösterirseniz, kendi sınıfınız sizin kendi düşmanınız olduğunu anlayacaksınız. Karl Marx büyük bir filozoftur. Onu Merihten gelmiş biri sanmayınız. Newton’un ve Darvin’in teorileri nasıl kendi dönemlerinde ilmi tecrübenin yükseldiği en yüksek nokta idiyse, Marx’ın doktrini de günümüz için öyledir. Lenin, Marx’tan daha sadedir, öğretici olarak da Marx kadar ustalığa sahiptir. Marx ile Lenin, hizmet ettiğiniz halktan size önce kuvvetini ve şan ve şöhretini, kar ikiyüzlülük ve yalan üstünde duran kendine uygun bir «kültürü» insanlık dışı zorbalık usulleriyle dün nasıl yarattığını, bugün nasıl yaratmağa devam ettiğini gösterecekler; sonra da, bu kültürün çürüme oluşumunu göstereceklerdir; günümüzdeki dağılışını da siz kendiniz anlıyacaksınız. Mektubunuzda ifade ettiğiniz telaş ve heyecanı doğuran da zaten bu oluşum değil mi? Şimdi de biraz «zorbalığın» sözünü edelim. Proleterya diktatörlüğü gelip geçici bir olgudur. Tabiatın ve burjuva devletin eski köleleri olan milyonlarca insanı kendi memleketinin ve hazinelerinin sahipleri haline getirmek ve bunları eğitmek için, bu şarttır. Bütün halk bütün köylüler aynı iktisadi ve sosyal şartlar içine yerleştirilince, bunlardan her biri kabiliyetlerine göre çalışmak, ihtiyaçlarına göre almak imkânını bulunca, işçi diktatörlüğü bir zorunluluk olmaktan çıkacaktır. Sizin ve daha birçoklarının anladığınız şekilde, «zorbalık» yanlış anlaşılmış bir şeydir. Ama çoğu zaman da bu bir yalan, Sovyetler Birliğindeki Komünist Partisine edilmiş bir iftiradır. «Zorbalık» fikri, svf bu işçi kültür eylemini sakatlamak, bu halkın ülkesini gençleştirmek ve bu memlekette yeni iktisadî şekiller vücuda getirmek için yaptığı çalışmayı sakatlamak maksadıyla, işliyen sosyal oluşuma uygulanmıştır.
Bence zorbalıkla hiç bir ilgisi olmayan bir sorun (cebrin) sözü edilebilir. Çünkü çocuklara alfabe öğretirken bunları öğrenmeğe zorlamayacak mısınız? Sovyetler Birliğindeki işçi ile Partisi köylülere, sosyal ve siyasi konuda, alfabe öğretiyor. «Çekiç ile örs» arasındaki hayatınızın faciasını siz aydınlara hissettiren bir kimse ya da bir şeyler var. Sosyal ve siyasi konuda size ilk harfleri öğreten bir kimse de var. O kimse tabiî ki ben değilim.
Köylülük —milyonlarca küçük toprak sahibi— hermemlekette yırtıcı insanların ve asalakların yetişmesine elverişli bir alandır. Kapitalizm bütün iğrençliğiyle işte bu alanda ortaya çıkmıştır. Köylünün bütün kuvvetini,bütün kabiliyetlerini bütün yeteneklerini sefil -113- F:8 aile ocağının kaygıları yer yutar. Küçük toprak sahibinin kültür konusundaki aptallığı tamamıyla milyonerin aptallığına benzer. Siz aydınlar bunu görmeli, anlamalısınız. Ekim 1917 Devriminden önce, Rusya’daki köylüler XVIII’inci yüzyıl şartları içinde yaşamağa devam etmekteydiler. Bu, hiç kimsenin karşı çıkamayacağı, hatta Sovyetler iktidarına karşı olan öfkeleri artık hem gülünç, hem de iğrenç hale gelen Rus göçmenlerin, bile karşı çıkamayacakları bir olaydır.
Köylüler yarı vahşi bir insan kitlesi, dördüncü kategori olarak kalmamalı. Köylüler kurnaz ve hilekâr mujiğe, toprak sahibine, kapitaliste yem olmamalı. Köylüler sefil ve parçalanmış, sefil sahibini besleyemeyen toprağı üstünde öldürücü şartlar içinde çalışan cahil, toprağını besleme, makinelerle işleme, ziraatı geliştirme imkanlarından yoksun olarak yaşamamalı. Köylüler bence dini düşüncenin karanlık taassubu içinde kalmış olan o uğursuz Malthus teorisini haklı çıkarmamalıdırlar. Köylü kitlesi gerçeği ve durumunun küçük düşürücü tarafını henüz anlamamışsa, işçi zorla da olsa, ona bunun bilincini aşılamak zorundadır. Oysa buna hiç lüzum kalmıyor. Çünkü 1914 -1918 boğazlaşmasının dehşetlerini yaşayıp. Ekim 1917 Devrimi ile gözü açılan Rus köylüsü kör değildir, pratik -olarak düşünmesini bilir. Kendisine gübre ve makine veriliyor; bütün okulların kapıları kendisine açıktır; her yıl binlerce köylü çocuğu mühendis, ziraat mühendisi, doktor olarak hayata atılmaktadır. Köylüler, Komünist Partisinde Sovyetler Birliği’nin 160 milyon başı, 320 milyon kolu olan tek bir efendi yaratmaya çalıştığını anlamaya başlamıştır. Asıi anlaşılması gereken şey budur. Memleketinde yapılan her şeyin sadece bir avuç zengin için değil, geniş halk kitleleri için yapıldığını anlıyor köylüler. Yine köylüler görüyorlar ki, Sovyetler Birliğinde kendileri için yalnız faydalı olan şey yapılıyor, memleketteki yirmi altı «Bilimsel Araştırma Enstitüsü», köylülerin çalışmasını kolaylaştırmak için, topraklarının verimini artırmaya çalışıyor.
Köylü yüzyıllardan beri oturduğu pis köylerde yaşamak istemiyor artık. Çocukları için okulları ve kreşleri, kendisi için de tiyatrolar, kulüpleri, kitaplıkları, sinemaları olan «ziraat şehirleri »ne yerleşmek istiyor. Köylüde öğrenmek ihtirası, kültürel ihtiyaçları gittikçe artmaktadır. Köylü bunları anlamamış olsaydı, Sovyetler Birliğin’de girişilen çalışma, on beş yılda işçilerin ve köylülerin kaynaşması enerjileri sayesinde elde edilen çok değerli sonuçlara varamazdı.
Burjuva devletlerindeki halk kitleleri, büyük çoğunluğu ile çalışmasının kültür bakımından kapsamı hakkında hiçbir fikri olmayan mihaniki bir güçtür.Memleketinizde tröstler, milli kuvvetleri sömüren yırtıcı ve açıkgöz teşkilatlar, emekçi halkın sırtından geçinen asalaklar birer efendi olarak saltanat sürerler. Bunlar birbirlerine düşman olduklarından, para üstünde ihtikâr yaptıklarından, birbirlerini mahvetmeye çalıştıklarından, borsada hileli facialar yaratırlar. Bunların ortalığı karıştırmaları işte memleketinizi görülmedik bir buhrana sürüklemiştir. Milyonlarca işçi açlıktan ölüyor, halkın sağlığına çare bulunamıyor, çocuk ölümü felaket denecek sayılara yükselirken, bir yandan da intiharlar çoğalıyor. Kültürün esas alanını teşkil eden insan enerjisinin tükendiği görülüyor. Buna rağmen işsizlere yardım işini düzenlemek için 375 milyon dolarlık bir ödenek ayrılmasını isteyen La Follette Castigan yasa tasarısı Parlamentonuz tarafından reddedildi. New-York American gazetesi, ise New-York’ta oturdukları evin kirasını veremediklerinden sokağa atılan işsizler ve aileleri hakkında şu sayıları vermektedir : 1930’da 153.731, 1931’de 198.738 kişi evsiz barksız kalmıştır. Bu yılın Ocak ayında, New-York’ta, her gün yüzlerce işsiz ailesi evlerinden atılmaktadır.
Sovyetler Birliğin’de hakim olanlar ve kanun yapanlar ve özel toprak mülkiyetini kaldırmanın zorunlu olduğu bilincine, tarlalardaki çalışmayı kollektifleştirmenin ve makineleştirmenin, bunun sonucu olarak memlekette tek ve gerçek efendiler olmanın zorunlu olduğu bilincine varmış bir kısım köylülerdir. Kollektif üretimdeki köylü sayısı durmadan artmaktadır. Yeni kuşak toprak köleliği kalıntılarını ve yüzlerce yıllık köle hayatından kalma peşin hükümleri ortadan kaldırmaya çalıştıkça, daha da artacaktır.
Sovyetler Birliğinde kanunlar, emekçi kitlesinin, derinliklerinde yaratılır, aktif hayat şartlarından doğar. Sovyet iktidarı ve Parti, işçilerin ve köylülerin çalışmasıyla çiçeklenen şeyi ifade etmekten ve tasdik etmekten başka bir şey yapmaz. Biliyoruz ki, işçilerin ve köylülerin bu çalışmasında güdülen hedef sınıfsız toplumu yaratmaktır. Parti, işçi kitlesinin örgüt merkezi, sinir sistemi ve dimağı olduğu ölçüde diktatördür. Bütün halk kitlesindeki kabiliyetlere bütün kapıları açmak maksadıyla, Parti en çok sayıdaki maddi enerjiyi en kısa zamanda fikri enerji haline getirmek hedefini benimsemiştir.
Bireyciliğe dayanan burjuva devleti gençleri kendi gelenekleri ve kendi menfaatleri doğrultusunda yetiştirmeye çalışır. Bundan daha tabiî bir şey olamaz. Yine de öyleyken, asıl burjuva toplumundaki gençler arasında, çoğu zaman, anarşist fikir ve teorilerin doğduğunu görüyoruz. Oysa, bu tabiî bir şey değildir. Ama bu gösteriyor ki, anormal ve sıhhatli olmayan bir çevrede boğulmuş insanlar, insanın kişiliğini sınırsız bir hürriyete kavuşturmak maksadıyla, toplumu tamamıyla yıkmak hayalleri kurmaya başlıyorlar. Biliyorsunuz ki, gençleriniz —aynı zamanda da Avrupa gençleri—, yani burjuva gençliği işi suç işlemeye kadar vardıran bir takını «çılgınlıklar» yapmak. Bu suçların işlenmesine sebep olan şey maddî ihtiyaç değildir. Daha çok, «yaşamak sıkıntısı», merak, «kuvvetli» duygular aramaktır. Bütün bu suçların temelinde kişi ve yaşayışı için elverişli olmayan bir değerlendirme vardır. Burjuvazi işçi ve köylü çevrelerinden gelme en kabiliyetli temsilcileri kendine çeker, bunları kendi menfaatlerine hizmet etmek zorunda bırakır; insana «belli bir ruhi refah», iyi bir ev, rahat bir yuva edinmek imkanı veren «hürriyet»i göklere çıkarır. Ama, elbette, inkar edemezsiniz ki, burjuva hayatının karşısına çıkardığı engelleri yenemeyen binlerceinsan toplumunuzda hasis bir refah yolu üstünde mahvolup gitmektedir. Avrupa ve Amerika edebiyatları kabiliyetli birçok insanın boşu boşuna mahvolup gittiğini gösteren tasvirlerle dolup taşmaktadır. Burjuvazinin tarihi, manevi bakımdan yoksullaşmasının tarihi demektir. Burjuvazi günümüzde hangi kabiliyetleri değerlendirebiliyor? Her soydan Hitler’den başka, kendini büyük görmek hastası cücelerden başka övünecek bir şeyi yok.
Sovyetler Birliği halkları bir yeniden gençleşme devri açmıştır. Ekim 1917 Devrimi yetenekli onbinlerce insanı aktif hayata davet etmiştir. Ama, bunlar işçi sınıfının güttüğü hedeflere varılmasını sağlayacak kadar çok ve kalabalık değildir. Sovyetler Birliğinde işsiz kalmış kimse yoktur; bu memlekette kuvvetler hiçbir zaman ve hiçbir yerde görülmedik bir hızla geliştikleri halde, her yerde, insan enerjisinin kullanıldığı bütün alanlarda yine de yeteri kadar kuvvet yoktur.
«Kültür ustaları» olan siz aydınların, halkın, iktidarı ele alınca, kültür alanında Önümüze geniş yaratma imkanları sereceğini anlamanız gerekir.
Tarihin Rus aydınlarına ne acı bir ibret dersi verdiğine hele bir bakınız: Emekçi halkın peşinden gitmediler, ama işte şimdi boş bir öfke içinde kendi kendilerini yiyerek göçmen hayatı içinde çürüyüp gitmektedirler. Pek yakında hepsi de ölecek, arkalarında «Bunlar birer haindi i» diye Korkunç; bir hatıra bırakacaklardır.
Burjuvazi kültür düşmanıdır. Kültür düşmanlığı etmemek de elinde olmayan bir şeydir. Bu gerçeği kapitalist devletlerin yaptıkları şeyler de kuvvetlendirmektedir. Sovyetler Birliği tarafından teklif edilen «bütün milletlerin silahları bırakması» tasarısını burjuvazi reddetmiştir. Yalnız bu olay kapitalistlerin sosyal bakımdan zararlı bir takım insanlar olduklarını, yeni bir cihaz boğazlaşması hazırladıklarını söylemeye fazlasıylayeter. Bu insanlar Sovyetler Birliğini gergin bir halde,bir savunma durumunda tutuyorlar. Sovyetler Birliğine saldırmayı, bu geniş memleketi sömürge pazarı haline getirmek işini yoluna koymaya çalışan kapitalistlere karşı savunma vasıtaları üretmek için işçi sınıfını en değerli zamanlarını ye malzemeyi harcamaya zorluyorlar. Sovyetler Birliği halkları kendilerini Avrupa kapitalistlerine karşı savunmak için harcadıkları hesapsız kuvvetleri ve mali imkânları insanlığın kültürün tekrar gençleştirmekte pekâlâ kullanabilirlerdi; çünkü Sovyetler Birliğindeki sosyalizmi kurma çalışmalarının bütün insanlığı da içine alan bir şumulü yardır.
Onun için, «Kültür ustaları, kimden yallasınız?» sorusunu da halletmenizin artık zamanı gelmiştir. Yeni hayat şekilleri yaratmak için kültür emekçileriyle mi berabersiniz, yoksa bu kuvvete karşı olan sorumsuz yırtıcı insanlar kastını muhafaza etmek için, başından çürümeye başlayıp ancak hareketsizliğin gücü ile yaşayabilen kastla mı berabersiniz?
Maksim Gorki
KÜLTÜR USTALARI, KİMDEN YANASINIZ?
[KÜÇÜK BURJUVA İDEOLOJİSİ]