Daniel Dorling eşitsizliğe, onun göstergeleri ve nedenlerine ilişkin çalışmasında, “zengin ülkelerdeki sosyal eşitsizliğin, eşitsizlik doktrinlerine inancın sürmesi sayesinde hayatta kalabildiğini ve yaşadığımız toplumun ideolojisinin büyük bölümünde yanlışlıklar olabileceğini fark etmenin insanları hayrete düşürebileceğinin” altını çiziyor.1 Bu “eşitsizlik doktrinleri” yüksek sesle dile getirilen (açık) inançlara temel oluşturan ve onlara “anlam kazandırır” gibi görünen üstü kapalı (örtülü) öncüllerdir; bununla birlikte, bunlara neredeyse hiç kafa yorulmaz ya da bunlar sınanmaz; düşünürken kullandığımız ancak başka bir somut dayanağı olmayan fikirler oluştururken hakkında düşünmediğimiz, daima sindirilen fakat nadiren dile getirilen inançlardır bunlar.
Örneğin, meraklısı olduğu ve kusursuzca saptadığı popüler önyargılardan politik malzeme çıkarmasıyla tanınan Margaret Thatcher’ın 1970’te Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaretindeki resmi bildirisini ele alalım (Dorling’in yaptığı gibi):
Bireylere değer vermemizin nedenlerinden biri, tümünün aynı olması değil, hepsinin farklı olmasıdır… Bence, eğer bunu yapabilecek potansiyelleri varsa çocuklarımızın uzamasına, bazılarının uzayarak diğerlerini geçmesine izin vermeliyiz. Çünkü hem kişinin kendi çıkarı hem de bütün olarak toplumun menfaati için her bir vatandaşımızın potansiyelini tam olarak kullanabileceği bir toplum yaratmalıyız.
Unutmayın ki Thatcher’ın ifadesini neredeyse doğru kılan esas öncül (“bütün olarak topluma” hizmetin her vatandaşın “kendi çıkarına’’ hizmet etmesiyle gerçekleştiği varsayımı) burada ayrıntılı olarak açıklananın ayıp olduğu gibi kabul edilmiştir. Dorling’in gözlemleyip, iğneleyici bir şekilde dile getirdiği üzere, Thatcher “potansiyel yeteneği insanın boyuna (insanların değiştirme gücünün ötesinde bir şeye) benzetmekle kalmıyor, farklı bireylerin farklı yeteneklere sahip olmasının farklı sosyal koşullara maruz kalmalarından değil, doğuştan kaynaklandığını” varsayıyor. Diğer bir deyişle, Thatcher tıpkı boylarımız gibi farklı yeteneklerimizin de doğuştan kaynaklandığını açıkça kabul ederek, insanda kaderin hükmünü değiştirebilecek kudret olmadığını veya çok az olduğunu ima ediyor. Bu ve başka nedenlerle, geçen yüzyılın neredeyse tamamında, “insanların bencil davranarak başkalarına da bir şekilde fayda sağladıkları gibi garip bir fikir yerleşmiştir” insanların kafalarına.
Bununla birlikte, Dorling’e göre, eşitsizliği destekleyen ve sürdüren tek “eşitsizlik doktrini” bu değil. Hiçbir gerçeklik kanıtı taşımamasına veya eleştirel bir teste tabi tutulmamış olmasına rağmen yaygın algılarımızı, tavırlarımızı ve davranışlarımızı biçimlendirmeye ısrarla devam eden başka birtakım üstü kapalı ve gizli görüşleri dile getiriyor. Bu tür “inançsızlık doktrinleri” arasında Dorling şu inanışları sıralıyor: ( 1) Elitizm faydalıdır (çünkü tanım gereği, sadece nispeten az sayıda kişinin sahip olduğu yetenekler geliştirilerek çoğunluğa fayda sağlanabilir); (2) Dışlama toplumun sağlığı için hem normal hem de gereklidir; hırs daha iyi bir yaşam için faydalıdır; (3) Ortaya çıkan umutsuzluk kaçınılmazdır ve bundan kurtulmak için yapılacak bir şey yoktur. Bu yanlış inançlar dizisi, sosyal eşitsizliğe olan gönüllü, neredeyse tamamen düşünmeden, kayıtsızca itaatimizden kaynaklanan toplu sefaletimizin sürmesi ve aslında kendi kendini idame ettirmesi anlamına geliyor:
Sık sık hayıflanmalarına ve kendilerini kendi seçimlerinin ürünü olmayan koşullarda bulmalarına rağmen, insanlar oldukça uzun zamandır kendi tarihlerini yazmaktadır. Ve tarihler toplu olarak yazılır… Şu anda midemizi topluca alışverişle ve dizilerle dolduruyoruz. İnsanlarımız izleme işini televizyon seyrederek ve internette gezinerek yaptığından, statü paranoyası güçleniyor. Reklamlar daha fazlasını istememiz için yem olarak kullanılıyor; açgözlülük hepimize altın tepside sunuluyor.
Özetlemek gerekirse, çoğumuz çoğu zaman isteyerek (bazen neşeyle, bazen isteksizce, sövüp sayarak veya öfkeden dişlerimizi gıcırdatarak) bize sunulana kucak açıyoruz ve hayat boyu görevimiz olan, elimizden gelenin en iyisini yapmayı terk ediyoruz. Peki, yolumuzu değiştirmek için düşüncemizi; gerçeği (ve onun davranışlarımızı belirleyen katı taleplerini) değiştirmek içinse yolumuzu değiştirmek yeterli mi?
İster hoşunuza gitsin ister gitmesin, seçici hayvan anlamına gelen homo eligens türüne dahil olduğumuz ve ne kadar zorlayıcı, zalim ve inatçı olursa olsun hiçbir gücün seçimlerimizi tamamen baskı altına alamadığı, muhtemelen de alamayacağı ve böylece davranışımızı kesin olarak değiştiremeyeceği doğru mu? İstekayı tutanın, bilardo masasında canı nereye isterse gönderdiği bilardo topları değiliz; deyim yerindeyse, özgür olmak için yaratılmışız ve seçim yapmanın zahmetlerinden kendimizi ne kadar kurtarmak İstersek isteyelim, önümüzde daima, gidebileceğimiz birden fazla yol olacak. Kendi aralarında seçimlerimizi şekillendiren, birbirinden büyük ölçüde bağımsız iki etken vardır: yaşam şeklimiz ve hayatımızın yörüngesi. Bunlardan biri, üzerinde hiçbir etkiye sahip almadığımız koşullar dizisi olan “kader”, diğer bir deyişle, (doğduğumuz coğrafi ve sosyal konum veya doğum tarihimiz gibi) biz yapmadığımız halde “başımıza gelenler”dir. Diğer etken ise, üzerinde (en azından prensipte) belli bir etkiye sahip olduğumuz, işleyebileceğimiz, eğitebileceğimiz ve geliştirebileceğimiz karakterimizdir. “Kader” gerçekçi seçeneklerimizin listesini belirler fakat bunların arasından nihai seçimi yapan karakterimizdir.
Tabii ki “kaderimizin” belirlediği “gerçekçi” seçenekler gerçeklik dereceleri bakımından genellikle derin farklılıklar sergiler. Bazı seçenekler diğerlerine kıyasla daha güvenli, daha az riskli ve/veya daha albenilidir ya da en azından öyle görünür; böylece, daha fazla zaman gerektirdiği, daha külfetli olduğu, daha fazla fedakarlık istediği veya çoğunlukla toplum tarafından kınanma ve prestij kaybı riski taşıdığı şüphesi uyandıran, günümüzde pek rağbet görmeyen (dolayısıyla pek de tavsiye edilmeyen) alternatif seçeneklere kıyasla bunların seçilme şansı daha yüksektir. Bu nedenle, “gerçekçi” seçeneklerin tercih edilme ihtimallerinin dağılımı da “kaderin” yetki alanına girer: Ne de olsa, hepimiz “düzenli” bir sosyal çevrede yaşıyoruz ve bu “düzenleme” tam olarak ihtimallerin yönlendirilmesinden meydana geliyor. Bu işlem, bazı seçimlerin olasılığını normale göre artırırken bazılarınınkini de düşürmek olmak üzere, verilecek ödüller ile cezaların tekrar tekrar düzenlenmesinden ibarettir. Ne de olsa, “gerçeklik’’ içten gelen isteklerimize karşı olan dış dirençlere taktığımız addır. Dirençleri ne kadar güçlü olursa, engelleri o kadar “gerçek’’ hissederiz.
Bir seçimin sosyal bedeli ne kadar yüksekse, seçilme olasılığı da o denli düşüktür. Seçimi yapacak kişinin kendinden beklenen şeyi reddetmesinin bedeli de seçimindeki itaatinin ödülü de son derece değerli bir para birimi olan sosyal kabul edilebilirlik, konum ve prestij cinsinden ödenir. Toplumumuzda bu bedeller, eşitsizliğe ve eşitsizliğin oldukça güç olan ve dolayısıyla alternatiflerine kıyasla üstlenilme ve yerine getirilme ihtimali daha düşük olan sonuçlarına direnç yaratacak şekilde düzenlenir: uysal ve kabullenilmiş bir itaat veya gönüllü işbirliği. Kapitalist, bireyci tüketim toplumunda yaşayan bizim, yaşam oyunlarımızda tekrar tekrar atmamız gereken zarlar çoğu durumda, eşitsizlikten çıkar sağlayan veya sağlamayı umanların lehine hilelidir…