Farklı Tarihi Kaynaklar Işığında Gelibolu Şavaşı Üzerine Bir Çalışma: Mitin Sonu – Robin Prior

Gelibolu (Mitin Sonu) kitabının yazarı Avustralyalı askerî tarihçi Profesör Robin Prior, savaş ve romantizm arasındaki çelişkiyi kitabına da yansıtıyor. Prior, en büyük çabasının Çanakkale Savaşlarını bir bütün olarak Birinci Dünya Savaşı kapsamına yerleştirmek olduğunu belirtiyor. Kitapta, farklı uluslardan askerî birliklerin savaştaki etkilerine bir denge getirme çabası da gösteriliyor. Britanya, Yeni Zelanda ve Avustralya birlikleri kadar Fransız ve Hintli birliklere de kitapta önem veriliyor.
Prior, Çanakkale Savaşlarının tüm aşamalarını, savaşa katılan tüm tarafların askeri verilerini, birinci elden kaynaklara dayanarak ayrıntılı biçimde inceliyor ve okura aktarıyor.

Bu kapsamlı kitap Gelibolu hakkında ortaya konan pek çok miti değerlendirerek savaşla ilgili öne sürülen sorulara açıklayıcı yanıtlar veriyor. Prior, kitabında; “Gelibolu seferi”nin Batılı literatürde hâlâ “kaçırılmış bir fırsat” olarak görülmesine yol açan “dönüm noktaları”nı araştırırken savaşın neden yitirildiğine ilişkin tartışmalara yeni bir bakış açısı getiriyor.
Çanakkale Savaşlarının tüm aşamalarını ayrıntılarıyla ele aldığı kitabında kullandığı “En yanlış anlaşılan savaş”, “Kuş beyinli harekâtlar”, “Askerlik ruhu olsaydı… Korkaklık”, “Beceriksizlik örneği”, “Cehalet, maskaralık”, “Türk imparatorluğunu çökertme”, “Batı Cephesi’nde oynanan ölümcül yarışma” ve benzer nice nitelemeler, bu bahanelerle birlikte emperyalizmin ibretlik yüzünü de sergiliyor.

O günlerde çekilmiş 24 fotoğrafa yer verilen kitaptaki, Çanakkale Savaşlarının aşamalarının gösterildiği özenle çizilmiş 28 harita, harekâtların ayrıntılarını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.

Çok sayıda ulusal arşiv belgesi, rapor, kitap ve makale ile yeni elde edilen belgelerle zengin bir kaynakçaya sahip Gelibolu’nun, Wall Street Journal tarafından “2009′un En İyi 10 Kitabı” arasına giriyor.

Kitaptan Bir Bölüm*

Askerî tarih, son yedeklerin fedakârlıklarına, bir komutanın veya birliklerinin irade gücünün son damlalarıyla sonuca ulanılan, dengesi pamuk ipliğine bağlı çarpışma ve seferlere, hatta büyük savaşlara ilişkin öykülerle doludur. Böylece birçok uzlaşmazlığın çözüldüğünün ileri sürüldüğü bir “dar alana” yöneltiliriz. Bu düşünce biçimine göre Waterloo Savaşı, Napolyon süvari saldırısını sürdürecek olsaydı, sonucu bambaşka olabilecek “başa baş” giden bir olaydı.

İkinci Dünya Savaşı özellikle bu türden zengin örnekler sunar. Britanya Savaşı’nın, yanlış yönlendirilen bir Luftwaffe[1] birlisinin Eylül 1940’da ilgisini Londra’nın bombalanması üzelim yoğunlaştırdığı için Britanya’nın kazanabildiği bir savaş olarak değerlendirilmesi çok yaygındır. Oysa Luftwaffe, Avcı Komutanlığı’nın hava alanlarına saldırmayı sürdürseydi, savacı kazanma olasılığı çok yüksek olurdu denir. Bu yaygın görüşe uygun olarak, Winston Churchill’in avcı yedeklerine ilişkin sorgusuna karşı Park’ın ünlü “Bizim hiç yedeğimiz yok” yanıtının. İngiltere’nin sürekli artan bir farkla Almanya’dan fazla uçak diriliğini gösteren sayılardan daha çok iz bırakmış olması daha yüksek bir olasılıktır.

Aynı anlayışla, Almanlar doğu seferine Haziran 1941’den bir iki hafta önce başlamış olsalardı, Rusya’nın kışı Yıldırım Savaşı’nı (blitzkrieg) durdurmadan önce Moskova’nın, belki de tüm Sovyet devletinin düşebileceği ileri sürülebilir. Benzer biçimde, Ağustos 1942’de Stalingrad’da bir hamle daha yapılsaydı, Almanlar Volgayı geçerdi. Rommel’in 1942 başında başarının eşiğinde olduğunu fark edememesi, İngilizlerin Batı Çölüne[2] sıkı sıkıya tutunmalarına olanak verdi. (Aynı yıl içinde Montgomery’nin Rommel’in çaresizlik içinde olduğunu görememesi, Batı Çölü Seferi’ni 1943’e sarkıttı ve D Day’i” 1944’e erteledi.) Liste uzayıp gidiyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın askerî tarihinde, bir amaç uğruna bu şekilde tehlikenin göze alındığı örnekler, yazılı metinlerde genel olarak yer almaz. Birçok çatışmanın kıl payı kazanıldığına ilişkin birkaç ima bulunur. Tam tersine, Eylül 1914’de Marne’de bitkin durumdaki Almanlar, o kadar ilerlemiş oldukları için şanslı olarak nitelenir. 1915’de Artois (ilkbahar) ve Cham-pagne’deki (sonbahar) büyük Fransız savaşlarında, tarihçiler komutanların yenilgiyi zafere çevirebilmelerini sağlayacak hiçbir hareket saptayamamışlardır; gerçekte, bu savaşların hiç olmaması gerektiğinde uzlaşmışlardır.
1916 ile 1917’deki büyük İngiliz savaşları için de benzer görüşler belirtilmiştir. Yazarlar ister Haig yanlısı ister Haig karşıtı olsunlar, İkinci Dünya Savaşı’ndaki çatışmalar için sayıp dökülen olabilirdi’ satırları üzerinde çok az durmuşlardır. Bazılarına göre, Haig 1 Temmuz, 14 Temmuz ya da 15 Eylül 1916’da farklı davransaydı, İngilizler daha az can kaybı ile daha fazla ilerleme kaydetmiş olabilirdi. Ancak, bu saldırı hareketlerinin seferi ya da savaşı birden sona erdirecek büyük zaferler getireceğini hiç kimse ileri sürmemiştir. 1917’de, temmuzdan kasıma deftin süren Passchendaele saldırıları için de benzer yorumlar yapılabilirdi; hiçbir tarihsel simyacı bu seferi savaşı kazandırabilecek bir harekete dönüştürmeye kalkışmadı. 1918’deki son seferlere gelince, Ludendorff un saldırısının yalnızca kendi ordularının yıpranmasını sağladığı üzerinde uzlaşma olduğu görülmektedir. Aynı yılın devamında İtilaf Devletleri sonunda kazandıklarında, zaferi bir dizi acımasız ama ayrı ayrı sıradan atılımlarla elde etmişlerdi. Burada bir dar alan yoktu. Alman ordusu ve savaş ekonomisi, dört yıl süren topyekûn savaşın biriken baskısı altında çökmüştü.
Birinci Dünya Savaşı’nın tarihinde bu eğilime aykırı düşen tek çarpıcı istisna Gelibolu seferidir. Yıllarca Gelibolu üzerine okuyunca, bu sefere ilişkin literatür bana en az İkinci Dünya Savaşı literatüründeki kadar sözde dönüm noktaları ile dopdolu gibi geldi. Demek ki, 18 Mart 1915’den sonra ingiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’na yapacağı son bir saldırı, gemilerin İstanbul’a geçmesini sağlayabilecekti. Gelibolu’da askerî harekâttan önce deniz saldırısı yapılmamış olsaydı ya da askerler 25 Nisandan önce karaya çıksalardı, Türk savunması gafil avlanmış olacaktı. Bunu da Türklerin hızla teslim olmaları izleyecekti. Daha sonra, birkaç bin Anzak askeri doğru yerde karaya çıkmış olsaydı ya zafer kazanılmış ya da en azından o doğrultuda büyük bir adım atılmış olacaktı. Uzman orta rütbeli subaylar ağustos ayında Sarı Bayır’ın alındığını görebileceklerdi. Suvla Koyunda Sir Frederick Stopford’dan başka bir general olsaydı, büyük işler başarılabilirdi, İstanbul düşmüş olsaydı, Tuna Nehri boyunca ilerleyen ve Avusturya-Macaristan ile Almanya’yı arkadan vuran Balkan ordularının oluşturduğu bir koalisyon tarafından savaş kısaltılabilirdi. Öyle görünüyor ki Gelibolu, Birinci Dünya Savaşı’nda yitirilen büyük bir fırsattı.
Gelibolu’nun kaçırılmış bir fırsat olarak bu geriye dönük betimlemesine neyin yol açtığını söylemek zor. Bazı olası gerekçeler arasında, Gelibolu Yarımadası’nın etkileyici konumu vardır. Bu, Başbakan Asquith’in dediği gibi, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’yi burada yenebilmesi gerektiği konusundaki kökleşmiş bir inanç ya da Batı Cephesi’nde çok eksik olan hızlılığı şart koşan bir savaşı umutsuzca dilemek de bunun bir parçasıdır.
Bu kitapta yapmaya çalıştığım, seferin öyküsünü anlatmanın yanında, yitirilen bu sözde fırsatları araştırmaktır.[3] Çoktandır devam eden bu tartışmalara bazı yeni bakış açıları getirdiğimi, bazılarını da tarihin çöplüğüne atabildiğimi ileri sürüyorum. Bu savın geçerli olup olmadığını değerlendirmekse başkalarına düşüyor.
Gelibolu üzerine yakın zamanda yazılanların çoğuna karşı farklı bir yaklaşım benimsedim. Son on yılı aşkın sürede, seferin merkezindeki askeri ve siyasal olaylar, Gelibolu’nun anısının neden böyle empati dolu bir canlanmaya uğradığını açıklamanın ya da Yarımadada sıradan
askerin yaşadığı kişisel deneyimi, genellikle de acıyı ortaya koymaya çalışan kitapların arka planında kalmıştır. Bu tür kitaplar sıcak karşılandı. En iyileri Birinci Dünya Savaşı’nı ve içinde yaşadığımız zamanı anlamamıza derinlik kattı.[4] Bununla birlikte, anımsadığımızı ileri sürdüğümüz olayları unutma ve ilgi odağımızı bir tek askerle sınırlama tehlikesi var gibi görünüyor. Yarımadadaki ve çevresindeki olayları iyi kavrayamamak, orada hizmet veren askerlerin deneyimlerini de duygusallaştırma riskini taşır. Bu tür yapıtların çoğu, farkında olmadan, askerleri, habersiz oldukları ya da hor gördükleri, kişisel olmayan büyük siyasal güçlerin çaresiz kurbanları olarak betimler. Benim görüşüme göre bu, geçerli siyasal kaygıların müdahalesine olanak sağlayarak, geçmişe zarar verir. İnanıyorum ki bu yaklaşımı en ateşli eleştirenlerin bir kısmı da Gelibolu gazileri olurdu.
Ancak bu kitap 1915de Gelibolu’da savaşan denizcilerle askerlere kayıtsız kalmamaktadır. Gerçekten de yönelttiği sorular bu insanların deneyimleri için çok önemlidir. Hem kıdemli hem de kıdemsiz subaylar tarafından iyi yönetilip yönetilmediklerini, üst komutanın onlara başarmak için iyi bir şans verip vermediğini, bir amaç uğruna savaşıp savaşmadıklarını anlamaya çalışıyorum. Bunlar zor sorular olsa da seferi anlayabilmek için gereklidir.
Bu noktada, askeri tarihin büyük bölümü yanlış anlaşılmakladır. Orduların ve onların bileşenlerinin hareketleri, ellerinin ılımdaki ateş gücü ve komutanlarının eylemleri, bazılarına sıradan askerlerin kaygılarından uzak (ya da gerçekten ilgisiz) görünebilir. Gerçekte hangi askerlerin ve kaçının belli bir hareketten va da seferden sağ çıkacağını da çoğunlukla bu konular belirler. Savaşta askerler ölür. Bunca askerin ölmesinin gerekli olup olmadığını ve yaşamlarını hangi amacın bedeli karşılığında verdiklerini belirlemek için komutanların eylemlerini irdelemek zorunludur. Bunlar çok insanca kaygılardır; en iyi askeri tarih de bunları araştırmalarının merkezine alır.
Kaynak seçimimde, betimlenen eylemlerin zamanına olabildiğince yakın kayıtlara dayandım. Bu kaynaklar Londra’da-ki Ulusal Arşiv’e ait eylem sonu raporlarında, deniz kuvvetleri örnek olay incelemelerinde ve savaş günlüklerinde bulunmaktadır. Avustralya açıklamaları için, Australian War Memorial’ın (AWM) paha biçilmez arşivlerindeki benzer askerî kaynakları kullandım. Bu gündeş kaynağın, eksikleri ne olursa olsun (kipek çok eksiği var), yeni olmasının ve seferin nihai sonuçlarının beklentisi ile bilgisinin ipoteği altında bulunmamasının yararı vardır; benzer kaynaklarla çapraz denedeme yapma olanağı da tanır. Bu kaynakları Londra’daki Imperial War Museum ile AWM’deki ilk elden açıklamalarla tamamlamaya çalıştım. Son olarak, aralarında Churchill ile amirallerine, pek çok siyasetçiye ve Sir Ian Hamilton ile öteki komutanlara eşlik eden karargâh subaylarına ait raporların da bulunduğu çok sayıda özel belgeye ulaştım. Yayımlanmış bir belge ortaya çıktığında, [kaynak gösterirken] basılmış belgeyi arşivdekiyle değiştirdim. Bu, okuyuculara söz konusu belgeleri görece kolaylıkla inceleme olanağı verecektir. Ancak, tüm belgelerin özgün biçimlerinde incelendiğini vurgulamak istiyorum. Deniz saldırısının başarısızlığı konusunda da Mitchell Komisyonu Raporu (1921) gibi önemli teknik belgeleri kullandım. İkincil kaynakları ihmal etmedim, ama seçerek kullandım. İngiliz ve Avustralya resmî tarihleri, genellikle başka yerlerde bulunmayan önemli ayrıntıları içermektedir. Ancak benim savım, İngiliz resmî tarihinin taraflı olduğudur; çünkü General Hamilton’ın kurmay subayı olan tarihçi, seferde önemli bir yer almıştı. C.E.W. Bean’in[5] açıklamaları ise seferin doğrudan bir tarihi olduğu kadar, nasıl olup da bir ulusun kendini Türkiye kıyılarında ve tepelerinde buluverdiğinin öyküsünü yaratır. Bu nedenle iki yapıt da önemli olmalarının yanında, taraflı ve eskimiştir.
Türk kaynaklarına ilişkin bir sözüm de var. Çok sayıda yapıt Türk kaynaklarını kullandığını ileri sürmüştür; ben de burada bunu ileri sürebilirim. Türkiye Genelkurmay Tarihi’nin kısmen Ingilizceye çevrilmiş haliyle, Imperial War Museum claki Rayfìrld l’apers’da yer alan bazı yararlı çeviri makaleleri kullandım. İngilizce bulunabilen anılara (Mustafa Kemal, Liman Von Sanders, Hans Kannengiesser) ek olarak, bu alanda çalışan bütün araştırmacıların borçlu olduğu Edward Erikson’ın çığır açan yapılını da kullandım.

Ancak, Türk ya da daha doğru olarak Osmanlı kaynakları hala yeterince derine inememektedir. İtilaf Devletleri karşısında yerini belirlemek için Türk tarafının savaş günlükleri, eylem M Mirası raporları ve harekât emirleri bizde yoktur. Bu nedenle 19 Mayıs ve 9 Ağustos’ta feci Türk karşı saldırılarının düzenlemesine ilişkin çok az şey biliyoruz. Türklerin, İtilaf Devletlerinin Aralık 1915 ve Ocak 1916’da Yarımada’yı boşaltacaklarının farkında olup olmadıklarını da bilmiyoruz. Gerçekte, bu konulara ışık tutabilecek Türk askerî belgelerini elde etmeye çabalayan bir grubun içindeyim. Bugüne değin alınan işaretler olumlu; ama belcelerin önce Osmanlıca’dan Türkçe’ye, sonra da Ingilizceye çevrilmesi gerekli. Bu proje, yıllarca sürecek bir çabayı gerekli kılıyor. Geleceğin araştırmacıları, bu çalışmanın sonucunda, burada yer alan bazı şeyleri düzeltebilirler.

Özet olarak, bu kitap birkaç şey yapmaya çalışmaktadır. Gelibolu’da çarpışan farklı uluslardan askerî birliklerin ele alınış biçimine bir tür denge getirmek istemektedir. Böylece kaynaklar elverdiğince, Britanya, Yeni Zelanda ve Avustralya birlikleri kadar Fransız ve Hintli birliklere de önem verilmiştir. Kitap aynı zamanda, seferi bir bütün olarak Birinci Dünya Savaşı kapsamına yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu yaklaşım, sefere ilk baştan neden kalkışıldığını ve neden farklı zamanlarda kaynaklardan yoksun göründüğünü açıklamaya yardımcı olabilir. Metin, savaşın yapıldığı siyasal bağlamı ve İtilaf Devletlerinin Gelibolu Yarımadası’ndaki olaylarda neden zaman zaman böylesine büyük etkileri olduğunu da açıklamaya çalışmaktadır. Ancak seferin sonucu üzerinde böyle derin bir etkisi olmadığına inanıyorum. Son olarak, Gelibolu’nun çok yönlü bir tarih yazımının gelişmesini böylesine engelleyen mitolojinin ağırlığını söküp atmakla ilgileniyorum. Sonuç olarak, seferi, Birinci Dünya Savaşı’nda askerlerin egzotik bir yerde birbirleriyle savaştıkları ama Türkiye dışında hiçbir devletin kurulmadığı – hatta bu bile Gelibolu’dan hemen hemen bir on yıl sonra gerçekleşti – önemli bir olay olarak ele aldım. Bu anlatımda savaşın romantizmi neredeyse hiç yok; ama gerçekte savaş, düşünülebilecek en romantik olmayan iştir. Gelibolu’yu duygusallaştırma zamanı çoktan geçti. Askerlerin yaşadığı gibi kanlı bir savaşın kanlı bir bölümü olarak ele alınmalıdır.

Kitabın Künyesi
Gelibolu (Mitin Sonu)  Orjinal isim: Gallipoli, The End of the Myth| Robin Prior |  Akıl Çelen Kitaplar / Araştırma-İnceleme Dizisi  | Yayına Hazırlayan: Zeynep Kopuzlu Taşdemir | Çeviri: Füsun Tayanç,Tunç Tayanç | Ankara, Ocak 2012, | 1. Basım 412 sayfa


* Tanıtım Bülteninden
**Giriş

[1]Alman Hava Kuvvetleri
[2]Batılılar, Sahranın kuzey ve doğu bölümünü oluşturan Libya Çölü’nün, Mısır’ın Nil’in batısında kalan bölümüne Batı Çölü; Doğu Libya ile Sudan’ın kuzeybatı bölümüne de Nubi-yan Çölü der. (ç.n.)
[3]Büyük Gün. Normandiya Çıkarması’nın yapıldığı gün. 6 Haziran 1944. Bazı kaynaklarda da “Deüverance Day” yani Kurtuluş Günü anlamında kullanılmaktadır, (ç.n.)

[4] John Churchill’den Wiston Churchill’e 27/4/1915 CV3 s. 824
[5]Churchill’den John Churchill’e 27/4/1915 ibid s.830
***Charles Edwin Woodrow Bean (1879-1968). Tarihçi ve gazeteci olan Bean, 25 Nisan 1915’dc, ilk çıkarmadan beş buçuk saat sonra Anzak Koyuna çıkmış, saldırılan yakından izlemiş, yaralılara yardım etmiş ve bacağından yaralanmıştır. Avustralyalılar, cephede neler olup bittiğini onun yazılarından öğrenmişlerdir. Nisandan aralık ayına kadar Gelibolu’da bulunan tek haberci olmuştur, (ç.n.)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz