Spinoza, Bir filozof olarak, insanın doğasını, bilincini ve bilinçaltını, dürtü ve arzusunu, düşünce ile tutkular arasındaki ilişkiyi Freud’dan, modern psikoloji ve psikoterapiden çok daha önce tanımlamıştır. Spinoza, tutkulardan dolayı daha az acı çekmenin, daha etkin ve mutlu bir insan haline gelebilmenin bir olanağını görür. Son yirmi yılda filozoflar, genel olarak felsefede hislere gösterilen ilgi ve özel olarak ise felsefenin pratik ve hatta sağaltıcı bir dalının ortaya çıkması nedeniyle Spinoza’nın duygular öğretisiyle daha çok ilgilenmeye başlamışlardır. Nörolojideki gelişmeler, Spinoza’nın his felsefesine ve aynı zamanda beden ile zihin, bilinç ile özgür irade hakkındaki görüşlerine duyulan nörolojik ilginin artmasına neden olmuştur.
Spinoza, insan bilinci ve düşüncesinin fiziki süreçler ile örtüştüğünü, beynin nasıl çalıştığını, özerk bir özne olmaksızın ve özgür iradeye sahip olmaksızın nasıl öğrenebildiğimizi, unutabildiğimizi ve hatırlayabildiğimizi biliyor görünmektedir. Spinoza’yı hem toplumsal olarak güncel hem de kişisel düzeyde anlamlı kılan şey budur. Spinoza, bu katkının başlığının da göndermede bulunduğu antik akrasia (aklın güçsüzlüğü ya da irade zayıflığı) fenomenini tanımlar. Bu aynı zamanda klasik mitlere ve trajedilere ait bir karakter olan Medea’nın da meselesidir. Sadakatsiz kocasını etkilemek için çocuklarını öldürmek üzereyken Medea şöyle haykırır: “Daha iyi olanı görüyorum, kabul ediyorum, fakat daha kötü olanı yapıyorum.”[1]
Spinoza’nın felsefesi basittir ve onun görüşlerini gerçekten paylaşıyorsanız ve hayata geçirirseniz hayatı daha basit hale getirebilirsiniz. Spinoza her şeyi öze, conatus’a, yani kendi varoluşunda sürme çabasına indirger. Sadece gerçeklikte olan şey önemlidir, yoksa olması gereken, olabilecek olan ya da olmasını tercih ettiğimiz ya da istediğimiz şey değil…Örneğin normlar gibi düşünülmüş şeyler dünyada değil, sadece zihnimizde mevcuttur. Bunu salt teorik olarak değil, (Spinoza’nın gösterdiği gibi) yoğun bir biçimde hissedilen, bütünleşik bir iç görü olarak bilmek pek çok zihinsel stresin önüne geçebilir. Bu, olumsuz hislerin nedenlerini ortadan kaldırır. Spinoza insanı asla olması gerektiği gibi değil, daima olduğu gibi varsayar ve tartışır. O insanı bütün bir doğanın perspektifinden tanımlar, çünkü Hegel’in dediği gibi, “herkesteki insanı anlayamayan, insanı hiç anlayamaz.” Spinoza’nın nosyonlarının daima somut bir anlamı vardır, bu nosyonlar asla normatif bir anlam taşımaz. Bununla birlikte Spinoza, temel kavramları çoğunlukla hem geleneksel felsefi dil hem de gündelik dil ile çatışan bir tarzda kullanır. Bunun dikkate alınmaması yanlış anlamalara ve anlamamaya neden olur. Spinoza, örneğin insan tutkuları üzerine tartışmasında da görülebildiği gibi, nosyonlarına dair hem felsefi hem de pragmatik argümanlar sunar.
Bu katkının konusu, Spinoza’nın duygular teorisi, özellikle de bir duygu çeşidi olarak edilgin duygular, yani tutkular ya da hislerdir.[2] Modern okuyucular açısından onun felsefesinin en kolay erişilebilir ve en ilginç olan bölümü belki de budur. Ama bir filozof olarak benim için bu bölümü ele alıyor olmamın çok daha güçlü bir argümanı vardır. Duygular teorisi Spinoza’nın felsefesinin özünü oluşturur ve onun merkezinde yer alır. Duyguların merkezi rolü, sadece ortadaki üçüncü bölümde yer verdiği Etika’da değil, bütün bir çalışmasında vurgulanır. Ve bu sadece bireysel mutluluk için değil, aynı zamanda barış içinde yaşayan politik topluluk açısından da geçerlidir. Conatus ve duygular teorisi temelinde Spinoza, hâlihazırda geçerli olan ahlakı eleştirir. Etika’nın III. Bölümündeki 39. Önerme’de iyi ve kötünün belli bir mutluluk ve keder biçiminden başka bir şey olmadığını söyler; duygular etik nosyonlara değil, etik nosyonlar duygulara dayalıdır. Bu aynı zamanda bedensel duygulanımlar ile zihin, hisler ile düşünce, tutkular ile akıl arasındaki ilişkinin Spinoza’nın felsefesinin özünü ve temelini oluşturduğunu gösterir. Dahası bu Spinoza’nın güttüğü pratik ve hatta sağaltıcı amaçların da bir göstergesidir. Etika’nın düzenlenişinde de görülebildiği gibi, Spinoza’nın nihai hedefi, güçsüzlükten güce ve bu sayede de kederli tutkulardan neşeye ve mutluluğa bir geçiş sağlamaktır. Kat edilmesi gereken yolun bu teması onun bütün bir çalışmasında görülebilir: hurafeden hakiki dine, bilgisizlikten hakiki bilgi ve kavrayışa, güçsüzlükten ve kölelikten güce ve demokrasiye. Bu kadar çok çeşitli insana, üstelik hiçbir akademik eğitimi olmayan bu kadar çok insana seslenmeyi başarabilen çok az filozof vardır.[3] Etika’nın geometrik yazılış tarzı ile Spinoza’nın felsefesinin gündelik hayattaki somut ve pratik içerimleri arasında özel ve paradoksal bir bağ vardır. Teori ve pratik, öğreti ve yaşam o kadar sıkı bir şekilde birlikte örülmüştür ki bazı bilim adamları Spinoza’nın biri sıradan insanlara, diğeri bilgili kimselere dönük iki dil konuştuğunu varsayar.
Şu üç iddiayı savunuyorum: Spinoza’nın felsefesi radikaldir ve pratiktir, Spinoza rasyonalist değildir. Spinoza, insanbiçimcilik karşıtlığı, insan merkezcilik karşıtlığı ve erekselcilik karşıtlığıyla radikaldir. (İnsan) zihni ve zihinsel edimlerde bile radikal bir determinizm ortaya koyar. Hayal gücü ve hurafeyi eleştirir: Duygular, (özgür) istekler ve kaçınmalar gibi insani özelliklere sahip kişileştirilmiş bir Tanrı yoktur.
Spinoza’nın felsefesi pratiktir ve aynı zamanda bir yaşam sanatı, gündelik yaşam için sağaltıcı pratik bir felsefe olarak yorumlanabilir.
Çoğunlukla söylenenin tersine Spinoza tartışmasız bir rasyonalist değildir. Aslına bakılırsa aklın güçsüzlüğü onun felsefesinde temel bir fikirdir, çünkü ten (beden, tutkular) daha güçlüdür.
Duyguların ve tutkuların kökeni ve doğası
Spinoza’ya göre, doğada Tanrı tarafından yaratılmamış olan, ama ondan doğal bir biçimde gelen her şey doğa yasalarına uygun olarak meydana gelir. Spinoza tutkulardan tiksinmez, bunun yerine “sanki çizgiler, düzlemler ya da bedenler gibi kavranılabilirlermiş gibi” onları anlamaya çalışır. Spinoza için böyle bir anlayış şu anlama gelir: “yeter neden ilkesi” olarak etkiden neden(ler)e gitmek.[4] İnsanlık durumunu iki koşul belirler: bir yandan insanın bütün bir doğa içindeki tekil bir modus olarak yeri, öte yandan insanın kendini sakınma arayışı. Bu bileşim, tutkuların hem kökeni hem de doğasına dair bilimsel bir açıklama sunar. Çok karmaşık olan insan bedeni dış etkenlerden pek çok biçimde etkilenir. Spinoza, dış etkenlerin neden olduğu olgusal etkilerin deneyimlerine, tanımı gereği zararlı ya da acı verici olmayan, nötr bir anlamdaki bedensel duygulanımlar (affectiones) adını verir. Bütün diğer şeyler (kayalar, bitkiler, hayvanlar) benzer bir biçimde etkilenir. Bu etkiler, conatus’un uğruna çabaladığı, kendi varoluşunda sürme arayışı açısından sonuçlar doğurur. Bu sonuç olumlu, nötr ya da olumsuz olabilir, yani bu sürme arayışı güçlenir, aynı kalır ya da engellenir. Bu, kayalar, bitkiler ya da hayvanlar için olduğu kadar insan için de geçerlidir. Ama hem insanlarda hem de hayvanlarda algılanabilir dışsal etkinin bu deneyimlenişi, duyusal bir sevinç ya da üzüntü algısına neden olur. Bir duygu, bedenin zevkli (sevinç) ya da zararlı (acı) olarak algılanan bir duyumsamasından başka bir şey değildir. Eğer zihin bütün bir bedenin fikri ise duygular (affectus) bedenin duyumsamalarının fikirleridir. Spinoza mutluluk ve kederi (kendi başlarına fikir olan) iki temel duygu olarak tanımlar. İnsanlar bu duyguları deneyimlediklerinde bu temel sevinç ya da üzüntü hissinin nedeni hakkında bir izlenim (bir fikir) edinmeleri neredeyse kaçınılmazdır. Nedene dair sahip olduğumuz fikir, doğru ya da yanlış olabilir. Spinoza bu ayrımı etkin (fikir doğruysa) ve edilgin (fikir yanlışsa) biçiminde tanımlar. İkinci durumda davranışta bulunmayız ya da anlamayız, sadece bir tutkuya (passio) boyun eğeriz ve upuygun olmayan bir şekilde başka bir şeyi ya da kimseyi suçlarız. “Canımı acıtıyorsun” ya da “beni sinirlendiriyorsun,” gündelik yanlış dilin örnekleri olarak alınabilir. Kendi kederinin nedeninin başka bir kimse olduğu fikri, bilgisizliğe ve anlayış eksikliğine dayalı bir yargı anlamına gelir. Öfkeye ve hatta daha kötüsü, nefrete yol açar.
Yukarıda söylediklerim temelinde şimdi, hisler (emotion) üzerine diğer birtakım felsefi fikirlerle karşılaştırmalı olarak, Spinoza’nın duygu teorisi ya da felsefesini bilişsel bir his teorisi olarak tartışacağım. Diğer filozofların hisleri değiştirmenin, yok etmenin ya da hislerden kaçınmanın nasıl mümkün olabileceğine dair düşüncelerine odaklanacağım. Spinoza keder veren tutkulara karşı çeşitli çareler önerir. Zararlı olabilecek bir yöntem olarak bir tutkuya karşı başka bir tutkuyu kullanmanın yanı sıra, terapi özünde düşünce gücünün kullanılması anlamına gelir. Öncelikle bilgi hayal gücüne karşı kullanılabilir. İkinci olarak akıl tutkuların kendisini anlayabilir. Bunların kökeninin mekanizmasının nasıl işlediğini gözleyebilir. Kendi tutkularının kökenini anlayabilir. Bu, örneğin, insanların diğer insanları ya da şeyleri kendi keder veren tutkularının nedeni olarak düşünmekten alıkoyabilir. Üçüncü olarak, ebediliğin perspektifinden derinden hissedilen bir iç görü söz konusudur.
Hislerin bir yandan felsefi bir tarzda, öte yandan Ussal Duygusal Terapi (Rational Emotive Therapy-RET) gibi psikoterapilerin yardımıyla düzenlenmesi arasında temel bir ayrım vardır. Bununla birlikte Ussal Duygusal Terapi, başka felsefelerin arasında, Stoacılık ve Spinoza’nın felsefesine dayandığını öne sürer. Felsefi terapi, keder veren hislere karşı savaşmayı amaçlamaz. Bu sadece semptomların sağaltılması anlamına gelecektir. Mesele, nedenin radikal bir şekilde yok edilmesidir. Amaç, “hislerle başa çıkmak (başa çıkmayı öğrenmek)” değildir. Spinoza’nın teorisi daha radikaldir, çünkü olumsuz hisler sadece şiddetlerini yitirmekle kalmaz, ortadan kaldırılır ya da daha iyisi kararlı bir neşeye dönüştürülür. Spinoza kendisini altta yatan fikirlerle sınırlar, upuygun ve upuygun olmayan fikirler arasında katı bir ayrım yapar. Spinoza’nın girişimi, upuygun olmayan fikirlerin dezavantajı ya da verdiği sıkıntı gibi pratik bir girişimden daha çok hakikat ve upuygun fikirler ile ilgili felsefi bir girişimdir. Spinoza bir düşünce ya da hissin işlevi ve pratik etkisine daha az odaklanır. Korku, suçluluk ve acıma gibi olumsuz hislerin işlevsel kullanımını kabul eder ama: “Tutku olan bir duygu yoluyla belirlenmiş olduğumuz bütün eylemlere o duygu olmaksızın akıl tarafından belirlenebiliriz.”[5] Kızgınlık hakkında çok fazla şey yazmış olan Stoacı filozof Seneca gibi, Spinoza da hislerin işlevsel olabileceğini düşünür. Ama sadece belli insanlar, bunlar çoğunluğu oluştursa da, bunun için hislere ihtiyaç duyar. Hisler sadece cesaretten ve kavrayıştan yoksun insanlar için kullanışlıdır. Söylenmesi ya da yapılması yararlı ve uygun olanın kavrayışına, anlayışına ve bilincine dayanarak eylemde bulunan bilgili insanların onlara ihtiyacı yoktur.
Stoacı felsefe ayrıca pratik olarak kullanılabilecek hislerin kökenine dair felsefi bir açıklama ve akıl yürütme önerir. Epictetus şöyle der: İnsanlar olaylar (gerçeklik) yüzünden değil bu gerçeklik hakkındaki fikirleri (düşünceler) yüzünden acı çeker (hisler). Gerçeklik daima ne ise odur. Bununla birlikte Spinoza bir kimsenin kendi düşüncelerini belirlemesinin bu kimsenin kendi tercihlerine dayandığı biçimindeki Stoacı nosyona katılmaz ve nitekim şunu iddia eder: Zihin isteklidir ama ten güçlüdür. Stoacı filozoflardan farklı olarak Spinoza tutkulardan tamamen kaçınılabileceğini düşünmez. Bu fikir aynı zamanda güncel nörolojinin bulgularıyla da örtüşür. Durum (gücüm dahilinde olmayan) ile buna eşlik eden (gücüm dahilindeki) düşünceler arasında fark olduğu biçimindeki Stoacı fikir, Kartezyen zihin ve beden düalizmi ile benzerdir. Descartes tutkular açısından özgür bir insan iradesi öne sürer. Spinoza Kartezyen beden ve zihin düalizminin tam karşıtını savunur. Spinoza’nın radikal monist felsefesi zihni bedenin fikri olarak ve dolayısıyla da özgür iradeyi bir yanılsama olarak görür. Bir hisse ya da tutkuya sahip olmak bizim tarafımızdan yapılan bir tercih değil, daha ziyade bizim “yolumuzla” üretilen bir duygu/etkidir.
Spinoza ile Freud’un dünya ve insan üzerine düşünceleri arasındaki benzerlikler çoğunlukla görülmüştür. Her ikisi de insan zihni ya da ruhu söz konusu olduğunda bile radikal olarak determinist bir tarzda düşünür. Bu her ikisini de özgür bir iradenin varlığını reddetmeye götürür; bizler kendi beynimizin içindeki efendiler değiliz. Spinoza’nın terapisi Freud’unkiyle örtüşür: bilinçaltını bilinçlendirmek ve böylece irrasyonel güdülerin gücünü ortadan kaldırmak. Spinoza açıkça bir dizi “direnç”ten bahseder: eğitim, kültür, tembellik, korku. Bilgisizlik tamamıyla fiziksellik ile ilişkilidir: “hiç kimse bir bedenin neler yapabileceğini bilemez…”[6] ve bir şeyin zihnimizin ya da bilinçli irademizin işleyişine atfedilmesinin nedeni budur. Spinoza için, İnsanın Anlama Yeteneğinin İyileştirilmesi Üzerine İnceleme ve Etika’da belirttiği gibi, kendilik bilgisi kurtuluştur ve Freud’un çalışmalarında kendilik bilgisi ve akıl sağlığı terapi yoluyla edinilir. Freud’da olduğu gibi Spinoza’da da kendilik bilgisi ve akıldan özgürleşmeye ve iyileşmeye giden yolun sınırları vardır. Ama her ikisi de tek başına aklın neden yeterli olmadığını açıklar. Spinoza aklın sadece kendi içinde bir duygu haline geldiğinde işleyebildiğini söyler.[7] Conatus kendi varoluşunda sürme dürtüsüdür ama “sevince” tabiatı gereği bağlı değildir. Conatus monisttir, sadece kendini sakınma amacı güder, bununla birlikte temel sevinç ya da üzüntü duygularını yaratacak şekilde başarılı ya da başarısız olabilir. Freud’un içgüdü teorisi düalisttir ve egoya karşı libido teorisini ölüm güdüsüne karşı yaşama isteğine doğru kaydırır. Spinoza için “ölüm dürtüsü” upuygun olmayan bir fikir, bir contradictio in terminis’tir, çünkü dürtü her insanın özüdür. Freud’un daha “kötümser” görüşlerinde başka bir fark daha yatar. Spinoza ve Freud, gerçekliğin tanınması, doğal hakikatin tanınmasından oluşan bilgelik fikrini paylaşır. Ama Spinoza için bu en yüksek ya da nihai amaç değildir. Tanıma ve kabul etme aynı zamanda duygusal bir tatmin ve ebediliğe katılımdır. Freud’a göre ise gerçeklik ilkesi sevinç ile karşıtlaşır. Acı veren, rahatsız eden ve moral bozan bir şekilde, yanılsamaları ortadan kaldırır. Belki de Spinoza ile Freud arasındaki temel fark budur: sevinçle kabullenme ya da acıyla kabullenme.
Sonuç
Toparlamak gerekirse, Spinoza’nın çok eski bir felsefi problem –ve aynı zamanda gündelik yaşama ait bir sorun- olarak akrasia ya da “iradenin zayıflığı”na getirdiği çözümü mümkün kılan, onun şu üç klasik varsayımı kabul etmiyor olmasıdır. Birincisi, Spinoza için insan özsel olarak rasyonel değildir, özgür irade ve mutlak (ahlaki) iyi gibi bir şey yoktur. İkincisi, Spinoza bilmek, istemek, arzulamak ve güdülenmek arasında bir ayrım yapmaz. Bu, arzuyu tamamlayan hakiki bir bilme diye bir şeyin olmadığı, sadece bir arzunun diğerine üstün gelmesinin söz konusu olduğu anlamına gelir. Kazanan taraf daima en çok arzulanandır. Spinoza “yapmadan bilmek” biçimindeki olgusal olayı kabul etmekle beraber “olması ya da olmaması gereken” gibi herhangi bir normu kabul etmez. “Daha üstün” ya da “daha aşağı” diye bir şey yoktur. Bunu “teslim olunan” bir zayıflık olarak görmemesinin nedeni budur. (Aklın, bilginin) daha iyi olarak bilineni gerçekleştirmekteki güçsüzlüğünü sadece başka bir etkenin üstün gücünün bir işareti olarak görür. Spinoza dış etkilerin, hayal gücünün ve tutkuların gücünü gösterdiği için, (aklın ve/veya iradenin) güçsüzlüğü/zayıflığından hareket eden bir açıklama ona sadece sözde karşıttır. Pratik aynıdır, ama duygular için de geçerli olduğu gibi, önemli olan onları (bir zayıflık olarak) reddetmek ya da onlardan tiksinmek yerine onları (bir güç olarak) anlamaktır.
Güçlü olan tarafın aslında her zaman kazandığını ve bu mekanizmanın bilinçli güdüler için de geçerli olduğunu gördük. Spinoza’ya göre, hiç kimse yerine getirilmesinin çiğnenmesinden daha zararlı olduğunu düşündüğü bir söze sadık kalmaz.[8] Hiç kimse bir şeyi yapmak isterken başka bir şey yapmaz. Hiç kimse “Yaparım” demekle aynı şey olmayan, gerçekten istediği bir şeyden farklı bir şey yapmaz. “Yaparım” olgusal iradenin (arzunun) değil sadece hayal gücünün bir parçasıdır. Gerçekten ne istediğinizi ne yaptığınız gösterir. İki kötülükten daima daha az kötü olanı tercih edilir.[9]
Özetlemek gerekirse: Spinoza’ya göre zayıf irade diye bir şey yoktur. Meydana gelen her şey bir güç ifadesidir, olumlu ve gerçektir. Diğer bütün “şeyler”, “başka türlü ne yapılabileceği”, “ne yapılması gerektiği” ve benzeri her şey sadece fikirdir, karardır, idealdir, normdur; kısacası bir “ens rationale” biçimi, düşünülmüş bir şeydir. Hayat daima öğretilere üstün gelir.
Miriam van Reijen
Çeviren: Sinem Özer
[1] Spinoza, Etika IV, Ö17, schol. (Ovid, Metamorphoses, VII, 20-21)
[2] “Duygular” [affects] terimi daha uygundur; Spinoza’nın terminolojisi açıklanasıya kadar bu girişte bazen “hisler” [emotions] terimi kullanılacaktır, devamında ise terimler Spinoza’nın terminolojisine uygun şekilde kullanılacaktır.
[3] Gilles Deleuze, Philosophie pratique. PUF, Paris,1970.
[4] Michael Della Rocca, Spinoza, Routledge, New York, 2008.
[5] E4, Ö59
[6] Ethics III, Ö2, schol.
[7] Ethics IV, Ö14
[8] Politik İnceleme II.12
[9] a.g.e., III.6