Her şey, insanla başlayıp insanla bitmiyor mu?
Evimizin hayatımızda ne özel bir yeri vardır. Zaman olur, dünyadan kaçar ona sığınırız, zaman olur ondan kaçıp derin bir nefes alırız. Ev bir güvencedir, rahatlanan yerdir, istediğimiz gibi hareket edebildiğimiz yerdir. Belki de bu konuda ilk insanın korkularını hiç aşamadık. İnsanı göklerin yağmurundan, yıldırımından, yerlerin çamurundan, dışarının soğuğundan koruyan ilk insanın kovuğundan, bugünün evlerine kadar çok şey değişti ama, belki de insanların duyguları değişmedi. (Ya da bizim toplumumuzun duyguları demeliyiz.)
Çocukluğumuzun oyunlarının sonunda, akşam karanlığı çökerken, oyunu şu sözlerle bitirmez miydik:
Evli evine, köylü köyüne
Evi köyü olmayan, sıçan deliğine.
Hepimiz de içimizden evimiz var duygusunu geçirip rahatlar, sıçan deliğine girmenin korkusunu atlatırdık. Onun için de Batı’nın çiçek çocukları, o güzelim evlerini barklarını bırakıp, uyku tulumlarının içinde yatıp uyuyarak, ta Katmandu’lara kadar nasıl giderlerdi, neden giderlerdi, hiç anlayamadık. Anlasak da hak veremedik. Hak versek de katılamadık. Geleneksel kültürümüz, özünde ev kültürüdür. O nedenle de hiçbir zaman için gerçek sokak kültürümüz olmadı.
Sokak kültürü, yani sokakta yemek, sokakta resim yapmak, sokakta içki içmek, sokakta eğlenmek, sokakta geceyi geçirmek, sokakta yaşamak, başka bir uygarlığın kültürü. Bizim kültürümüze özünde hiç girmedi. Bizde bütün bunlar yapay kaldı, ekleme oldu, özentiden öteye gitmedi.
Biz ev kültürünün insanları olduk, öyle de kaldık. Nereye gidersek gidelim, nerede eğlenirsek eğlenelim, sonunda hep evimizi özlememiz bundandır. Büyük dediğimiz kentlerimizde bile (İstanbul, Ankara, İzmir dahil) gecenin saat 10’undan sonra sokaklar, yaşama yeri olmaktan çıkar, tenhalaşır. Gece yarısından sonra sokakta olanlar da, yalnız oldukları duygusundan kurtulamazlar. O yüzden de gerçek bir büyük kentimiz yoktur. Bizim büyük kasabalarımız vardır. Bu kasabalarda da bir avuç küçük kentli yaşar. Büyük kent olmadan büyük kentli insan, olmaz.
İki insanın hayatlarını birleştirmelerinin ekseni de ev değil mi?
Ev alana evlendi demeyiz de, hayatlarını birleştirmeye evlenmek deriz. EVLENMEK, EVİNİ AÇMAK, EVİNİ BARKINI BİLMEK, EVİNİ KURMAK, EVLİ OLMAK gibi sözcüklerin hepsi de, ev kültürümüzün zengin sözlüğünde yerlerini almıştır.
Böylece kutsal ailenin simgesi olan ev, hayatımızın cenneti mi? Evimiz gerçekten yaşadığımız yer mi? Yoksa, gereksinmelerimizi giderdiğimiz, aile tipi restoran aile tipi motel mi? Bunu belirleyen de bir evde birlikte yaşayan insanlar arasındaki ilişkiler. Erkek-kadın arasındaki ilişki, anne-babayla çocuklar arasındaki ilişkiler.
Aslında ev de sessiz sedasız paylaşılan bir mekan olmuyor mu? Oturma odası, ailenin paylaşmak zorunda olduğu bir lokal. Ama bu lokalde evin erkeğinin (baba) oturduğu yer belirlenmiştir. Onun yerine oturulmaz, oturulsa da geçicidir, o gelince kalkılıp ona bırakılır. Annenin de belirli bir yeri olabilir, ama o pek kesin değildir; Çocukların ayrı odaları yoksa, onlar da bir köşecik edinmeye çalışırlar. Yatak odası da erkekle kadının paylaştığı bir odadır. Kadının bağımsız olduğu yer mutfaktır. Kadının benim mutfağım dediği, belki de tek yer. Gelinle kaynananın birlikte oturdukları evlerde bu iki kadın arasında kimi zaman sessiz, kimi zaman da gürültülü mutfak kavgalarını erkekler hiç anlamaz. (Bu kadınlar neyi paylaşamamaktadır. Sevgili anne artık oturup kenara çekilsin, rahatına baksındır. Ya da sevgili karısı yemek işlerini annesine bıraksın, biraz rahat etsindir. İki sevilen kadın da neyi paylaşamamaktadır.) Oysa burada bir duygular savaşı yaşanmaktadır. Yaşlı kadın geçmişini, genç kadın geleceğini mutfakta yaşamak istemektedir, bunun için mücadele etmektedir.
Evinizi Seviyor musunuz?
-Evet, evimi seviyorum. Şimdi tatildeyim. Garip bir duygu bu. Bütün yıl evden kaçıp bir yerlere gitmeyi istemiştim. Yıl boyunca ev benim için işler, bir şeyleri temizlemek için çalışmak olmuştu. Şuradan bir çıkıp kafamı dinlemek istemiştim. Tatil yapmak benim için hep bir şeylerden kaçıp kurtulmak olmuştu. Tatil de doğrusu çok iyi gelmişti. Evde ne varsa hepsini unutmak istemiştim, ama birkaç günden sonra evimi özledim. Gene evdeki işler gözümde büyüyor, dönünce temizlikti, çamaşırdı bir sürü iş olacak, ama gene de özledim işte. Belki neyini özledin? deseniz, hemen bulamam. Belki de bu kocaman dünyada benim diyebileceğimiz tek yer orası. Tam anlatamayacağım bir duygu bu. Evet, evimi seviyorum. -Hayır, evi sevmiyorum. Bakın yanlış anlamayın, benim de bir eve gereksinmem var ama, orası `benim evim’ değil. Orası, benim hizmet etmem için var olan bir yer. Benden hep bir şeyleri yapmamın beklendiği yer. Hani, ev tipi restoran, ev tipi motel diyorsunuz ya, öyle bir yer. Aşçısı ben, hizmetçisi ben, sorumlusu ben. Erkek deseniz, hiçbir şeyi beğenmeyen müşteri, çocuklarsa bakım evinin yumurcakları. Gündüzleri ben de çalışıyorum. Eğer çalışmasaydım hiç değilse gündüzleri ev benim olurdu, ama bu durumda haksız bir paylaşım oluyor. Bütün zahmeti benim sırtımda, bütün rahatlar onların elinde. Evi sevmiyorum ve yapacak hiçbir şeyim yok. İnanın ev dışında geçen en küçük zamanı bile, sanki kurtuluş gibi bekliyorum. Bunu da kimseye anlatmam mümkün değil.
-Evimi seviyor muyum? Hem seviyorum, hem sevmiyorum. Bunu çok düşündüm. Sonra sonra neden sevdiğimi de, neden sevmediğimi de buldum sanırım. Evimi sevmem, orada yaşadığımız için değil belki de. Biz oraya hayallerimizi, umutlarımızı taşıdık. Onları evimize getirdik, orada büyüttük, zenginleştirdik. Evimizi kendimiz yaptık. Şimdi köşe bucağa bakıyorum da hep kendimizden bir şey katmışız. Evde kokumuz var, rengimiz var, biz varız. Böyle olunca hiçbir şeyin beni yormadığını, bıktırmadığını gördüm.
Ama sonraları bir şeyler değişti, belki ben de değiştim. Önce hayallerimiz evden çıkıp gitti. Biz pek farkında olmadık. Sonra umutlarımız evi terk etti. Onun da farkında olmadık. Ama bir şeyi anladım, hayalleriniz, umutlarınız neredeyse, siz de orada olmalısınız. Bütün bunlar evden çıkıp gittikten sonra, evimi eskisi gibi sevmediğimi anladım. Bunlar olmadı mı orası da siz olmaktan çıkıyor. Geriye alışkanlıklar kalıyor. Ev artık alışkanlıkla gelinen, dinlenmek için, temizlenmek için gelinen bir yer oluyor.
İçimizdeki evimizi başka bir yere taşıyoruz da, farkında bile olmuyoruz. Belki eşim için de böyledir, o da evini başka bir yere taşımıştır da ben farketmemişimdir. Bunu da kabul etmek gerekir. Şimdi düşünüyorum da, görünüşte hepimiz aynı evde yaşıyoruz, ama gerçekte belki de öyle değil. Belki de hepimiz ayrı evlerde yaşıyoruz. Belki de burada `evimiz’ dediğimiz bu yerde, ara sıra buluşuyoruz. Artık bana öyle geliyor.
Tatil günleri insana değişik şeyler düşündürür. Günlük, alışık hayatın dışına çıktığımız zaman, belki de her şeyi yeniden düşünüyoruz. O kutsal evimiz bizim için nedir? Ortak bahçemiz mi, ortak hapishanemiz mi? Bu da pek çok şey gibi aslında neyi paylaştığımıza bağlı değil mi?
Duygularımızı, hayallerimizi, umutlarımızı paylaşıp paylaşmamaya bağlı değil mi? İki insanın birlikteliği de aslında bu değil mi? Bütün bunları paylaşamıyorsak gerçekte evli miyiz? Bütün bunları sığdıramıyorsak, orası bizim evimiz mi?
Her şey, insanla başlayıp insanla bitmiyor mu?
Erdal Atabek
Kırmızı Işıkta Yürümek