Kırbaç ve Kalem
18. yüzyıl Fransa’sının en iflah olmaz hikayesidir, sadizm kelimesinin isim babası olan Marquis de Sade’ınki.
Sade, 1740 yılında aristokrat bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşta bir Cizvit okuluna verilir. Sonra da askeri okula devam eder. Dinsel ve askeri disiplin tüm eğitim hayatına damgasını vurur. Otoriteyle, yerleşik ahlak kalıplarıyla ve dogmalarla meselesi hiç şüphesiz kişiliğinin oluştuğu bu yıllarda başlar. 23 yaşındayken ailesinin uygun bulduğu soylu bir kadınla evlenir. Hayatının bu aşamasına kadar her şey normaldir. Adında “de” bağlacı olan bir Fransız soylusu olarak, kendinden beklenenleri sırasıyla yerine getirmiştir. Önce dini bir eğitim, sonra orduya hizmet, ardından aile mülkiyetini tehlikeye atmayacak sınıfsal bir evlilik…
Ama Sade birden değişir. Belki de kendisi olmaya karar verir. 1760’lar boyunca defalarca tutuklanır ve hapse tıkılır. Suçu şehvet dolu gecelerdir. Şatosuna devamlı olarak fahişeler, hizmetçiler, dilenciler alır. Onlarla tuhaf oyunlar oynar. Sade’ın yatak odasında şiddet vardır. İplere sıkı düğümler atılır. Kırbaçlar havada uçuşur. Kan akar. Çığlıklar yankılanır. Sade karşısındaki bedenleri acımasızca kullanır. Kurbanları acıyı sonuna kadar tadarlar, aşağılanırlar ve birer nesneye dönüşürler. Sade’ın ruhundaki iktidar arsızı, sadece hükmü altındakilerin edilginliğiyle tatmin olur. Markinin sadık uşağı da işin içindedir. Efendisi ne emrederse yapar. Kalabalık bir cinsel ayindir söz konusu olan. O anlarda Sade’ın vazgeçemediği aksesuarların başında ise Meryem ve İsa’yı tasvir eden heykeller, haçlar, İncil gibi dinsel objeler gelir. Bunları yerlere atar, parçalar, üstünde tepinir, hiç olmadık yerlere sokar, kendi özsuyuyla ıslatır…
Simone De Beauvoir: Sade’ı öldürüp, son isteklerinden sadece birine uydular
Kurbanlardan bazıları yaşadıkları gece hakkında kimseyle konuşamazlar. Sokağa çırılçıplak fırlayarak Sade’ın elinden kurtulan bazıları ise soluğu hemen polis merkezinde alırlar. Anlatılan hikayeler herkesi şoke eder. Sade hemen tutuklanır. O artık dile düşmüştür. Toplumsal bir lanetin ortasında bulur kendini. Soylu ailesi utanç içindedir. Ama yine de hapisten her çıktığında aynı oyunları oynamayı sürdürür. Uslanmaya niyeti yok gibidir. Arandığını öğrenince baştan çıkardığı rahibe/bakire baldızıyla İtalya’ya kaçar. Sonra gizlice Fransa’ya döner. Tekrar tutuklanıp hapse atılır. Bir fırsatını bulup oradan kaçar ve hayatına gizlenerek devam eder. Fakat kimliğini deşifre etmeden duramaz. Her gittiği yerde genç kızlarla bildik maceralarına devam eder. 1778’de tekrar tuksak düşer. Bu sefer aralıksız 12 yıl sürecek hapishane hayatı onu beklemektedir. Sade ortaçağdan kalma kalelerin zindanlarında yıllar geçirir. 1784’te Paris’e, Bastille nakledilir. Devrime kadar burada kalır. Rejimin simgesi kabul edilen Bastille’in halk tarafından basılması ve sonrasında gelişen olaylar Sade’ı özgürlüğüne kavuşturur.
Sade’ın Jakobenlerle arası hiçbir zaman sıkı fıkı olmaz. Ne de olsa soyludur. Topraklarını ve şatosunu kaybeder. Geçmişi ise suçlarla doludur. Yine de Sade dışarıda olmanın keyfini sürer. Akıllanmış gibidir. Devrimci yönetimden çeşitli bürokratik görevler almayı başarır. 1791 yılında “Justine” yayınlanır. Tutuklanma korkusundan dolayı bu kitabın yazarı olduğunu inkar eder. Ama hiç kimse ona inanmaz. Herkes bilir ki, o satırları Sade’dan başkası yazamaz. Yeni yüzyıla girildiğinde Fransa’da bir çok şey değişmeye başlamıştır. Napolyon iktidara yürüyordur. Bir polis aramasında Sade üstünde el yazmalarıyla yakalanır. Böylece yine hapishaneye düşer. 1814 yılında 74 yaşındayken akıl hastanesi hapishane karışımı bir tutsaklık mabedinde ölür…
Zindanlarda kaldığı uzun yıllar boyunca varoluşunun tek ifade biçimi olarak dört elle sarıldığı yazma edimi olmasaydı, Sade tarihe en iyi ihtimalle şehvet düşkünü sapkın biri olarak geçecekti. Belki yine sadizmin isim babası olmayı becerebilirdi. Ama yazmak Sade’a bambaşka bir kimlik kazandırır. Yapıtları Fransa’da bile 20. yüzyılın ortalarına kadar yasaklı kalsa da, o yer altı edebiyatın en popüler ismi olur. Hatta adı büyük filozofların arasında anılır.
Sade, kendi çağında yalnız bir adamdır. Aristokrat olmasına rağmen kendi sınıfından her zaman nefret eder. Yükselen burjuvaziye şüpheyle bakar. İktidarı ele geçiren sınıfın baskıcı bir kimliğe büründüğünü kendi gözleriyle görmüştür. Halka karşı ise her zaman uzaktır. İnsanların geleneksel ahlak anlayışından tiksinir. Sade bu yüzden bir eline kalemi bir eline de kırbacı alıp, ikisiyle de aynı hedefe vurur. Ortaçağ ahlakı, 1500 yıllık Hıristiyanlık gelenekleri, tabular, yasaklar, iktidar sahibi aristokrasinin kokuşmuşluğu, din adamlarının sahte vaatleri, tüm bunlara kanan halkın aptallığı… Sade topluma karşı giriştiği savaşımda kendine müttefik olarak sadece doğayı görür. Sadece ona güvenir. Doğanın düzenlemelerinin insanlarca değiştirilmeye çalışılmasına katlanamaz.
Sade’ın kendi hayatı bile, kitaplarında anlattığı hikayelerin yanında oldukça masum kalır. Markinin yazılarındaki alt metnin içine giremeyen okuru bekleyen adice kurgulanmış, şiddet dolu pornografik bir evrendir. Aslında Sade, nefret ettiği her şeyi bu evrenin içine sokarak yok etmeye çalışmaktadır. Elinde gelen sadece budur.
Diyaloglardan oluşan “Yatak Odasında Felsefe”de, Eugenie isimli tecrübesiz bir genç kıza şehvet oyunları hakkında verilen dersleri anlatır. Bekaretin herkes tarafından ahlakın kanıtı olarak görüldüğü bir dünyada Sade, karakterlerine tam tersini söyletir. Şehveti dizginleme çabası doğaya küfür etmektir ona göre. Yatak Odasında Felsefe’yi inançsız hovardalara ithaf eder ve ilk satırlarında şöyle der: “Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler, bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum. Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu duygular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir. Tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin… Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin.”
Sade, Eugenie’in değişimini sadece yatak odasıyla sınırlı tutmaz. Tanrı ve varoluş üzerine de felsefi öğütler verir genç kıza. Tarihten örneklerle kanıtlamaya çalışır düşüncelerini. Antik Roma’nın yasa koyucularından girip Thomas Moore’un Ütopya’sına kadar uzanır Sade. Her cümlesinde Hıristiyanlığın tanrısını yerden yere vurur. İffetsizliği ise yere göğe sığdıramaz. Hırsızlığı da över. Baştakiler çalarken halkın çalmaması aptallıktır, der… Amacı genç kızın benliğinde bambaşka bir ahlak anlayışı yaratmaktır aslında. Eugenie’e yaşattığı dönüşümü herkes için idealleştirmekten de geri durmaz.
Sade’ın en popüler romanlarından birine adını veren “Justine” ise erdemin simgesidir. 15 yaşındayken manastırı terk etmek zorunda kalır. Hayattaki tek amacı kız kardeşini bulmaktır. Yıllar sürecek yolculuğu boyunca başına gelmedik felaket kalamaz. Yardım istediği soylu beyler ve yüksek ahlak sahibi rahipler tarafından her seferinde tutsak edilir. Bekaretini kaybeder, defalarca tecavüze uğrar, bağlanır, kırbaçlanır, vücudundaki yaraların içine sıcak mum damlatılır… Ama Justine başına ne gelirse gelsin aklı almaz bir saflıkla insanlara güvenmeye devam eder. Dua etmeyi sürdürür. Tanrıya her yakarışında kendini başka bir zevk aleminin kölesi olarak bulur ve okuyucuya asla bitmeyecekmiş gibi gelen uzun işkencelere tabi tutulur. Tutsaklıktan kurtulur kurtulmaz yine kardeşini aramaya koyulur. En sonunda büyük kavuşma gerçekleşir. Justine ve Juliette kucaklaşır. Juliette sosyetik bir fahişe olmuştur ve bolluk içinde yaşamaktadır. Sınıf atlayan Juliette’in hayatı baştan sona erdemsizliğe övgüdür. Kazanan hep o olmuştur. Her zaman erdemi savunan Justine ise perişan haldedir. Uğradığı tecavüzlerin, işkencelerin hadi hesabı yoktur. Erdemle kırbaçlanan Justine çektiği onca acının sonunda artık rahat bir nefes alacağını umut eder. Ama çıkan bir fırtına pencere kenarında duran Justine’in bedenine ölümcül bir yıldırım yollar. Tanrı da Justine’e acımamıştır. İlahi bir adalet yoktur… Erdem her zaman kaybeder… Sade’ın içinde yaşadığı toplum hakkındaki yargıları böyledir. Yazdığı satırlarsa, çağının gerçekliğine karşı yapılmış yıkıcı birer eleştiridir.
Sade devrim sırasında kaçtığı hücresinde tüm eşyalarını bırakmıştır. “Sodom’un 120 Günü”nün el yazmaları da 9 metrelik rulo halinde, duvardaki gizli bir bölmenin içinde kalmıştır. Sade hayattayken bu çalışmasını bütünüyle kaybettiğine inanır ve kendini başka hikayeler yazmaya adar. Ama “Sodom’un 120 Günü” devrimden yaklaşık 150 yıl sonra, (Bastille’deki bir restorasyon çalışması sırasında) mucizevi şekilde bulunur. Yayınlandığında Sade okuyucuları hayal kırıklığına uğramazlar. Yine Sade’a özgü karanlık bir atmosferle karşılaşılır. Sodom’un 120 Günü, iktidarı temsil eden kişilerin (aristokratlar, din adamları, bankerler) bir şatoya hapsettiği kızlı erkekli grubun başından geçenleri anlatır. Romanda iktidar sahipleri istisnasız merhametsizdir. Kurbanlarına günler geceler boyunca eziyet edip, onları akla hayale gelmeyecek cinsel kombinasyonların parçaları haline getirirler. Tutsaklarını köpek gibi dört ayak üstünde yürütürler, yeri geldiğinde sandalye olarak kullanırlar dahası dışkılarını yemeye zorlarlar… Zulmedici iktidara karşı kurbanların verdiği tepkiler de dikkat çekicidir. Bazıları susup bütün eziyetlere katlanır. Bazılarıysa başına gelenlerden zevk almaktan başka bir çare bulamaz. Kurallara uymayanları ispiyonlayıp kendini kurtarmaya çalışanlar da vardır. İktidar tarafına yanaşıp ezmenin keyfini sürmek isteyenler de. Ama herkesin yaptığı, bu işi kendince doğallaştırmaktan ibarettir.
Sodom’un 120 Günü’nde iktidarla diğerleri arasındaki ilişkinin evrensel doğasını metaforlar eşliğinde anlatır Sade. Bu metaforların her biri yüzyıllar öncesinden faşizme karşı yapılmış uyarılar olarak da okunabilir. Niyeti tam olarak bu olmasa da Sade, faşizm ve onun boyunduruğundaki kitle ruhu üzerine mükemmel çözümlemeler yapan bir düşünür olmuştur.
Sade’ın ileri görüşlüğü bu kadarla da sınırlı kalmaz. 19. yüzyılın başından itibaren Batıya egemen olan modernizm, beraberinde büyük bir dönüşüm getirir. İlk olarak din gündelik hayatın dışına itilir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise cinsel ahlak anlayışında büyük bir devrim olur. Sade’ın nefret ettiği değerler hiç olmazsa kendi kıtasında ciddi oranda tedavülden kalkar. O ise gelmiş geçmiş en güçlü tabukırıcı olarak tarihe geçer.
“Sinsiliği ve ikiyüzlülüğü zorunlu kılan toplumdur!*” Sade -Simone De Beauvoir
emrecaner.net