Edebiyat tarihçileri cumhuriyet dönemi edebiyatımızı on yıllık dönemler halinde değerlendiriyorlar. Bunun toplumsal değişim ve dönüşümlerin izlenmesi ve etkileşim içersinde edebiyata yansıması açısından sağlıklı bir yaklaşım olduğu açık. Ancak birbirlerini hazırlayan ve izleyen bir sürekliliğe sahip bu dönemleri, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Örneğin, Cumhuriyet dönemi edebiyatının temelleri 1910’larda başlayan Milli Edebiyat akımı döneminde atılmıştır. Bilindiği gibi, bu dönemde içinde yaşadıkları toplumu gerçekçi bir bakışla, sade bir dille ve belli bir teze dayanarak anlatan, Anadolu’yu konu eden yazarlarımız ortaya çıkmış; “Memleket”i, Kurtuluş Savaşı yıllarını, Anadolu halkıyla ilk kez yüz yüze gelen aydının yaşayıp hissettiklerini, köylüleri, köy yaşamından kesitleri, İstanbul sınırlarının dışına çıkarak edebiyatımıza taşımışlardır.
Cumhuriyet’le, yoğunlaşarak devam eden ve 1930’ların sonlarına uzanan Milli Edebiyat akımı, aynı zamanda Sabahattin Ali ile Sait Faik’i hazırlayan dönemdir. Sabahattin Ali sonraki dönemde gözlemciliğini eleştirel, toplumcu gerçekçiliğe ulaştıracak, Sait Faik ise kendini, çevresini, yaşamın bütünselliği içinde hikâyesine taşıyacaktır.
1940 Kuşağı olarak adlandırılan yazarların çoğu, geniş bir coğrafya içinde, her kesimden insanı ve yaşantıyı konu edinmiş, sınıfsal mücadele inancına, ruh çözümlemelerine, bireysel ya da toplumsal çelişki ve sorunlara eğilmişlerdir. Ancak eserlerin bir kısmında Anadolu’ya ve köylüye bakışta yüzeysellik ve ülküsellik de görülür. Bu kuşağın yazarlarının çoğu halklarını hapishanelerde tanımışlar, hikâyelerini onların ağzından dinlemişlerdir. Bu bakımdan Sabahattin Ali’nin, ülkenin köylüsüne, kasabalısına eğilen ve bir gezgin gibi değil, kendi yaşamından yola çıkarak yazan ilk yazar olduğu söylenir.
Ellili yıllar siyasal ve toplumsal yaşamımızda önemli değişimlerin ortaya çıktığı yıllardır. Bu süreçte, nüfusun çok büyük bir kısmının yaşadığı köy önem kazanmış, kalkınmanın köyden başlayacağı söylemi yaygınlaşmıştı. 1950 yılında, Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ünün yayımlanmasıyla birlikte, köyün ve köylünün sorunları daha ayrıntılı ve gerçekçi biçimde roman ve öykülere konu olmaya başladı. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan bunalım ve soğuk savaş döneminin zorladığı değişim, devletin sosyalleşme ülküsünden uzaklaşıp “her mahallede bir milyoner” özendirmesiyle yeni bir sermaye sınıfı ortaya çıkardı. Çok partili sisteme geçişle birlikte ortalıkta göstermelik bir demokrasi söylemi ve sanayileşme sözü dolaşır oldu. Toprak reformunun rafa kaldırılması ve tarımın makineleşmeye yönelmesi, tarıma dayalı sanayileşmenin gerektirdiği insan gücü ihtiyacını, dolayısıyla kentlere göçü hızlandırdı.
Bu sancılı dönüşüm döneminin içersinde bizzat yer almış biri olarak Orhan Kemal, iç göç olgusunu eserlerine yansıtan ilk yazardır. Bu dönem aynı zamanda edebiyatımızda toplumcu gerçekçi anlayışın yaygınlık kazanarak yazınsal üretimi biçimlendirdiği bir dönemdir. Bu yıllarda Orhan Kemal, ağırlıklı olarak Çukurovalı evsiz barksız ırgatları, İstanbul’un yoksul semtlerinde yaşayan köyden göçmüş insanları, fabrika işçilerini, zor koşullarda çalıştırılan çocukları ve işçi kadınları anlatan öykü ve romanlarıyla büyük ilgi gördü.
Aynı yıllarda, köy enstitülü yazarlar ilk ürünlerini vermeye koyuldular. Kökenleri dolayısıyla köye içerden bakabilme ve köylülüğü gerçekçi bir çizgide anlatma olanağını buldular. Sonraki yıllarda köy edebiyatının güçlü bir akım haline gelmesinde ve yıllar boyu ilgi görmesinde yalnızca tanıklık boyutuyla değil, edebiyat değeri taşıma yönleriyle de Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran… gibi önemli isimlerin büyük etkisi olmuştur.
İç göç altmışlı yıllarla birlikte ivme kazandı. Büyük kentlerin kıyılarında gecekondu mahalleleri, gettolar oluştu. Henüz kentleşememiş ama köylülükle de bağları zayıflamış insanlar, hayat mücadelesinde yeni yaşama biçimleri ve kendilerine özgü bir kültür geliştirdiler. Ancak edebiyatımıza yeteri kadar konu olamadılar ya da gerektiği kadar içerden ve derinden anlatılamadılar.
Bu konuda Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ü en iyi örnek olarak kaldı. İyi niyetli çabalar edebiyat değerine ve okura ulaşmada pek başarılı olamadı. Kentleşme hızlandıkça köy ya da göç edebiyatının da modası geçti, hor görülür, hatta geçmişe dönük eleştirilir oldu. Romanımız ve roman kahramanlarımız İstanbul’a geri döndü. Bunda, seksenlerden sonra yaşanan depolitizasyon süreciyle ekonomik, toplumsal, ahlaki değer ölçülerimizin ve kültür hayatımızın kültür emperyalizmine yenik düşmesi de rol oynadı.
Gerçekte Türkiye’de göç, “köyden kente” gibi tek bir olguyla sınırlı kalmadı. Göçün, yine altmışlı yıllarda başlayan ve hâlâ sürmekte olan bir başka ayağı da dış göç oldu. Ülkenin borç batağına saplanmış olması, çığ gibi büyüyen işsizlik, gecekondulaşma ve tarımdaki üretim düşüklüğü, yurtdışı denilen düşsel cennetin kapılarını zorladı. Ağırlıklı olarak Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine çalışmaya giden vatandaşlarımızın macerası da kısa süre içinde ve bir ölçüde, Türkiye’de yazılan öykülere konu oldu. Çünkü hemen her aileden birileri gurbetteydi ve ister somut olaylar ister insan halleri açısından, yaşanmakta olan durumların edebiyata yansıması kaçınılmazdı. Bu temanın özellikle öykülerine girdiği yazarlar arasında, Nevzat Üstün, Ümit Kaftancıoğlu, Mustafa Balel, Füruzan, örnekleri sayılabilir.
Gidenler arasında daha önce yazar olanlar da vardı. Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Aysel Özakın, Dursun Akçam gibi. Fakir Baykurt; Almanya’da “bizimkilerin” hayatlarını, sorunlarını, kaygılarını, düşlerini, iş yaşamlarını, hafta sonu ve düğünlerini, ölümlerini, eğitim halleri ve geri dönüş özlemlerini belgesel sayılabilecek bir gerçeklikle gözler önüne sermiştir.
Almanya’da yazmaya başlayanlar ve hem Türkçe hem Almanca yazanlar arasında ise Yüksel Pazarkaya, Aras Ören, Alev Tekinay sayılabilir. İkinci kuşaktan, yazı dili Almanca olan Türk yazarlar içinde öne çıkanlarsa Emine Sevgi Özdamar, Akif Pirinççi, Zehra Çırak, Habib Bektaş ve Zafer Şenocak oldular. Bu arada, işçi değil sığınmacı olarak yurtdışına çıkmak zorunda kalan, vatanından sürülüp ülkesinde yazması yasaklanmış bir başka grup da, sürgün edebiyatı kapsamında ürün verdiler. Demir Özlü, Nihat Behram, Yusuf Ziya Bahadınlı bu yazarlardandır.
Göç olgusu, görüldüğü gibi, edebiyatımıza oldukça geniş biçimde yansımış bulunuyor. Konunun eskiyle yeni arasındaki geçiş süreçlerinin yarattığı dinamiği ve çağın bireydeki yansımalarını anlatmakta önemli bir olgu olduğu ve edebiyata gerçekçi bir malzeme oluşturduğu açık.
Bazı radikal toplum bilimcilere göre göç önünde durulamayacak, çok güçlü ve kaçınılmaz bir toplumsal harekettir. Önümüzdeki elli yıllık süreçte uluslararası düzeyde ve bütün sınır kapatma önlemlerine ve yolculuk sırasındaki telefata rağmen, az gelişmiş ülkelerden gelişmişlere doğru hızlanacak ve dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlik şiddet içeriyor olsa da ancak bu yolla alt edilecektir.
Ülkemiz insanı, birbirini etkileyen sorunlar içinde bir çözülmeler ve göç ortamında yaşıyor. Bu noktada biraz kendi yazdıklarımdan da söz etmek istiyorum. Çünkü birçok öykümde ve romanımda iç ya da dış göç, görünürde arka plan ayrıntısı olarak ama temelde etkin biçimde yer alır.
Kahramanlarımın büyük çoğunluğu, baştan beri orta sınıf konumunda kasabalı ya da küçük kentli, kısaca taşralıdırlar. Kısa ya da uzun zaman önce büyük kente göçmüşlerdir. Özellikle romanlarımda ortaya çıkan, onların hayal kırıklıklarıdır. İletişimsizliğin yarattığı bu yıkımların bireyler arasındaki etkileşimle sürekli olarak birbirini beslemesi ise kaçınılmazdır.
Bu insanlar büyük kente hayatlarını değiştirebilmek umuduyla gelmişlerdir. Uyum sağlamayı bir ölçüde başarmışlar, fakat iletişim güçlüğü içine düşmüşlerdir. Bunun nedeni, kendi içinde bile birbiriyle çelişen toplumsal koşullanmalardır. Daha çok bireysel boyuttaki ruhsal düşüşler sonrası, kendileriyle hesaplaşmaya girişirler. O anki durumlarından sorumlu tuttukları asıl sorunlar, kavramlara yüklenen farklı anlamlar, beklentiler ve tepkiler arasındaki örtüşmezliklerle hayal ve gerçek çatışmalarıdır.
Özellikle kadınlar bir yanlarıyla taşra ahlakı ve yararcılığıyla çatışırlar, öte yandan bu değerlere ömür boyu üzerlerinde taşıyacakları bağlar olarak sahip çıkmaktan vazgeçemezler. Söz konusu olan bir varlık, yokluk sorunudur çünkü.
Değer-değersizlik kavramlarını sorgularken ya da dünyayı ve yeni çevrelerini tanıyıp anlamaya uğraşırken, çözümsüz kaldıkları noktada, genel geçer büyük kent ahlakına ve anlayışlarına teslim olmayı seçenler de vardır aralarında. Ama bunlar vicdan azabından tükenmeseler bile, çoğunlukla acemilikleri yüzünden ayak sürür ya da yarı yolda kalırlar. Şizofrenik yarılmalara uğrayabilirler, kimliklerini tanımlamada güçlükler yaşarlar ya da uçlar arasında gezinirler.
Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm’ün, uğradığı değişim sırasıyla, Halise- Alis-Sara’sı, Yeni Yalan Zamanlar’ın, Melike Eda’sı ve Gölgede Kırk Derece’nin kendi düşleri içinde kaybolmuş birçok kadın kahramanı kasabadan ya da küçük taşra kentlerinden gelmişlerdir ve böyledirler.
Erkekler daha dayanıklı görünürler. Yer değiştirmenin acı ve zorluklarının belli ölçüde üstesinden gelmiş olduklarına inanırlar. Üretim ve tüketim sürecine katılmış, ekonomik bakımdan bir ölçüde özgürleşmişlerdir. Ya da öyle sanırlar. Ancak kentli olmanın sağladığı olanaklar çerçevesinde kendilerini dönüştürebilenler azdır. Çoğu yaşamın anlamından kuşku duyar. Az gelişmişlik yaftasını boynunda taşıyan bir ülkenin toplumsal-ekonomik koşullarından doğan ve bir günden ötekine değişebilen iş ve güvence sorunlarını her yıkımda derinden duyarlar, yaşarlar ve ancak durumlarını o zaman yakıcı bir biçimde algılarlar. Yine de sessizce boyun eğmekten ve öfkeler biriktirmekten başka seçenekleri yok gibidir.
Yazmakla geçirdiğim yıllarda yaşanan değişim ve farklılaşan kavrayışlar kahramanlarıma da yansıdı. Bugün, kasaba ve köy yaşamından kentlere akan ya da sıkışmışlıklarıyla hâlâ oralarda yaşayıp da bu hasreti taşıyan insanlar daha büyük değer yitimleri, çözülmeler ve savrulmalar içinde görünüyor gözüme.
Yeni Yalan Zamanlar üçlemesi olarak adlandırdığım Yeşil, Mor, Safran Sarı adlı romanlarımda bu savrulmaları anlattım. Mor’da kopuşları, yenilgileri, yalnızlıkları ile kasaba kökenli bir aile ile Doğu’dan göçmüş bir başka kapıcı ailesinin kesişen yollarını konu ettim. Bu romandaki kapıcı karakteri, uzun yıllardır İzmir’de yaşıyor olmasına rağmen hâlâ köylülükle kentlilik arasında bocalar. Uyumsuzluğunun ardında ise kimliğini yitirme kaygısıyla “pek de dayanıklı olmayan bir gurur” saklıdır. Ne var ki, geldiği köyde cinayete neden olacak bir duruma, yani kızının bir iş adamından gayri meşru çocuk sahibi oluşuna sessiz kalır ve onun, yani “para”nın karşısında önünü ilikler. Öte yandan bu adam, döşeğinde ecelle boğuşurken, Alsancak’ta temizlikçi olarak çalıştığı dairelerde “görgü ve bilgisini artırmış” karısı Fatmuş, yaşlı otel doktoruyla kırıştıracak kadar büyük bir değişime uğramıştır.
Göç, bana yazarlığım bakımından sayısız malzeme ve derinlik sağlayan çok önemli bir olgudur. Yazdığım kişilerin çoğunlukla taşradan göçmüş olmalarının benim için ayrı bir önemi var. Öncelikle bir memur çocuğu olarak benim çocukluğum da göçlerle kentten kente, okuldan okula dolaşarak geçti. Yabancılıklarla, yadırganma ve kök salma özlemleriyle. Bu duyguyu erken tanıyıp öğrendim. Sonra bunun ekmek ya da özgürlük, ne olursa olsun insanın daha iyiye, hep bir umuda doğru gitmek, ama hep gitmek isteğiyle örtüştüğünü anladım. Bu duygunun aşkınlığını sevdim, seviyorum ve dünyayla hesaplaşmamı kolaylaştırdığını düşünüyorum.
İnci Aral
Yazma Büyüsü