DELİLİĞE ÖVGÜ: EN MUTLU KİŞİLER AKILLA BAĞLANTILARINI KOPARANLARDIR! – ERASMUS

Erasmus’un hala okunan tek kitabı «Deliliğe Övgü» adını taşır. Böyle bir kitap yazma düşüncesi Erasmus’un kafasında ilk kez, 1509 yılında İtalya’dan İngiltere’ye gitmek üzere Alpleri geçerken ortaya çıktı. Kitap Londra’da Sir Thomas More’un evinde çabucak yazıldı ve bir söz oyunuyla More’a armağan edildi. (Moros: deli)

Kitapta delilik bir kişilik alarak konuşur. Kendini büyük bir beğeniyle (zevkle) över. Metin Holbein’in tanıtlarıyle (tasvirleriyle) daha da canlanır.
Delilik insan yaşantısının bütün bölümlerini, bütün sınıfları ve bütün meslekleri kapsar. Fakat delilik olmasa insan ırkı ortadan kalkar. Delilik olmadan kim kiminle evlenebilir? Delilik, bilgeliğe panzehir olan öğütler verir. Zararsız ve aptal, fakat erkeklerin ters tabiatını düzelten sertliğini yumuşatan yaratıklarla, yani kadınlarla evlenmek gibi.
Pohpohlamaksızın, kendini beğenmeksizin kim mutlu olabilir? İşte böyle bir mutluluk deliliktir. En mutlu kişiler ilkelliğe en yakın olanlar ve akılla bağlantılarını koparanlardır.
En iyi mutluluk aldanmaktan gelen mutluluktur. Çünkü onun maliyeti çok düşüktür. Bir insanın kendini kral sayması, gerçekten kral olmasından çok daha kolaydır.
Erasmus daha sonra ulusal onur ve meslekle övünme gibi hususlarla eğlenir. Hemen bütün sanat ve bilim profesörleri dehşetli onurludur (kibirlidir) ve mutluluklarını bu onurdan türetirler.
Satir’in, yerini hakarete bıraktığı ve deliliğin, Erasmus’a ilişkin ciddi düşünceleri dile getirdiği noktalar bulunmaktadır. Bunlar, kiliseyle ilgili konuların küçümsenmesini içerir. Rahiplerin «her ruhun arafta kalacağı zamanı hesaplamasına yarayan» bağışlamalar ve endüljanslar, azizlere dahası Bakire Meryem’e tapınma («Bakire’nin kör tapınıcıları, anayı oğuldan üstün tutacağını sanır»), tanrıbilimcilerin teslis ve, İsa’nın insan yapısı ve biçimi alması sorunu üzerindeki tartışmaları, tözün dönüşümü öğretisi (Şarapla ekmek yeme ayininde şarabın, İsa’nın kanı ekmeğin, eti olduğunu ileri süren öğreti) skolastik mezhepler kardinallar, piskoposlar, bunların tümü gülünç kılığa sokulmuştur.
Manastır tarikatlarına karşı girişilen saldırı, özellikle şiddetlidir: O tarikat mensupları, «kafası bozulmuş ahmaklardır. Dinle pek ilgili değillerdir. Yine de «kendilerini beğenir, kendi mutluluklarına biterler.»
Tarikatlara göre din, sanki kılı kırk yaran yargılardan doğmuştur. «Sandallarının bağına atacakları düğümün sayısı, kendilerine özgü giysilerin hangi renk olacağı, hangi maddeden yapılacağı, kuşaklarının hangi genişlikte ve uzunlukta olacağı» ve daha bir yığın ayrıntı tarikatçıların ergilerini (zihinlerini) kurcalayıp durur.»
«Mahkeme-i Kübra»da tarikatçıların savunmalarını dinlemek ne hoş olurdu! Birisi, sadece balık yiyerek özdeksel (cismani) iştihasını nasıl öldürdüğünü böbürlenerek anlatacak; bir başkası, kutsal mezburları makamla söylemek gibi tanrısal bir işe bütün zamanını ayırdığını anlatmağa çalışacak. Bir öbürü 60 yılda paraya ancak kalın bir eldivenle dokunduğunu anlatmak isteyecektir.» Fakat İsa, onların sözünü kesecek; «yazıklar olsun size şeriatçılar, fıkıh ustaları», « … Size sadece bir ilke bıraktım: ‘birbirinizi seviniz’ dedim. Kimsenin ağzından bu yargıyı gerekince yerine getirdiği konusunda tek laf işitmedim. Rahiplerin vay başına geleceklere! Çünkü onlar inananların günah çıkartma sırasında saflıkla söylediklerini esrik (sarhoş) oldukları zaman gevezelik ederek ağızlarından kaçırırlar.
Papaların da bakılmamıştır gözünün yaşına. Onlar alçak gönüllülük ve yoksullukta efendilerini (İsa’yı) taklit etmeliler. «Onların tek silahı Ruhul Kuds’ün silahı olmalı. Bu silah konusunda onlar gerçekten cömert. Yasaklamalarında, hayırlamalarında kınamalarında, gücenmelerinde büyük küçük afarozlarında, kızdıklarına saldırttıkları kükreyen boğalarında hep onu kullanırlar. Bu çok kutsal babalar, Ruhul Kuds’ün silahlarını kendi sanılarına göre Sanctus Petrus özelgesini (mülkünü) tanrı korkusuyle değil şeytan kışkırtmasıyle ufalayıp dağıtmak isteyenlere karşı başvururlar çoğunluk.»
Yukarki parçalardan Erasmus’un reformu hoş karşılayacağı varsayılabilirdi. Fakat tersi çıktı.
Kitap, gerçek dinin bir tür delilik olduğu konusunda ciddi bir düşünceyle sona erer. İki tür delilik vardır.
1 — Alaycı bir dille övülen delilik,
2 — Ciddi olarak övülen delilik,
Ciddi olarak övülen delilik hıristiyan sadeliğinde ortaya çıkan türdendir. Bu övgü, Erasmus’un skolastik felsefeden ve latincesi klasik olmayan ukala doktorlardan hoşlanmayışının bir parçasıydı. Fakat onun daha derin bir yanı da bulunmaktadır.
O bildiğim denli, edebiyatta Rousseau’nun Rahibi’yle ortaya atılan görüşün ilk belirtisidir. Bu görüşe göre gerçek din yürekten gelir kafadan değil ve bütün özentili tanrıbilim fuzulidir.
Bu görüş gittikçe yaygınlaşmıştır ve şimdi protestanlar arasında genellikle denecek ölçüde kabul edilmektedir. Bu görüş esas olarak Hellence zekâcılığın kuzeyin duyguculuğuyle hayırlanması demektir.
Erasmus İngiltere’ye yaptığı ikinci ziyarette kısmen Londra’da kısmen Cambridge’de beş yıl geçirmiş (1509-1514), İngiliz insancılığını uyarmada büyük etki yapmıştır.
İngiltere’de soylu kişilerin çocuklarının okuduğu ilkokullardaki öğretim son zamanlara değin değişmedi, hemen hemen aynen Erasmus’un arzulamış olduğu biçimde kaldı. Temel Grekçe ve Latince bilgisi verdi. Bu bilgi yalnız çeviri değil, nazım ve nesir kompozisyonuydu.
Bilim XVII. yüzyıldan beri entellektüel alanda egemense de kibar ya da kutsal bir kişinin dikkatini çekmeğe değer bulunmamıştı. Platon, incelenmesi gerekli bir kişiydi. Fakat Platon’un incelenmeğe değer bulduğu konular hakkında aynı şey düşünülmüyordu. Bütün bunlar Erasmus etkisiyle aynı çizgide olan hususlardı.
Rönesans adamlarının geniş bir merakı vardı. «Bu adamlar» der Huizinga, «Arzuladıkları çarpıcı olaylara, acayip ayrıntılara, nadir görülen ve normal dışı şeylere hiç bir zaman erememişlerdir.» Fakat başlangıçta onlar bu şeyleri dünyada değil, eski kitaplarda araştırmışlardı. Erasmus dünyaya ilgi göstermişti, fakat onu ham biçimiyle sindiremedi. Erasmus’un dünyayı özümlemesi için, onun Latince ve Grekçeyle biraz çeşnilenmesi gerekti.
Gezginlerin öyküleri bir kulaktan girip öbüründen çıkmaktaydı. Fakat Roma tarihçisi Phillinius’un 37 ciltlik coğrafya tabiat bilimleri, tıp ve sanat tarihini içeren «Naturalis Historia» adlı yapıtındaki herhangi bir olağan üstü olaya şıp diye inanılırdı. Bununla birlikte merak, derece derece, kitaplardan gerçek dünyaya aktarıldı. İnsanlar, klasik kitaplarda anlatılanlardan çok, gerçekte ortaya çıkan vahşi ve acayip hayvanlara ilgi gösterdi.
Shakesperae’in «Fırtına», adlı oyunundaki Caliban Montaigne’den ve Montaigne’nin yamyamları gezginlerden türemişti. «İnsan – yiyiciler ve başları omuzlarının altından biten insanlar» Othello yönünden görülmüştü ve eski dönemlerden türetilmemişti.
Böylece Rönesans’ın merakı, edebi biçimden, yavaş yavaş bilimsele dönüştü. Yeni olguların çağlayanı insanları öyle kapladı ki, başlangıçta kolayca akıntıya kapılıp sürüklenmek işten bile değildi.
Eski sistemler yanlıştı açıkça. Aristoteles fiziği Ptolemaeos astronomisi, Galenus tıbbı, yapılan buluşları kapsayacak ölçüde kapsamlaştırılamazdı.
Montaigne ve Shakespeare karmaşıklıktan hoşnuttu. Buluş zevk vericidir. Sistem onun düşmanıdır. Olgulardan sağlanan yeni bilgilerin sistem kuran yetenekle birleştirilmesi XVI. yüzyıla gelinceye değin olanaklı olmamıştır. Bütün bunlar, Columbus’u Argonautlardan daha az ilginç bulan Erasmus’la aramızdaki uzaklığı artırmıştır.
Erasmus, tedavi kabul etmez biçimde edebiyatçıydı ve bu ona sıkıntı vermiyordu. Enchridion Militis Chritiani adlı ve bilisiz askerlere öğüt veren bir kitap yazdı. Askerler İncil’i aynı zamanda Platon’u, Ambrosius’u, Jeromius’u ve Agustinus’u okumalıydı.
Erasmus, Latin atasözlerini büyük ölçüde toplamış yayınlamıştı. Daha sonraki baskılara, çok sayıda Grek atasözü de eklendi. Ereği halkın Latinceyi deyiş özelliklerine dikkat ederek (idyomatik olarak) yazabilmesiydi.
O, herkese gündelik sorunlarda; örneğin bowl oyununda Latince konuşmayı öğretmek amacıyle, geniş başarı kazanan Gündelik Konuşmalar diye kitap da yazmıştı. Bu o sıralar, imdi göründüğünden daha yararlıydı. Latince uluslararası tek dildi ve Paris Üniversitesindeki öğrenciler batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelmişlerdi. Çok kez iki öğrencinin tek anlaşma aracı belkilikle (muhtemelen) Latinceydi.
Reformdan sonra Erasmus önce eksiksiz katolik sünnîliğini sürdüren Louvain’de sonra protestan olan Basel’de yaşadı. Her iki yan da onu kendi listesine katmak istedi uzun zaman. Fakat boşuna. (Görmüş olduğumuz gibi Erasmus kiliseye ait hususları küçümsediğini ve papaların aşağılık olduğunu açıklamıştı.)
Luther’in başkaldırdığı 1518 yılında Julius Exclusus adlı ve II. Julius’un cennete girmeyi başaramadığını anlatan bir taşlama (hicviye) yayınladı. Fakat Luther’in şiddeti, onun yüz geri etmesine yol açtı. Erasmus savaştan nefret ediyordu.
Nihayet katoliklerin safına katıldı. 1524’te Luther’in Augustinus’u izleyerek ve abartarak özgür istemi hayırlamasına (reddetmesine) karşılık, özgür istemi savunan bir yapıt yazdı. Luther kabaca cevap verdi. Erasmus, daha çok tepki gösterdi. O zamandan ölümüne değin gittikçe önemsizleşti. Erasmus daima çekingendi. Zaman artık çekingen insanların değildi. Namuslu kişiler için tek onurlu almaşıklar (alternatifler) şehitlik ya da utkuydu (zaferdi).
Erasmus’un dostu More, şehitliği seçmeğe zorlandı. Erasmus, bu konuda şu yorumu yaptı: «Keşke More, tehlikeli işlere hiç karışmasaydı da tanrıbilimsel (teolojik) davayı tanrıbilimcilere bıraksaydı.» Erasmus yeni erdemler ve yeni kötülükler çağı görecek denli uzun yaşadı. Ne yeni erdem olan yiğitlikten, ne de yeni kötülük olan hoşgörü kıtlığından nasibi vardı onun.

Bertrand Russell
Kaynak: Modernçağ – Yeniçağ

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz