Gılgamış Projesi: İnsanın ölümsüzlük arayışı – Yuval Noah Harari

738

İnsanlığın çözülemez görülen tüm problemleri içinde özellikle biri hem en ilginç, hem en önemli, hem de en can sıkıcı olanıdır: ölüm. Geç modern çağa dek çoğu din ve ideoloji, ölümün kaçınılmaz kaderimiz olduğunu kabul etti. Dahası çoğu inanç, ölümü hayattaki asıl anlam kaynağı olarak gördü.

İslamın, Hıristiyanlığın veya eski Mısır dininin ölümün olmadığı bir dünyada var olduğunu hayal etmeye çalışın. Bu akımlar insanlara ölümü yenmekten ve bu dünyada sonsuza dek yaşamaya çalışmaktansa, ölümle uzlaşmalarını ve umutlarını ölümden sonraki hayata taşımaları gerektiğini öğütlemiştir. Bu mantığa göre en sağlıklı zihinler ölüme anlam katan, ölümden kaçmaya çalışmayanlardır.
Bu bize kadar ulaşmış en eski mit olan Gılgamış destanının da temasıdır. Hikayenin kahramanı, dünyanın en güçlü ve becerikli adamı olan Uruk Kralı Gılgamış’tır. Dünyadaki herkesi yenebilen bu kralın en iyi arkadaşı olan Enkidu bir çarpışmada ölünce, Gılgamış arkadaşının bedeninin yanına oturur ve günler boyunca onu inceler; ta ki arkadaşının burun deliğinden bir kurtçuğun çıktığını görene kadar. Şiddetli bir korkuya kapılan Gılgamış asla ölmemesi gerektiğine karar verir. Ölümü yenmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Gılgamış evrenin sonuna doğru bir yolculuğa çıkar, bu yolda aslanları öldürür, akrep-adamlarla savaşır, alt dünyaya giden yolu bulur, Urshanabi’nin taştan devlerini parçalar, ölüler ırmağının denizcilerini alt eder ve nihayet ilk tufandan kurtulabilen Utnapishtim’i bulur. Ama yine de amacına ulaşamaz, eve eli boş ve her zamanki kadar ölümlü olarak döner, fakat yeni bir fikir edinmiştir. Gılgamış, tanrının insanları yarattığında ölümü kaçınılmaz bir kader olarak verdiğini ve insanların bununla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini öğrenmiştir.
İlerlemeciler bu kaderci tavrı benimsemezler. Bilim insanları için ölüm kaçınılmaz bir kader değil sadece teknik bir problemdir. İnsanlar tanrı öyle buyurduğu için değil kalp krizi, kanser, enfeksiyon gibi pek çok teknik sebepten ölmektedir. Her teknik problemin de teknik bir çözümü vardır. Eğer kalp teklerse bir elektroşokla tekrar harekete geçirilebilir veya yeni bir kalple değiştirilebilir; kanser vücutta ilerlerse ilaçlar veya radyasyonla yok edilebilir; bakteriler yayılırsa antibiyotikle kontrol altına alınabilir. Belki şu an tüm teknik sorunları çözemiyoruz ama çare bulmak amacıyla uğraşıyoruz. En zeki olanlarımız ölüme anlam katmakla uğraşmıyor, bunun yerine hastalık ve yaşlılığa neden olan fizyolojik, hormonal ve genetik sistemleri inceliyor ve yeni ilaçlar, devrim niteliğinde yeni tedaviler ve yapay organlar üreterek yaşamımızı uzatmaya ve bir gün ahiret yolculuğunu ortadan kaldırmaya çabalıyorlar.
Yakın zamana kadar bilim insanlarının veya başka hiç kimsenin bu kadar açık konuştuğunu duyamazdınız. “Ölümü yenmek mi? Ne kadar anlamsız bir söz! Biz sadece kanseri, tüberkülozu ve Alzheimer’ı tedavi etmeye çalışıyoruz,” derlerdi. İnsanlar ölüm konusunu açmamaya çalışırdı çünkü ölümü yenme hedefi çok uzaktı. Neden gereksiz beklenti yaratsınlar ki? Oysa şimdi bu konuda daha açık konuşabileceğimiz bir noktadayız. Bilimsel Devrim’in en önemli projesi insanlığa ebedi yaşam imkanı sunmaktır. Ölümü ortadan kaldırmak şimdilik uzak bir hedef bile olsa daha şimdiden birkaç yüz yıl önce düşünülemez kabul edilen pek çok şeyi başardık. 1199’da İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard sol omzundan bir okla vurulmuştu, bugün olsa hafif yaralandı derdik; ama 1199’da, yani antibiyotiklerin, etkili sterilizasyon yöntemlerinin olmadığı çağda, bu küçük yara enfeksiyon kaparak kangrene dönüştü. 12. yüzyıl Avrupa’sında kangreni durdurmanın tek etkili yolu etkilenen uzvu kesmekti; ama enfeksiyon omuzda olduğunda imkansızdı. Kangren, Richard’ın vücuduna yayıldı ve kimse krala yardım edemedi. İki hafta sonra acılar içinde öldü.
19. yüzyıl gibi yakın bir tarihte, en iyi doktorlar bile enfeksiyonu nasıl önleyeceklerini ve dokulardaki çürümeyi nasıl durduracaklarını bilmiyorlardı. Sahra hastanelerinde, doktorlar basit yaraları olan askerlerin bile el ve ayaklarını kangren korkusuyla hemen kesiyorlardı. Bu da diğer tıbbi operasyonlar gibi (örneğin diş çekme) anestezi kullanılmadan yapılıyordu. İlk anestetikler olan eter, kloroform ve morfin, Batı tıbbında ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren düzenli olarak kullanılmaya başlandı. Kloroformun icadından önce yaralı uzuv kesilirken, dört asker de yaralı arkadaşlarını kollarından ve bacaklarından tutuyorlardı. Waterloo Savaşı’ndan (1815) sonraki sabah, sahra hastanelerinin yanında bolca kesilmiş kol ve bacak görülmüştü. O günlerde orduya yazılmış kasaplar ve marangozlar genelde tıbbiyede hizmet veriyorlardı; cerrahi sadece bıçak ve testere kullanabilmeyi gerektiriyordu.
Waterloo’dan bu yana geçen iki yüz yılda tüm bunlar inanılmayacak ölçüde değişti. Haplar, enjeksiyonlar ve karmaşık ameliyatlar bizi bir zamanların kaçınılmaz ölüm cezası anlamına gelen pek çok hastalık ve yaralanmadan kurtarabiliyor, aynı zamanda pek çok günlük acı ve ağrıdan da koruyorlar, oysa modern öncesi insanlar bunları yaşamın bir parçası olarak kabul etmişti. Ortalama yaşam süresi tüm dünyada 25-40’tan 67’ye, hatta gelişmiş ülkelerde 80’lere fırladı.
En çok çocuk ölümleri geriledi. 20. yüzyıla kadar tarım toplumlarındaki çocukların ortalama üçte biri yetişkinliğe asla ulaşamıyordu, çoğu da difteri, cüzzam ve çiçek gibi çocukluk hastalıkları sebebiyle ölüyorlardı. 17. yüzyıl İngilteresinde her bin yeni doğandan 150’si ilk yılları içinde, çocukların üçte biri de on beş yaşına gelmeden hayatını kaybediyordu;[85] bugünse bin İngiliz bebeğinden ilk yılda sadece 5’i, 15 yaşından önce de sadece 7’si ölüyor.
Bu rakamların ne anlama geldiğini tam olarak anlamak için istatistikleri bir kenara koyup bazı hikayelere odaklanmalıyız. İngiltere Kralı I. Edward (1237-1307) ve karısı Kraliçe Eleanor (1241-1290) iyi bir örnektir. Çocukları, ortaçağda mümkün olabilecek en iyi koşullarda büyüyor ve en iyi şekilde besleniyordu. Saraylarda yaşıyor, istedikleri kadar gıda tüketebiliyorlardı, sıcak tutan kıyafetleri vardı, yakacakları boldu, mümkün olan en temiz sudan içiyorlardı, bir hizmetliler ordusu onlara hizmet ediyordu ve en iyi doktorlar da emirlerindeydi. Kayıtlar Kraliçe Eleanor’un 1255’le 1284 arasında 16 çocuk doğurduğunu yazar:
1- Adı bilinmeyen bir kız çocuğu 1255’te doğumda öldü.
2- Catherine adında bir kız çocuğu 1 ya da 3 yaşında öldü.
3- Joan, diğer bir kız çocuğu 6 aylıkken öldü.
4- John adında bir erkek çocuğu 5 yaşında öldü.
5- Henry, 6 yaşında öldü.
6- Eleanor adlı kız çocuğu 29 yaşında öldü.
7- Adı bilinmeyen başka bir kızı 5 aylıkken hayatını kaybetti.
8- Joan 35 yaşında öldü.
9- Alphonso 10 yaşında öldü.
10- Margaret 58 yaşında öldü.
11- Berengeria isimli bir kız çocuğu 2 yaşında öldü.
12- Diğer bir adı bilinmeyen kızı doğumdan kısa süre sonra öldü.
13- Mary adlı kızı 53 yaşında öldü.
14- Adı bilinmeyen bir erkek çocuğu, doğumdan hemen sonra öldü.
15- Elizabeth 34 yaşında öldü.
16- Edward adında bir oğlan çocuğu.
En gençleri olan Edward, çocukluğun tehlikeli yıllarında hayatta kalabilen ilk erkekti ve babasının ölümünden sonra Kral II. Edward olarak İngiliz tahtına çıktı. Başka bir deyişle, Eleanor’un bir İngiliz kraliçesinin en önemli görevi olan kocasına bir veliaht verebilmesi için 16 kez doğurması gerekmişti. II. Edward’ın annesi muhtemelen olağanüstü sabırlı ve dayanıklı bir kadındı. Edward’ın kendisine eş olarak seçtiği Fransız Isabella ise öyle değildi. Isabella, Edward 43 yaşındayken onu öldürdü.
Bilebildiğimiz kadarıyla Eleanor ve I. Edward sağlıklı bir çiftti ve çocuklarına herhangi bir ölümcül genetik hastalık geçirmediler, ama 16 çocuklarından 10’u (yüzde 62) çocukluklarında öldü, sadece 6’sı 11 yaşını geçebildi ve sadece 3’ü (yalnızca yüzde 18) 40 yaşını geçebildi. Bu doğumlara ek olarak, Eleanor’un muhtemelen düşükle sonuçlanan hamilelikleri de oldu. Edward ve Eleanor ortalama her üç yılda bir çocuk kaybettiler, arka arkaya on çocuk. Günümüzde bir ebeveynin böyle bir kaybı anlaması veya hayal edebilmesi mümkün değildir.
Gılgamış Projesi, yani ölümsüzlük arayışı, ne zaman sonuçlanacak? Yüz yıl mı? Beş yüz yıl mı? Belki bin yıl? İnsan vücuduyla ilgili daha 1900’de bile bugüne kıyasla ne kadar az şey bildiğimizi ve bir yüzyılda ne kadar çok şeyi öğrendiğimizi düşündüğümüzde, iyimser olmak için elimizde çok sebebimiz var. Genetik mühendisleri yakın zamanda Caenorhabditis elegans adlı kurtçuğun ortalama yaşam süresini altı kat uzatmayı başardılar. Aynısını Homo sapiens için de yapabilirler mi? Nanoteknoloji uzmanları, milyonlarca nanorobottan oluşan biyonik bir bağışıklık sistemi geliştiriyorlar; bu sistem vücutlarımıza girerek tıkanmış kan damarlarını açacak, virüsler ve bakterilerle savaşacak, kanserli hücreleri ortadan kaldıracak hatta yaşlanmayı bile tersine çevirecek. Bazı ciddi akademisyenler 2050 yılı itibariyle bazı insanların “yaşlanmaz” (ölümsüz değil, çünkü bir kaza sonucu ölebilirler; yaşlanmaz, ölümcül bir darbe olmazsa yaşamın sonsuza kadar uzatılabileceği anlamında kullanılıyor) olacağını ileri sürüyor.
Gılgamış Projesi başarıya ulaşsın ya da ulaşmasın, tarihsel bir perspektiften bakıldığında, daha şimdiden çoğu geç modern çağ dinlerinin ve ideolojilerinin ölümü ve ölümden sonraki hayatı hikayelerinden çıkarmış olması çok çarpıcıdır. 18. yüzyıla kadar dinler ölümü ve ölümden sonraki yaşamı hayatın asıl anlamı olarak gördüler. 18. yüzyıldan itibaren ise dinler ve liberalizm, sosyalizm ve feminizm gibi ideolojiler ölümden sonraki hayatla ilgilenmez oldu. Bir komünist öldükten sonra tam olarak ne olur? Ya da bir kapitalist? Veya bir feminist? Bu sorunun cevabını Marx’ın, Adam Smith’in veya Simone de Beauvoir’ın eserlerinde aramak boşunadır. Ölüme hâlâ iyi kötü merkezi bir rol biçen tek ideoloji milliyetçiliktir. Özellikle de şiirsel ve romantik anlarında milliyetçilik ulusu için ölenlerin her zaman kolektif hafızada yaşatılacağını iddia eder ama bu iddia o kadar hayalidir ki, çoğu milliyetçi bile bunun karşısında ne yapacağını bilemez.

Yuval Noah Harari
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz