“Frida Kahlo’yu dikkate değer yapan nedir?” Frida – Julie Taymor

Meksikalı solcu ressam Frida Kahlo’yu (1907-54) konu alan yeni film Frida’nın yönetmeni Julie Taymor, kendisiyle görüşme yapan Reel.com muhabirine şunları söylüyor: “Frida Kahlo hakkında bir şeyler bilip bilmediğiniz umurumda değil; hatta hiçbir şey bilmeyenler, filmi izlerken harika vakit geçiriyorlar, çünkü film o derece eksantrik, sıra dışı bir kadını anlatıyor ki.” Ancak olay izleyicinin sinema salonuna girdiğinde Kahlo hakkında bir şeyler biliyor olup olmaması değil, ayrılırken konu hakkında bir şeyler biliyor olup olmadığıdır.

Taymor’ın, yaşamları yirminci yüzyılın büyük konularıyla – Meksika ve Rus Devrimleri, Trotskizm ve Stalinizm, sosyalizm ve sanat ile – iç içe olan Kahlo’nun ve aynı dönemden Meksikalı sanatçı Diego Rivera’nın ilişkilerini tahmin edileceği gibi yüzeysel bir biçimde ele alması, kimsenin bilgi dağarcığını arttırmayacaktır.

Taymor’ın filmi, Hayden Herrera tarafından 1983 yılında yazılan ve Kahlo’yu feminizmin simgesi olarak yeniden keşfetme çabalarına destek vermiş olan biyografiden uyarlanmış. Taymor’un (Titus, 1999) bu eğilimi tersine çevirmeye çalışmaması saşırtıcı değildir. Film bir eleştirmen tarafından yerinde olarak (ve gayretkeşçe) şu şekilde tanımlandı: “göz kamaştırıcı komünistler, eşlerini aldatan duvar ressamları ve lezbiyen ilişkilerle ilgili aşk dolu bir öykü”.

Frida, Kahlo (Salma Hayek) ve Rivera’nın (Alfred Molina) ilişkisi üzerinde odaklanıyor. Film, 1922 yılında, 15 yaşındaki bir kız öğrencinin, halihazırda ünlü olan Rivera’yı, Meksiko City’de Ulusal Hazırlık Okulu’nda duvar resmi yaparken izleyişini gösteren bir sahne ile açılıyor. Bu sıralarda Rivera, ikinci karısı Lupe Marin (Valeria Golina) ile birliktedir.

18 yaşındayken, Frida yaşamının geri kalan bölümünde topallamasına ve gücsüz düşmesine neden olan korkunç bir tramvay kazasının kurbanı olur. Kazayı şu şekilde anlatır: “Oturma yerinin kolu, kılıcın boğayı delmesi gibi, beni delip geçti.” Kazadan üç yıl sonra, Eğitim Bakanlığı’nın binasına bir duvar resmi yapan ve kendisinden 20 yıl daha büyük olan Rivera ile yeniden karşılaşır. Frida, Rivera’ya kendi çalışmaları hakkında fikir almak için yaklaşır ve ona “Ciddi bir adamın eleştirisini istiyorum. Ben ne bir sanat sever, ne de bir amatörüm. Sadece yaşamını sürdürmek için çalışması gereken bir kızım,” der.

Bu ilk karşılaşma, filmin en kuvvetli ve doğru sözlü anlarından biridir. Çift, 1929’da Meksiko City’nin güneyinde yer alan Coyoacan’da evlendiğinde, masum Frida, Diego’nun kadınların peşinde koşma huyu konusunda sadece kısmen bir fikir sahibidir. Frida şu yorumu yapar: “Yaşamımda iki büyük kazadan dolayı acı çektim. Bunlardan biri üzerimden geçen tramvaydı. Diğeri Diego oldu.”

Film, Rivera’nın 1930-31 yıllarında ABD’ye yaptığı gezilerin kroniğini çıkartıyor. O ve Frida, Rivera’nın çeşitli kamu binalarına ve özel binalara bir dizi duvar resimleri yaptığı ve evlilik dışı birçok ilişkiye girdiği San Francisco, Detroit ve New York’a yolculuk yaptılar. (Rivera girdiği bu ilişkilerle ilgili olarak şöyle demektedir: “Hiç bir anlamı yoktu, bir el sıkışmanın verdiği duyguyu veriyordu.”) Misilleme olarak, Frida hem erkeklerle, hem de kadınlarla yatar. Yolculuk sırasında Rivera’nın istememesine karşın hamile kalır; Rivera onun karnında bir çocuk taşıyabileceği konusunda endişelidir. Yıkıcı bir düşük yapmasının ve annesini kaybetmesinin ardından Frida, Meksika’ya geri döner. Ancak Rockefeller Merkezi’nde yaptığı duvar resminden Vladimir Lenin’in portresini çıkartmayı reddetmesi üzerine Diego kendini Nelson Rockefellar ile (Edward Norton) bir mücadele içinde bulunca, Frida New York’a geri döner.

Frida ve Diego 1933’de Meksika’ya geri dönerler ve Coyoacan yakınlarda yeni bir eve taşınırlar. Frida, kız kardeşi Christina ile ilişkisi olduğunu fark edince Rivera’dan ayrı yaşamaya başlar. Diego’nun, Lev Trotskiy’in (Geoffrey Rush tarafından canlandırılıyor) Meksika’ya iltica etme iznini sağlamak için uğraştığı sırada barışırlar. 1937 yılının Ocak ayında Trotskiy ve karısı Natalya, Frida’nın anne ve babasının, silahlı nöbetçilerle, makineli tüfek yuvalarıyla güçlendirilmiş ve pencereleri tuğla ile örülmüş evine taşınırlar.

Sürrealist şair ve eleştirmen André Breton’ın katılımıyla Riveralar ve Trotskiyler Teotihaucan’daki ören yerlerini ziyaret ederler, siyaset ve kültür üzerine tartışmalar yaparlar. Yaptıkları sohbetlerde Trotskiy ve Stalin arasındaki siyasi mücadeleye yapılan belli belirsiz göndermeler yer alır. Trotskiy ve Frida, 1940 Mayısında Trotskiy’in hayatına kasteden ilk girişimin öncesinde bir kez buluşurlar. 1940 yılının Ağustos ayında Trotskiy’e, Stalinist ajanlar tarafından yapılan suikasta, Frida’nın kısa bir süre için şüpheli olarak kabul edilmesinin dışında pek yer verilmez. Bu sırada Diego tarafından terk edilir ve sağlığı çok kötü durumdadır.

Diego ve Frida 1940 yılının Aralık ayında yeniden evlenirler. Frida 1950’de dokuz ay boyunca hastanede kalır ve 1953’te sağ bacağı kesilir. Yaşadığı her fiziksel travmada doktorlarına şunu söyler: “Sadece beni şöyle bir toparlayın ki resim yapabileyim.” Frida, kırk yedinci yaş gününden bir hafta sonra, 13 Temmuz 1954’de ölür.

Frida Kahlo’nun biyografisini, esas olarak tarihsel, siyasi ve sanatsal tahlilden yoksun bir biçimde, ana hatları ile sunmanın dışında yönetmen Taymor, çalışmasını grafik ve kuklacılık konularındaki yeteneği ile renklendiriyor.

Frida, sanatçının alamet-i farikası olan renklerin sürrealist bir biçimde, avlusunda maymunların ve tavus kuşlarının çiçek açmakta olan kaktüsler arasında koştuğu büyüleyici manzaraların üzerine yerleştirilmesi ile başlıyor ve bitiyor. Kendisini ölümün eşiğine getiren kazanın ardından hastanedeyken Ölüm Günü figürlerinin Kahlo ile gevezelik ettikleri sahnede, kuklaların ustaca kullanıldığını görüyoruz. Tuhaf bir biçimde resimler “gerçek zamanda” yer almaya başlar. Kahlo’nun ceninli ünlü oto-portresi, düşük yaparken çektiği acı ve üzüntünün canlı bir ifadesi olarak öne fırlamaktadır. İnsanlar düzleşip iki boyutlu hale gelirken, resimler üç boyutlu hale gelir. New York City’de, Diego’nun kadın peşinde koşmasıyla ilgili Frida’nın hissettikleri görselliğe dökülerek, King-Kong’un mekanik olarak kesip çıkarıldığı ve yerine yerleştirilen Kong-Diego’nun şehri dehşete boğduğu ve kendi ölümüyle Empire State binasının tepesinde karşılaştığı sahne ile ifade edilir.

Rivera rolünde Alfred Molina’nın performansı filmin en izlenmeye değer yönlerinden birini oluşturuyorsa da, bu durum filmin siyaset ve tarih alanındaki büyük ihmallerini telafi edemiyor. Rivera, Meksika Devrimi’nin, Rus Devrimi’nin ve bir süre için Trotskist Dördüncü Enternasyonal’in yandaşıydı. Film birçok tarihi figüre, bir tür görsel yoldan tanınmış kişilere ismiyle seslenerek hava atıyorsa da, bu kişiler bir sahne dekoru rolü oynamanın ötesine pek gidemiyorlar. Kim olduğu çok açık bir biçimde fark edilemeyen Breton’ın yanı sıra –filmin üretim notlarına göre- duvar ressamı Jean Charlot, ressam Pablo O’Higgins, besteci Silvestre Revueltas ve fotoğrafçı Edward Weston bir görünüp kaybolalanlar arasında yer alıyorlar. Bu insanların kim oldukları fark etmek mümkün olmuyor.

Her ne kadar İtalyan fotoğrafçı Tina Modotti’yi (sevgilisi ünlü bir GPU tetikçisi Vittorio Vidali, namı diğer Carlos Contreras olan) ve Meksikalı ressam David Siqueiros’u tanımak için üretim notlarına başvurmak gerekmiyorsa da, bunların Stalinist gangsterlikle olan bağlantılarından hiç söz edilmiyor. Film, 1940 yılının Mayıs ayında Trotskiy’in hayatına kasteden başarısız girişimde Siqueiros’un oynadığı merkezi rolü göz ardı ediyor ya da kayıtsız kalıyor.

Aslında, filmde Stalinizm ile Trotskizm arasında yaşanan dünya çapında tarihi öneme sahip olan, hem Kahlo’nun, hem de Rivera’nın yaşamının merkezinde yer alan ve özellikle Rivera’nın çalışmalarının evrimi içinde belirgin bir biçimde ve doğrudan işlenen mücadele, büyük ölçüde ıskalanıyor.

1922 yılında Rivera, henüz bir öğrenci olan Frida ile ilk kez karşılaştığında, Devrimci Ressamlar, Heykeltıraşlar ve Grafik Sanatçıları Sendikası’nın kurucuları arasında yer almıştı. Kahlo ve Rivera 1928’de karşılaştıklarında, her ikisi de Meksika Komünist Partisi’ne üyeydiler. 1929 yılında Rivera, Stalin’in “Sosyalist Gerçekçilik” teorisinin sanata, hem üslup, hem de konu açısından kabul edilemez sınırlamalar getirmesi nedeniyle, Komünist Parti (KP) önderliği ile çatışmaya girdi. Rivera siyasi anlaşmazlıklarını yüksek sesle ifade ettikten sonra ve bir duvar resmini parti liderlerinin talepleri doğrultusunda değiştirmeyi reddetmesinin ardından KP’den atıldı. Ertesi yıl Kahlo aktif üyelikten çekildi.

Rivera’nın Rockeffeler’a karşı New York’ta 1933 yılında aldığı kararlı tutum onun Lenin’in portresini içeren bir duvar resminin “günümüzdeki kapitalizm tarafından yaratılan bir toplumun durumunu kesin ve somut olarak ifade eden, ve insanlığın açlığı, baskıyı, kargaşayı ve savaşı yok etmek için tutmaları gereken yolu temsil eden binadaki tek doğru resim” olduğuna dair inancıydı. Buna karşılık Kahlo’nun resimleri olağanüstü kişisel yaşantısına egemen olan mücadelelerin doğrudan bir ifadesiydi. Rivera’ya göre Kahlo “sanat tarihinde bir sanatçının duygularının biyolojik gerçeğini açığa çıkartmak için göğsünü ve kalbini yırtıp açtığı tek örnektir.” Bu sözler, yönetmen Taymor’ın “Frida’nın muhteşem ikiliği … biseksüel olduğu gerçeği, kocası tarafından sersemletilmiş bağımsız bir kadın olduğu gerçeği” diyerek dile getirdiği bakış açısından biraz daha derin ve etkilidir.

Her iki sanatçı da Trotskist hareketin yanında yer aldılar ve bir süre için Trotskiy’le yakın ilişki içinde oldular. 1938 yılında Rivera, Trotskiy ve Breton ile birlikte dürüst sanat ve “toplumun bütünsel ve radikal yeniden inşası” tutkusu arasındaki ilişkiyi ana hatları ile ortaya koyan Manifesto: Özgür Devrimci Sanata Doğru başlıklı çalışmanın hazırlanmasında birlikte çalıştı.

Ne Rivera’nın, ne de Kahlo’nun – her ikisi de sözü edilmeye değer sanatçılardı ancak kayda değer bir politik düşünür değillerdi – sürekli devrim teorisi dahil olmak üzere, Trotskiy’in Stalinist bürokrasi ile verdiği mücadelenin özünü anlamadıklarını ve şu ya da bu ölçüde Meksika milliyetçiliğinin etkisi altında kaldıklarını söylemek yanlış olmaz. Her ikisinin öyküsünün uslanmış ve demoralize olmuş bir biçimde Stalinist kampta sona ermesine Taymor’ın ağırbaşlı olmayan bir biçimde sunduğu gibi Trotskiy’le Kahlo arasında her ne olmuşsa ya da olmamışsa yaşananlar değil, esas olarak sözü edilen bu etkiler yol açmıştı.

Filmin Rivera’nın sadakatsizliği ve Kahlo’nun “biseksüelliği” üzerinde yoğunlaşması mevcut entelektüel ortama intibak etmenin bir sonucudur. En hafif deyimle her iki sanatçı ne evlilik kurumuna burun kıvırmaya ne de uyum sağlamaya değil, burjuva kurumlarının politik olarak yerle bir edilmesine odaklanmışlardı. Daha önceki bir dönemde, film yapımcıları güçlü tarihsel dürtülerin etkisinde kalıp, bu ilişki ile bağlantılı olan sanat ve politika üzerinde yoğunlaşırlardı.

Kahlo, Rivera’yı şu şekilde tanımlamıştı: “o resimlerinin, düşünüş şeklinin, ve işlevsel, sağlam ve uyumlu bir toplum inşa etmeye yönelik ateşli tutkusunun bir mimarıydı… Her zaman insanlığın korkusunu ve aptallığını yenmek için kavga verdi.” Buna karşılık Rivera yaşamının sonlarına doğru onunla ilgili olarak şu gözlemi yaptı: “Frida’nın çalışmasına egemen olan trajedi değildir… Onun çektiği acının karanlığı sadece onun fiziksel direncinin fevkalade ışığına, onun hassas duyarlılığına, onun parlak zekasına, ve düşmanca güçlere karşı nasıl direnileceğini ve zafere nasıl ulaşılacağını diğer insanlara gösteren yenilmez gücüne kadifeden bir arka plan oluşturur.”

Frida’nın, Trotskiy’i gayrı ciddi bir biçimde resmetmesi karşısında, Trotskiy filmin ana karakterlerinden birinin en son söylediği şu sözleri hak ediyor: “Toplumsal devrimin gizli kaynaklarını kendi gözlerine görmek ister misin? Rivera’nın duvar resimlerine bak. Devrimci sanatın neye benzediğini bilmek ister misin? Rivera’nın duvar resimlerine bak. Biraz daha yaklaş ve çapulcuların, Katoliklerin, diğer gericilerin, elbette buna Stalinistler de dahil, kazıdıkları yerleri ve lekeleri net bir biçimde göreceksin. Bu kesikler ve kazımalar duvar resimlerine daha büyük bir hayat veriyor. Önünde sadece bir ‘resim’, sanatsal tasarlamanın pasif bir nesnesi durmuyor; önünde duran sınıf mücadelesinin yaşayan bir parçasıdır. Ve aynı zamanda bir başyapıttır!”


Joanne Laurier
Frida – Yönetmen: Julie Taymor;Senaryo: Claney Sigal, Diane Lake, Gregory Nava ve Anna Thomas; Hayden Herrera’nın kitabından uyarlanmıştır

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz