Gerçek Yaşam Edebiyattır – Proust


Yakalanan Zaman-Kayıp Zamanın İzinde(içinden)

Gerçeklik, simgelerle anlatılan küçük şeylerin içinde bulunduğuna göre (bir uçağın uzaktan gelen sesindeki, Saint-Hilaireare kulesinin çizgillerindeki görkem, bir madlen çikolatasının tadındaki geçmiş, vb.) ve bunlar, anlamları çözülüp açığa çıkarılmadıkça kendiliklerinden bir anlam ifade etmediklerine göre, simge edebiyatının herhangi bir değeri nasıl olabilir?

Belleğimizin koruyup sakladığı şey, giderek, doğru olmayan, içinde vaktiyle gerçekten duyumsadıklarımızdan hiçbir şey kalmamış olan, bizim gözümüzde kendi düşüncemizi, yaşamımızı, gerçekliği oluşturan ve ancak, yaşam gibi basit, güzellikten yoksun, gözlerimizin gördüğünden çok daha sıkıcı ve daha boş ve zekâmızın, insanın, kendini ona veren kişinin neşelendirici ve canlandırıcı, onu harekete geçiren ve uğraşında ileri götüren kıvılcımı neresinde bulduğunu kendi kendine sorduğu, sözümona “yaşanmış” bir sanatı canlandıran tüm bu ifadelerin oluşturduğu zincirden ibaret kalır.

Gerçek sanatın büyüklüğü, M. de Norpois’nın bir özengen oyunu adını verdiği sanatın büyüklüğü, tersine, kendisinden uzak yaşadığımız, yerine koyduğumuz bilgi kalınlık ve geçirimsizlik kazandığı ölçüde giderek kendisinden daha da uzaklaştığımız o gerçekliğin yeniden bulunması, yeniden yakalanmasıydı, bilmeksizin ölebileceğimiz, kendi yaşamımızdan başka bir şey olmayan o gerçekliğin.

Gerçek yaşam, sonunda keşfedilmiş ve aydınlanmış, dolayısıyla da gerçekten yaşanmış yaşam, edebiyattır. Bir anlamda, tüm insanlar gibi, sanatçıyı da her an sarmalayan o yaşam. Ama insanlar onu görmüyor, çünkü onu aydınlatmaya çalışmıyor. Ve böylece, geçmişleri yararı olmayan sayısız klişeyle doluyor, çünkü zekâları bunları “geliştirmiyor”. Yaşamımız; dolayısıyla başkalarının da yaşamı, çünkü yazar için üslup, ressam için de renk teknik bir sorun değil, görüş sorunudur. Bu, dünyanın bize görünüş biçimindeki nitelik farkının, dolaysız ve bilinçli yöntemlerle asla ortaya çıkmayacak o farkın, sanat olmasa, hepimizin içinde sonsuzluğa kadar bir giz olarak kalacak olan farkın açığa vurulmasıdır.

Yalnızca sanat sayesinde kendi dışımıza çıkabilir, bir başkasının bu evreni hangi gözle gördüğünü öğrenebiliriz; bizimkiyle aynı olmayan ve bu görüşü öğrenmediğimiz sürece, bize sunduğu manzaralar bizim için, Ay’daki manzaralar kadar bilinmez kalacak olan bu evreni. Sanat sayesinde tek bir dünyayı, kendi dünyamızı görecek yerde, bu dünyanın çoğaldığmı görürüz ve sahip olduğumuz, birbirinden farklı olduğu kadar, sonsuzluğa akıp giden dünyalardan da farklı dünyaların sayısı özgün sanatçıların sayısı arttığı ölçüde artar ve adı Rembrandt ya da Ver Meer olsun, çıktıkları ışık kaynağı çoktan sönmüş olduğu halde, bize hâlâ özgün ışıklarını gönderirler.

Sanatçının bu uğraşı, yani maddenin ardında, deneyimin ardında, sözcüklerin ardında farklı şeyler algılamaya çalışma uğraşı, kendimize sırtımız dönük yaşadığımızda bizim yaptığımız şeyin tam tersidir; özsaygı, tutku, akıl ve alışkanlık da gerçek izlenimlerimizin üzerine -bunları bizden bütünüyle gizlemek için- sözcükleri, pratik amaçları yığdığında, yanlış olarak yaşam adını verdiğimiz şey ortaya çıkmış olur.

Sonuç olarak, böylesine karmaşık olan bu sanat, yaşayan tek sanattır. Bu sanat, başkalarına bir şey anlatan, bize de kendi öz yaşamımızı, “gözlenemez” olan, gözlenebilen görünüşlerinin anlaşılır bir dile çevrilmesi ve çoğu zaman tersten okunup zorlukla çözülmesi gereken yaşamı gösteren sanattır. Özsaygımızın, tutkumuzun, öykünme anlayışımızın, soyut aklımızın, alışkanlıklarımızın ortaya koyduğu bu uğraş, sanatçının bozacağı uğraştır, ters yönde yol alıştır, vaktiyle gerçekten varolmuş şeylerin içimizde bilinmezlik içinde yarlığı, sanatın bize onları izleteceği derinliklere dönüştür.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz