Ece Ayhan, Cemal Süreya, Yılmaz Odabaşı ve Ece Temelkuran’nın kaleminden Nilgün Marmara

Ece Ayhan: “Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! 128 Nilgün Marmara”
Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum. Hatta kendisine “aldırma Nilgün Marmara!” bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda. Öyle güzel ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların, yine işin özünü filan bilmeden, küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor! Başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. Sivil şairlerden ünlü İlhan Berk, Nilgün Marmara’ya Bodrum’dan

Kızıltoprak’a yazdığında hep “büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara’yı edebiyat arastasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil şairlerden gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara’ya, Amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı olan “Zelda” derdi. Cemal Süreya’nın 1991’de yayımlanan “999. gün: üstü kalsın” günceler kitabında da Nilgün Marmara, zaman zaman, “Zelda” diye anılır. Amerikan caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu… Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairin yampiri ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara, sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa, 13 Şubat 1958’de İstanbul’da, Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim 1987’de yine İstanbul’da, Kızıltoprak’ta öldü. O kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji’nde okuyuşu, Boğaziçi üniversitesi İngiliz filolojisi’ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği tezinin, intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı mıdır bilemeyiz? Hani denizin, özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet, işte Nilgün Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız. Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte, “marjinal” de denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. Ve gittiği Libya’da da (tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya’dan sonra uçtuğu Avusturya’da, Alpler’de doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya, gerek Türk şiiri açısından. Hayatının son yıllarında; İlhan Berk’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cihat Burak’ı, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreya’yı kişisel olarak tanımıştı. Şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep konuşurdu. Yeni şairlerden Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Günseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen, Mustafa Irgat… arkadaşlarıydı. Kendisini, özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli oluyordu. Ölümünden sonra, Sylvia Plath’dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce ‘Beyaz’ ve ‘Şiir Atı’ dergilerinde birkaç şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” 1988’de ve “Metinler” adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990’da şiir atı yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık gençler, kendine âşık uzamış yeni panco’lar bile Nilgün Marmara’yı erişilemez bir “Mit”,unutulmaz bir simge ya da (Türkçe söylersek) bir “söylence” olarak çılgınca ve gerçekten de seviyorlar.

Cemal Süreya
“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi.
Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.”

Yılmaz Odabaşı – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” Diyen Marmara’nın Nilgün’ü
Şair intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin, “Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir… Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz, yapmamıştır da… Nilgün Marmara’yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum. “Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır: “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun… Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara… Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır. İntihar, hayatı yâdsıma halinin en son durağıdır; yâdsıma limitini tüketmiştir çekip giden… Kimileri “hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler… Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir… Düşünülürse, herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür… Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilir mi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında… Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz… Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten… Ece Ayhan, “Nasıl ki İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi” diyor… İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse, öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum: “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yâdsıma” ya somut bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten… Çünkü düş oldukça peşi sıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha minimum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor… İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan… Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan… Eski okumalarımdan anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına intiharla son veriyordu… Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır… Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar… Hayat ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat… Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır… Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor… Neyi biliyorsan o vardır zaten… Pavese der ki: “Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hak edilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış, yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan… Herkesin acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi diliyle sorar acısını… Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! Göt laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler?” Nilgün Marmara’nın bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım; hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün fotoğrafları… Bir de, ölümünden önce Mine Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim… Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim… 1987’de onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında yitirmiş yaşamını… Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir… Gündelik hayatın sığ sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı…” A. Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de bırakmış… Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz…

Ece Temelkuran – Küçük Satırlar

Kendisini tanımayanlardandır, Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan, yok kabul edenlerden, görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil, küçük su taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine, bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi, hep çocukluk yaşayanlardandı.

Az zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının çekilmezliğinden korksa da, en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en çok kendisinden çeker, hayatta. Gölgemiz dışımızdan, kendimiz içimizden takip ederler bizi. Üzerler, gülümsetirler, kırarlar, küfrettirirler, beğenemezler kolay kolay, ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.

Kendisini bilmeyi bilmek, insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek, bilinmezlikle denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı, akılsızlığı akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl, akılı akılsız yapmakta. Trajedinin komediye, ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan sınırda tutulmakta, ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir, ipten sarkmak hastalık. Kendimize, kendi ellerimizle yapılan bu işkence, kendimizi bilmenin bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize karanlığa gömmesiyle bitmekte.
İnkâr etmek, göz göre göre bitirilmek saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkâr etmek sonuçsuz kalmak, yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak bitkin düşmek, ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.

Kalp Yiyen

Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı, acı”, diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim” (H. Crane)

Tombul ve sıkış tepiş egolar arasında ya da botokslu benlikler kenarında bazen boğuluyorsan eğer, üstüne yığılıyorsa o gürbüz “Ben! Ben! İlle de ve özetle ben!”ler… Bu dünyanın tek yangın merdiveni şiirdir. Çünkü şair kişi, “Ben hiç kimseyim!” (Emily Dickinson) deyip üzerinden insan ağırlığını alabilendir.

“Ben sadece atan bir kalbim” (Proust) deyip tül gibi hafif, geçip yanından sadece ürpertebilendir. “Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” (Turgut Uyar) deyip aniden, senin o yaldızlı, staras taşlı, süslemeli, oymalı, kakmalı egonun altındaki kilimi çekip seni tepetaklak yere serebilendir.
Bütün bunları yapabilmesinin tek nedeni “acı bir kalbi” olması ve şair kişinin durmadan kendi kalbini yemesi, tükendikçe kusup kalbini yeniden yemesidir.

Nilgün Marmara, “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun olmak için gereken koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş bir tez”… Şair Nilgün Marmara’nın tıpkı kendisi gibi intihar etmiş, tıpkı kendisi gibi güzel bir kadın şair olan Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi üzerine 1985’te yazdığı tezin başında böyle diyor. Tez, Everest Yayınları’ndan kitap olarak çıktı geçen günlerde. Marmara, kendi intiharından iki yıl önce, kendi çizdiği kaderin “analizini” yaparken akademik olarak, ne yapıyordu acaba?

Nilgün Marmara da kendi kalbini yiyen kadınlardan biriydi. Dayanamayıp burada kalmanın yüküne, gidiverdi. Hep öyle düşünürüm intihar etmiş şair kadınlarla ilgili:
Muhtemelen aramızdan gidiverenler, kalplerini yemekte yeterince usta değildiler. Zira acı çekmenin de bir erbaplığı vardır. Öyle kana kana içersen kendini, zehirlenirsin kendinden. Profesyonel bağımlılar gibi ince ayarını yapmalısın bu işin. Erken yaşta gitmemek, bu yeryüzünden doğmuş olmanın intikamını yeterince alabilmek için yaşamalısın oysa.

Can Yücel gibi sunturlu bir küfür savurabilmek için lameli egolara ve balon ben’lere bu dünyada yeterince uzun süre kalmalısın. Bunları düşündüm Marmara’nın tezini okurken. Sonra açtım Birhan’ın “Cinayet Kışı+İki Mektup” kitabını “Saf Sabır” şiirini okudum, kış biterken:

sardunyalarla konuşarak çoğalttım
aramızdaki ayrılığı
sayarak çoğalttığım günleri tamamladım
kirpiklerimin arasına çektiğim tülde
yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor
oysa kimse yokmuş dışarda
içim dışıma vuruyor
sardunyalara su vermekle unutamadığımız
şeymiş aşk:
alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,
sağ yanımda unuttun keder.

Şairler neden yerler kendi kalplerini? Acı olduğu için. Çünkü bir de kendi kalpleri değil mi?
Başkalarının kalplerini yiyemeyenler, ne kadar ittirse de dünya, kimsenin canını yakmayanlar, yakamayanlar, bu dünyada hepimizin en fazlası sadece bir kalp atışı olduğunu bilenler, bu dünyadan en çok bir ürperme olarak geçip gitmek isterler…

NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNi OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz