Malenezyalılar insanların babaya sahip olduğunu bilmezler. Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun kendisinden olduğunu bilen babalar kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand Adaları üstüne yazdığı kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır. Özellikle kitaplardan üçü-vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, İlkel psikolojide Babalık ve Kuzeybatı Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık dediğimiz karmaşık duyguyu anlamak için oldukça gereklidir. Aslında erkeğin çocukla ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen farklı iki neden vardır: ya çocuğun kendisinden olduğuna inandığı için ilgilenmektedir onunla, ya da kendi karısının çocuğu olduğunu bildiği için.
Evlilik ilişkileri her zaman kabaca iç güdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralıyabileceğimiz üç etkenin (factor, amil) karışımından oluşmuştur. Bunların, başka alanlarda olduğu gibi birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabileceklerini söylemek istemiyorum. Pazar günleri dükkânların kapanmasının asıl kaynağı dinseldir. Ama bugün ekonomik bir olgudur bu, sekse ilişkin birçok yasa ve törede de durum tıpkı böyledir. Dinsel kökenli bir dolu yararlı töre, dinsel temeli zayıfladıktan sonra bile yararından dolayı varlığını sürdürür. Ayrıca neyin içgüdüsel neyin dinsel olduğu konusunda bir ayırım yapabilmek de oldukça zordur. İnsan eylemi üzerinde uzun süre etkinliğini koruyabilen her dinin genel olarak bir takım içgüdüsel temelleri vardır. Gene de bu dinler, geleneğin önemine ve içgüdüsel olarak gerçekleştirilen çeşitli eylem biçimleri arasından bir kısmının yeğlenmesine göre ayrılırlar, örneğin aşk ve kıskançlığın her ikisi de içgüdüsel duygulardır. Fakat din, kıskançlığı toplumun sahip çıkması gereken erdemli bir duygu olarak açıklarken aşk’a «şöylesine» bir izin çıkartılmıştır.
Sekste içgüdüsel öğeler genellikle sanılandan çok daha azdır. Bu kitapta, antropolojiye güncel sorunlarınıza ışık tutması için gerekli olandan daha fazla girecek değilim. Fakat bu bilim dalı, sorunumuza ilişkin son derece önemli bir hususu, içgüdüyle çalıştığım sandığınız birçok adetimizin uzun dönemler boyunca ortaya koymaktadır. Örneğin salt vahşiler arasında değil, bazı belli oranda uygarlaşmış topluluklarda da, bekaretin resmi olarak (bazen alenen) rahipler tarafından bozulması yaygın bir uygulamaydı. Hırıstıyan ülkelerindeyse bekaretin bozulması güveye tanınan bir ayrıcalıktır ve birçok Hıristiyan, yakın zamana kadar, bekaretin dinsel bozma töresini tiksintiyle karşılamalarının altında içgüdünün yattığını sanır. Kişinin, karısını konukseverliğinin işareti olarak konuğuna sunması da çağdaş Avrupa’da içgüdüsel bir tiksintiyle karşılanmaktadır. Oysa bu çok yaygın bir konukseverlik gösterisidir. Çok kocalılık, cahil beyaz adamın insan doğasına aykırı saydığı bir başka töredir. Bu kişilere yeni doğan bir bebeğin öldürülmesi de ters gelmektedir, ne var ki gerçekler, ekonomik yarar sağlayacak başka çare kalmayınca bu yola başvurulduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, insanlar tedirgin edildikleri zaman içgüdü, olağanüstü bir şekilde müphemleşip (belir-sizleşip) doğal yönünden kolayca sapabilmektedir. Bu gerçek uygar topluluklar için olduğu kadar vahşiler için de söz konusudur. «İçgüdü» kelimesinin aslında cinsel konulardaki insan davranışları gibi kesin olmaktan uzak şeyler için kullanılması pek doğru değildir. Bu alanın tümünde dar ruhbilimsel yönden içgüdüsel denilebilecek tek edim, bebeğin meme emmesidir. Vahşilerde nasıl olduğunu biliniyorum ama, uygar insan cinsel edimi gerçekleştirmeyi öğrenmek zorundadır. Evlenmelerinin üstünden bir hayli yıl geçtikten sonra nasıl çocuk sahibi olacaklarını öğrenmek isteyen ve yapılan inceleme sonucu cinsel birleşmenin nasıl yapıldığını bilmeyen çiftlere doktorlar pek seyrek rastlamamaktadırlar. Cinsel edim, şu halde dar anlamıyla içgüdüsel değildir, ama elbetteki cinsel birleşmeye doğru doğal bir eğilim ve cinsel birleşme olmaksızın kolayca bastırılamayan bir istek bulunmaktadır. İnsanoğlu, tedirgin edildiğinde diğer hayvanların gösterdiği, kesin davranış özelliklerinden yoksundur. Ve bu durumda, içgüdü yerini oldukça farklı başka bir şeye bırakmaktadır. İnsanoğlu az çok rastlantısal ve eksik gerçekleştirilen faaliyetlere karşı ilkönce bir hoşnutsuzluk gösterir, fakat faaliyet «kendiliğinden» diyebileceğimiz bir şekilde yavaş yavaş bir doygunluk vermeye başlar ve bu nedenle de yinelenir. İçgüdüsel olan, öğrenme tepişi gibi, tamamlanmış bir etkinlik değildir. Çoğu zaman doygunluk veren faaliyet daha önceden kesin olarak belirlenemez, buna rağmen eğer yanlış alışkanlıklar edinilmemişse, kural olarak en yararlı biyolojik faaliyet en mükemmel doygunluğu verecektir.
Tüm uygar çağdaş toplumlara baktığımızda, bunların baba erkil aile temeline oturduklarını ve kadın iffeti kavramının baba erkil aileyi olanaklı kılmak için oluşturulduğunu görürüz. Babalık duygusunun hangi doğal tepiler tarafından yaratıldığını araştırmak önem kazanmaktadır. Bu, pek öyle derinliğine düşünme alışkanlığı olmayan kişilerin sandığı kadar çözümü kolay bir sorun değildir. Bir annenin çocuğuna yönelen duygularını anlamak oldukça kolaydır, çünkü en azından çocuk memeden kesilinceye kadar aralarında yakın bedensel (Physical, Fiziki) bir bağ bulunmaktadır. Ne varki babanın çocukla olan ilişkisinin ruhsal olarak babalık durumuna dayanan yanı; dolaylı, sayılgılı (hipotetik) ve çıkarımcıdır (inferential, istidlal). Bu ilişki eşin namusuna olan güvene sıkıca bağlıdır ve içgüdüsel değil tamamıyla düşünsel bir alana aittir. Eğer kişi, aslında babalık duygusunun erkeğin kendi çocuklarına yöneltmesi gerektiğine inanıyorsa, durum en azından böyledir. Malenezyalılar insanların babaya sahip olduğunu bilmezler. Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun kendisinden olduğunu bilen babalar kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand Adaları üstüne yazdığı kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır. Özellikle kitaplardan üçü-vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, İlkel psikolojide Babalık ve Kuzeybatı Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık dediğimiz karmaşık duyguyu anlamak için oldukça gereklidir. Aslında erkeğin çocukla ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen farklı iki neden vardır: ya çocuğun kendisinden olduğuna inandığı için ilgilenmektedir onunla, ya da kendi karısının çocuğu olduğunu bildiği için. Dölün devamında, babanın payı bilinmeyen yerlerde bu güdülerden sadece ikincisi işler.
Trobrıand Adalılarının insanların babaları olduğu gereğini bilmedikleri Malinowski tarafından kuşkulara yer bırakmıyarak şekilde gün ışığına çıkartılmıştır, örneğin Malinowski iki yıl süreyle bir yerlere giden erkeğin geri döndüğünde, karısının doğurduğu yeni bir bebekle karşılaşınca, bundan sevinç duyduğunu ve Avrupalıların karısının namusuna ilişkin kafasına sokmaya çalıştıkları kuşkuları kavramasının olanaksız olduğunu gözlemişlerdir. Bundan çok daha inandırıcı olay, son derece iyi domuz soyuna sahip bir adamın, erkek domuzları vurdurması ve bir türlü, yaptığı işin soyu körleteceğini anlıyamamasıdır. Çocukları ruhların getirip annenin içine yerleştirdiklerine inanmaktadırlar. Bakirelerin çocuk doğuramadıkları bilinmektedir, fakat bunun kızlık zarının ruhların hareketlerine fiziki bir engel oluşturması sonucu gerçekleştiğini sanmaktadırlar. Bekar kız ve erkekler tam anlamıyla serbest aşk yaşamaktadırlar, fakat bilinmeyen bir nedenle bekar kızlar pek seyrek gebe kalırlar. Rastlantı sonucu gebe kalmaları durumunda, yerli düşüncesine göre yaptıkları hiçbir şeyin gebe kalmalarının sorumluluğunu onlara yüklememesine karşın, şiddetle ayıplanırlar. Er yada geç genç kız değişiklikten usanır ve evlenir. Kocasının köyünde yaşamak üzere köyünden ayrılır. Fakat kendisi ve çocukları, içinden çıktığı köye bağlı sayılırlar. Kocanın çocuklarla herhangi bir kan bağı olduğu kabul edilmez ve dölün devamını salt ananın sağladığına inanılır Başka yerlerde çocuklar üzerinde babanın sahip olduğu yetkiye (otorite) Trobriand Adaları arasında, dayı sahiptir. Bu nok-tada son derece garip bir karışıklık ortaya çıkar. Kız kardeşle erkek kardeş arasındaki tabu çok katıdır. Bu nedenle belli bir yaşa geldikten sonra kız ve erkek kardeşler birbirleriyle uzaktan yakından cinsiyete ilişkin bir şey konuşmazlar. Sonuçta çocuklar üzerinde her ne kadar dayının yetkisi varsa da, dayılar çocukları ancak analarından ve evlerinden uzakta oldukları zaman, yani pek az görebilirler. Bu yapı, çocuklara; hiçbir yerde rastlanmayan disiplinden ırak, ölçüsüz bir sevginin güvencesini verir. Onlarla ilgilenip oynayan babalarının üzerlerinde hiçbir yatırım hakkı bulunmamaktadır, yaptırım hakkına sahip dayılarınınsa yanlarında bulunmaya hakkı yoktur. Çocukla, ananın kocası arasında, hiçbir kan bağının bulunmadığına olan tüm inanca karşın, çocukların analarından ve kardeşlerinden çok ananın kocasına benzediğinin sanılması oldukça tuhaftır. Anayla çocuk ya da kız kardeşle erkek kardeş arasında bir benzerlik bulmak ahlaksızlık olarak kabul edilmekte ve hatta çok açık benzerlikler şiddetle yadsınmaktadır. Malinowski’ye göre çocukların anadan çok babaya benzediklerine olan inanç, babaların çocuklarına karşı duydukları sevginin kaynağını oluşturmaktadır. Malinowski, baba oğul bağının uygar insanlar arasında rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus kompleksine rastlamamıştır.
Malinowski, adadaki dostlarını tüm ikna edici gücünü kullanmasına karşın babalık diye birşeyin varlığına inandıramamıştır. Yerliler onun anlattıklarım misyonerlerin uydurduğu saçma bir hikaye olarak görüyorlardı. Ataerkil bir din olan Hıristiyanlığın, babalık kavramına sahip olmayan bir kişinin kafasına duygusal ya da düşünsel yollarla sokulması olanaksızdır. «Tanrı Baba» yerine «Tanrı Dayı» sözcükleri kullanılacaktır ki bu da amaçlanan ince anlamı tam olarak vermekten uzaktır. Zira babalık, gücü ve sevgiyi birlikte ifade etmektedir, Malenezya’lılardaysa gücü dayı, sev-giyse baba simgelemektedir. Herhangi bir erkeğin, çocuğu olabileceğine inanmıyan Trobriand Adası yerlilerine, insanların, Tanrının çocukları olduğu düşüncesi anlatılamaz. Bu nedenle misyonerler dinlerini yaymaya başlamadan önce fizyolojik gerçekleri anlatmakla işe başlıyorlardı. MaIinowski, giriştikleri işin daha birinci aşamasında başarısızlığa uğrayan misyonerlerin İncili öğretebilmelerinin olanaksız olduğunu söylüyor.
MaIinowski’nin, karısının yanından, hamileliği boyunca ve çocuğun doğumu anında ayrılmayan erkeğin, doğan çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyduğu ve bu sevginin babalık duygusunun temelini oluşturduğu savına ben de katılıyorum. MaIinowski, «Başta hemen hemen tamamiyle biyolojik temelden yoksun gibi görünsede, babalığının» diyor, «bendensel gereksinmeler ve doğal özelliklere kökten bağlı olduğu gösterilebilir». Düşüncesine göre, eğer erkek karısının hamileliği boyunca onun yanında bulunmazsa, ilk ağızda çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyamaz, ne varki töreler ve kabilenin ahlak anlayışı onu ana ve çocukla kaynaştırır. Ve böylece sevgisi, sanki karısının yanından hiç ayrılmamış gibi yeşerir. Vahşiler arasında da olsa, tüm önemli insan ilişkileri her zaman, yeterince zorlayıcı olamayan içgüdüler doğrultusunda toplumsal ahlak anlayışı tarafından yürütülen, toplumun benimsediği, edimlerdir. Töre, ananın kocasını, çocuklarla ilgilenip, onları korumakla görevlendirmistir. Ve bu töre, içgüdü doğrultusunda olduğu için yürütülmesi güç değildir.
Malenezya’lılarda babanın çocuklarına karşı olan tavrını açıklarken Malinowski’nin başvurduğu içgüdü, bana, yazılanlardan çok daha genel gibi geliyor. Bence her erkek ve kadın bakmakla yükümlü olduğu çocuğa karşı bir sevgi duyma, eğilimi taşır. Hatta ilk başta sadece töre ve gelenek yetişkinin çocuğa ilgi duymasını sağlar, bu ilgide yatan büyük gerçek, çoğunlukla sevginin büyümesine neden olur. Hiç şüphesiz bu sevgi eğer çocuk, erkeğin sevdiği kadının çocuğuysa çok daha güçlenir. Böylece vahşilerin, karılarının çocuklarına gösterdikleri büyük sevgi de açıklık kazanmaktadır, ve bu, uygar erkeğin çocuklarına verdiği sevginin içindeki en büyük olarak ele alınabilir. Malinowski, tüm insanlığın Trobrian adasında yaşıyanlar gibi babalığın kabul edilmediği aynı evreden geçtiğini ileri sürmektedir — ve bu düşüncenin aksini kanıtlamak oldukça zordur. — Babayı içeren hayvan aileleri de aynı temele dayanmak durumundadır. Sadece insanlar arasında babalık gerçeği kavrandıktan sonra babalık duygusu bugün bildiğimiz biçimi almıştır.
Bertrand Russell
Kaynak: Evlilik ve Ahlak (Say Yayınevi)