İnsanın her yaptığından memnun olmasından kendine hayran olmasından daha delice bir şey olur mu? Ama itiraf ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız güzel ve hoş ne varsa bunu deliliğe borçlusunuz.
Hayatta hoş olan ya da sürekli olan hiçbir bağlılık görmezsiniz. Hükümdar uyruklarını, uşak efendisini, cariye hanımını, öğrenci eğitmenini, dost dostunu, koca karısını, ev sahibi misafirini, arkadaş arkadaşını; durmadan hata, yüze gülme, hatırşinaslık ya da buna benzer hoş bir deliliğin verdiği tatlı rüyalarla karşılıklı olarak aldatmazlarsa, her biri az zamanda diğerine katlanılmaz gelir. Şimdi söylediğim bütün bu şeylerin sizi şaşkınlık ve hayranlığa düşürdüğünden şüphe etmiyorum; fakat daha başka şeyler de işiteceksiniz.
Rica ederim, bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi? Bu soruların hepsine evetle cevap vermek için, deliliğin kendinden daha deli olmak lazımdır. Ben toplumdan dışlanırsam, insan, başkalarına katlanmak şöyle dursun, kendi kendine katlanamayacaktır. Kendiyle herhangi bir ilişkisi olan her şeyden tiksinecek ve şahsı, kendi gözünde bir kin, iğrenme ve nefret konusu olacaktır. Zira, genellikle anadan daha çok üvey ana olan doğa, bütün insanlara, ve özellikle biraz bilgelik sahibi olanlara, ellerinde olana karşı isteksizlik göstermeyi, olmayana hayran olmayı emreden talihsiz bir eğilim vermiştir.
Bir uğursuz eğilim, hayatın bütün faydalarını, bütün güzelliklerini, bütün çekiciliklerini bozar; son olarak hayatı da tamamen mahveder. Ölmezlerin insanlara verebildikleri en kıymetli armağana; güzelliğe sahip olan, kendi kendinin hoşuna gitmezse neye yarar? Hüznün kara zehiriyle bozulunca, gençliğin faydaları ne olabilir? Nihayet burada sağ tarafımda gördüğümüz ve çıkarlarıma her yerde gösterdiği bağlılıkla sevgimi kazanmış olan Özsaygı’nın yardımı olmaksızın, hayatta, yerinde ve istekle yapabileceğiniz (yerinde diyorum, zira yerinde olmak, yalnız sanatların değil hayatın bütün edimlerinin büyük esasıdır) herhangi genel ya da özel bir edim olur mu?
İnsanın her yaptığından memnun olmasından kendine hayran olmasından daha delice bir şey olur mu? Ama itiraf ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız güzel ve hoş ne varsa bunu deliliğe borçlusunuz. Evet, Özsaygı olmayınca, edimlerinizde ne hoşluk, ne güzellik, ne uygunluk kalır. Hayatın bu tatlı çekiciliği bir kere mahvolduktan sonra, hatibin nutkunda ateş, müzisyenin sesinde hoşluk, zevzeğin tavır ve hareketlerinde komiklik kalmayacak, şairle ve şairin Musalarıyla alay edilecek, ressamın kendi ve sanatı hor görülecek, hekimin, ilaçlarının ortasında açlık ve sefaletten öldüğü gözlemlenecektir. Sonunda, bir Nireus bir Thesites sanılacak, bir Phaon da bir Nestor, zarif bir adam budala, değerli bir insan çocuk, en terbiyeli kavalye de kaba saba bir kimse sanılacaktır. Demek ki, herkesin kendi kendini okşaması, başkalarının alkışına hak iddia etmeden önce adeta kendinden alkışa kavuşması bu derecede gereklidir.
İnsanın, ne ise onu olmaktan memnun olması, sahip olduğu şeylerle yetinmesi, saadetin en büyük kısmı değil midir? İşte bu çıkarı size benim aziz Özsaygı’m sağlar; herkesin, kendi çehresinden, zekâsından, doğuşundan, mevkisinden ahlakından, vatanından memnun olmasını sağlayan odur; onun sayesindedir ki, İrlandalı kendini kalyandan, Trakyalı Atinalıdan, İskit Saadet Adaları sakinlerinden daha mutlu sanır. Doğanın uzak görüşlü özeninin hayran olunası etkisi! O doğa ki, ölümlülere dağıttığı armağanların sonsuz çeşitliliğine karşın, her bireye verdiği nimetler arasında doğru bir dengeyi korur. Ölümlülerden birinden armağanlarından birkaçını sakınmışsa, ona, karşılık olarak biraz daha fazla Özsaygı verir.
Fakat ben de, doğa ondan bir şey sakınır demekle ne kadar deliyim. Ona vereceği en kıymetli armağan özsaygı değil midir? Ama, benim meydana getirmediğim iyi bir edim, biraz öğütlenmeye değer olup da varlığını bana borçlu olmayan bir ilim ya da bir fen olmadığını da size kanıtlayacağım.
Örneğin savaş, insanların hayranlıklarını çeken bütün edimlerin kaynağı değil midir? Kahramanların defne dalları dedikleri şanlı meydanları o hazırlamaz mı? Neden çıktıkları çoğu kez bilinmeyen, birbiriyle tutuşan iki taraf için faydalı olmaktan çok daima zararlı olan kavgalara girişmekten daha delice bir şey var mıdır? Zira savaşta ölenler hiç sayılırlar, iki ordu karşı karşıya durduğu, boruların tiz sesleri havalarda uçtuğu zaman, okumakla bitmiş tükenmiş, gamlı ve cansız bir ömrü güçlükle sürükleyen filozofların çehreleri neye yarar?
Burada, sağduyuların azlığı oranında cesaretleri çok, kuvvetli, sağlam kimseler gereklidir. Meğer ki Demosthenes türünden askerler yeğlenilsin: Demosthenes, Arkhilokhos’un öğüdü üzerine, düşmanı görür görmez kalkanını yere atıp kaçmış ve böylece, kürsüde ne kadar güzel söz ustasıysa, savaşta o derece tabansız olduğunu kanıtlamış.
Bana belki: “Savaşta ihtiyatlılık zorunludur” diyeceksiniz; teslim ederim; kumandanlar için zorunludur. Unutmayalım ki, onlara felsefi değil askeri bir ihtiyat gereklidir, bu, ordunun bütün geri kısmı için gereksizdir. Zaferin defne dallarını, filozoflar için yapılmamış olan bu defne dalları, toplamak, asalaklara, alçaklara, hırsızlara, katillere, köylülere, avanaklara, baldırı çıplaklara, özetle en aşağı tabakaya düşer
Bu zavallı filozofların, dünya işlerinde ne derece kabiliyetsiz olduklarına kanaat getirmek isterseniz, şu Sokrates’e, Apollon kâhininin, insanların en bilgesi diye nitelemek budalalığında bulunduğu şu filozofa bakınız. Bir gün halk önünde bilmem hangi meseleden söz etmeye mecbur kalan Sokrates, bu işi o kadar fena başarmış ki, herkes kendisiyle alay etmiş. Fakat itiraf etmeli ki onun bazen pek de ahmakça olmayan fikirleri var; mesela, bilge şanı ancak tanrılara aittir diyerek bu şanı reddettiği, yahut filozof hükümet işlerine karışmamalıdır, dediği vakit…
Bununla beraber, insan olmak için bilgelikten kesin olarak vazgeçmek gerektiğini öğrenseydi daha iyi ederdi. Hakkında ileri sürülen suçlamalara ve onu zehir içmeye mahkûm eden yargıya kim sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı karşısında vecde geleceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni öğrenmiş olsaydı, bu felaket başına gelmezdi. Fakat Sokrates’in ünlü öğrencisi Platon’u, üstadının hayatı için titreyerek, onu savunmak için ilerlerken görüyorum. Ne mükemmel avukat!
Meclisin gürültüleriyle şaşırmış, ilk cümlesinin yarısını söylemeyi zar zor başarıyor. Theophrastos da, bir gün halk önünde bir nutuk söylemek istediği zaman, aşağı yukarı aynı
hale düşmüş değil mi? İlk önce o kadar şaşırmış ki, ağzından bir tek söz çıkaramamış. Bu adam savaşın kızıştığı bir zamanda askerlere cesaret esinlemeye pek elverişliydi, değil
mi?
Isokrates o kadar mahcuptu ki, halk önünde hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemezdi; Roma güzel söz söyleme sanatının babası Cicero’nun kendisi de, acemi tavırlıydı ve savunmalarının giriş bölümünü söylerken bir çocuk gibi kekeler, titrerdi. Gerçi, Fabius bu mahcupluğun, tehlikeyi gören ihtiyatlı bir hatibe işaret ettiğini söyler. Fakat böyle konuşmak, bilgeliğin iyi hareket etmeye daima engel olduğunu itiraf etmek değil midir? Bütün bu büyük adamlar, yalnız dilleriyle savaşmak söz konusu olduğu zaman bile damarlarında bir damla kanı kalmayan bu kimseler, düşman karşısında kim bilir ne güzel bir tavır takınırlardı!
Bununla beraber, Platon’un şu ünlü bilgeliği dillerde Tanrılar bilir ne kadar çok dolaşıyor; Filozoflar hükümdar, yahut hükümdarlar filozof olsalardı, devletler ne bahtiyar olurlardı. Fakat tarihçilere başvurunuz, görürsünüz ki hükümdarlar arasında hiçbirisi, felsefe yahut edebiyat incelemeleriyle vakit geçirenler kadar devletleri için uğursuz olmamıştır. Bunu kanıtlamak için her iki Cato’nun örneği yeterli olmaz mı? Biri gereksiz gammazlıklarla cumhuriyetin huzurunu bozuyor; öteki, Roma milletinin her şeyini fazla bilgelikle savunayım derken, onu esasından harap ediyor.
Buna, Brutus’ları Cassius’ları, Gracchus’ları ve hatta Demosthenes’in Atinalılar Cumhuriyeti’ne yaptığı fenalık kadar Roma Cumhuriyeti’ne kötülük yapmış olan Cicero’yu katınız.
İsterseniz, Marcus Aurelius’un iyi bir imparator olduğunu itiraf edeyim. Oysa, bunu pekâlâ kabul etmeyebilirim, çünkü filozof sanı onu vatandaşlara dayanılmaz ve nefretlik kılmıştır. Fakat saltanatının topluma bazı faydalar sağladığını farz etsek bile, bu faydalar, saltanatı pek uğursuz olmuş olan bir oğlu kendi yerine bırakmakla yol açtığı belalarla karşılaştırılabilir mi? Felsefe üzerinde çalışan ve genellikle hayatının bütün işlerinde pek çok talihsizliğe uğrayan kimseler, özellikle hemcinslerini yetiştirmekte pek az başarı gösterirler ki bu da, bana kalırsa, doğanın akıllıca bir önlemidir; doğa böylece o bahtsız bilgeliğin insanlar arasında fazla ilerlemesine engel olmak istiyor. Biliyoruz ki, Cicero’nun soysuzlaşmış bir oğlu olmuş, ve birinin pek doğru olarak işaret ettiği gibi, Sokrates’ın çocukları babalarından ziyade analarına çekmişler – yani deli imişler.
Erasmus
Deliliğe Övgü
Çeviren: Nusret Hızır