DOSTOYEVSKİ’NİN YAZDIĞI BUDALA ROMANINI DERİNDEN ETKİLEYEN TABLO

Dostoyevski’nin başyapıtlarından biri olan Budala’da, 19. yüzyıl Rusya’sının çalkantılı yaşamının mükemmel bir yansımasına, zaman zaman yazarın sarsıcı özyaşam öyküsünün izlerine ve onun zihnindeki ideal insanın ete kemiğe bürünüşüne şahit oluyoruz. Her eserinde olduğu gibi, Budala’da da insan varoluşunun yakıcı sorunlarını yarattığı karakterler üzerinden sorgulayan Dostoyevski, romanının örgüsünü ‘budala’ denecek kadar kötülük bilmez Mışkin karakteri ile onun etrafını saran sıradan insanlar, sarhoşlar, serseriler, divaneler, soylular ve düşkünler arasında dokumaktadır.

“Romanın Oluşumu
Dostoyevski’nin yurtdışında geçirdiği 1865 ve 1871 yılları arası, yaşamının en zor ama aynı zamanda da en verimli dönemlerinden biriydi. Maddi zorluklar, kumar sorunları, evine duyduğu özlem ve o dönemin yüceltilen Avrupa kültürünü bizzat yaşaması Dostoyevski’nin yeni bir konuda, vatanı Rusya’nın değerinin büyüklüğü konusunda ikna olmasına neden oldu.

Rusya için umut başka bir yerde değil, kendi içinde; uzun süren zulmündeki saflıkta, alçak gönüllüğünde ve derin dinî köklerindeydi. Bunun ifade edilmesi gerekiyordu ve yeni romanı, Budala’nın kahramanının duygusal patlamaları bunların kâğıda döküldüğü yer oldu.
Ancak ifade etmek istediği bu kaybolan değere ek olarak, birkaç farklı, beklenmedik karşılaşma, bu fikirlerin aktarılacağı öyküsel kurguyu oluşturmasını sağladı.

Ağustos 1867’de, Dostoyevski ve eşi Anna, Cenevre’ye yolculukları sırasında bir günlüğüne Basel’da konakladılar. Dostoyevski’nin pek etkilenmediği katedrale kısa bir ziyaret yaptıktan sonra Dostoyevski’nin Mesih’i algılayışını ve daha sonra Budala’nın yazılışını derinden etkileyecek olan, Holbein’ın Mezardaki İsa’nın Bedeni adlı eserinin sergilendiği müzeyi ziyaret ettiler.

“Baden’den ayrılırken hayalimiz Paris’e ya da İtalya’ya gitmekti, fakat hesap kitap yapınca Cenevre’de kalmaya karar verdik, tek düşüncemiz, eğer koşullar elverecek olursa oradan güneye doğru yolumuza devam etmekti. Cenevre’ye giderken müzeyi ziyaret etmek için bir gün Basel’de kaldık; kocama, bu müzede bulunan bir tablodan çok söz edilmişti. Holbein’ın bir tablosuydu bu, tabloda Mesih’in, haçtan indirilen, insan görünümünü yitirmiş, çürümeye yüz tutmuş bir din şehidini sırtında taşıması resmedilmişti. Kanlar içindeki şişmiş yüzün görüntüsü feciydi; o sıradaki ruhsal durumum tablonun önünde daha uzun süre kalmama elvermedi, bir başka salona geçtim. Fakat kocam resmin önünde donup kalmıştı. Tablonun Fiyodor Mihailoviç üzerinde bıraktığı izlenimin bir yansımasını Budala’da bulmak mümkündür. Yirmi dakika sonra tablonun yer aldığı salona döndüğümde, kocam sankizincirle bağlanmış gibi hala orada, aynı yerdeydi. Aşırı heyecanlı yüzü çoğu kez sara nöbetleri öncesi dikkatimi çekmiş olan o müthiş korkunun izlerini taşıyordu. Usulca koluna girdim, salondan çıkardım, bir sıraya oturttum, sara nöbeti geldi gelecekti; neyseki beklediğim gerçekleşmedi. Yavaş yavaş sakinleşti, fakat müzeden çıkarken tabloyu ısrarla bir kez daha görmek istedi”

Fyodor Dostoyevski/Bir Yaşam-AnılarAnna Dostoyevski, sf.127, Fransızca’dan çevrine:M.Tahsin Yalım, Remzi Kitapevi]

Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni(1521); Yüksekliği 30,5 cm ve uzunluğu 2 metre olan boyutlarıyla Holbein’ın tablosu, gerçek ölçüleriyle bir tabutun sağ yan bölümünden İsa’nın cansız bedenini gösterir. Klostrofobik etkisi ve kompozisyon biçimiyle tablo, ikon-temsil geleneğinin ötesine geçmekte ve Mesih’in kutsal hikayesini yapısal olarak bozuma uğratmaktadır. Bu temsil biçimi, Tanrı’nın Oğlu’nun ölü bedenini kutsal hikayeye karşı bakış için bir tür ‘fallik leke’ye dönüştürür.

30 cm boyu ve 200 cm eni olan tablo ilk kez M.S. 1521 yılında yapılmış ancak 1522’de Holbein’in kendi revizyonu ile en son hâlini almıştı.2 Gri, koyu yeşil ve siyah renklerini ağırlıkta olduğu resimde sunulan İsa, morarmaya başlamış yüzünde acı bir ifadeyle gökyüzüne bakarken, gözleri açık ölmüş, avuçları acı veya mücadelenin gerginliğiyle dona kalmış, hiçbir albenisi veya güzelliği olmayan bir cesettir.

Resme bakan kişinin gözleri tüm koyu renklerin içerisinde İsa’nın böğründeki mızrak deliğini gösteren, koyu ama bir o kadar canlı ve etkili kırmızı kana istemeden de olsa odaklanır.
Michael Prodger “adli tıp araştırmalarına göre [resimdeki] bedenin bozulmasının üç günlük bir cesetin bozulmasıyla aynı” olduğunu vurgular. Resmin bu gerçekçi kasveti onabakan kişilerde bir ölü görme korkusu uyandırır. İsa’nın tüm bedeni ve yüzü, acı dolu ölümünün fotoğrafı gibidir.

Hamile olan Anna, bozulmaya yüz tutmuş olan ölü bedenin resmine dayanamadığından, Dostoyevski’yi resmi incelemesi için yalnız bırakarak dışarı çıkar. Anna’nın hatırladığına göre Dostoyevski “sersemlemiş bir şekilde tablonun önünde kalakalmıştır” ve Anna on beş-yirmi dakika sonra yanına döndüğünde, Dostoyevski’yi “yüzünde altüst olmuş ve korku dolu bir ifadeyle resmin önünde hâlâ aynı noktada kilitlenmiş” olarak bulur.”

Doğu Ortodoks ikonlarında İsa’nın yüceliğinin ve görkeminin betimlendiğini göz önünde bulundurursak, Dostoyevski’nin daha önce İsa’nın insanlığını bu kadar gerçekçi yansıtan bir resmini görmemiş olması mantıklı bir varsayım olacaktır.

Leonid Uspenski’ye göre “ikon bir canlının değil, tanrısallaştırılmış bir prototipin betimidir. Yani bozulabilecek insan bedeninin değil, tanrısal ışıkla aydınlatılmış, yenilenmiş bedenin (elbette geleneksel) suretidir (…) Sonuç olarak insan bedeninin çürüyebilirliğini anımsatan her şey ikonun doğasına aykırıdır.” Bu yüzden Rus bakış açısına göre çürümekte olan bir ceset, İsa’nın kişiliğini tümüyle inkâr edecek bir unsurdur.
Tablo kendisini Budala’da iki farklı yerde gösterecektir. İlkinde Mışkin tabloyla Rogozin’in evinde karşılaşır ve tablo üzerine yorum yaparken “bir adam bu tablo yüzünden imanını bile kaybedebilir” der.

İkincisinde ise Ippolit yazdığı intihar mektubunda, İsa’nın mucizelerinde kontrolü altında tuttuğu doğanın, onun ölümü sırasında elde ettiği zaferi bir “ironi” olarak ifade eder ve şu soruyu sorar: “Acaba İsa idamından önceki gece kendi suretini görebilseydi, çarmıha gitmeyi ve ölmeyi tercih eder miydi?”

Hans Holbein’in Avrupa’sında, kırılgan ve çürümüş İsa figürü batıl inançlı zihinlere karşı bir zafer gibi görünse bile, inançlı kişiler için çok daha derin bir anlam taşımaktadır. C.S. Lewis’in Narnia’sında Aslan’ın sunağın üzerinde ölüşünü zafer sayanlara hatırlattığı gibi, ölü yatan Mesih, yenilginin değil de ölümden “daha derin ve daha eski bir gizemin” temsilidir.
Bu gizem, Hristiyan teolojisindeki “yaşam veren ölüm” paradoksudur. Mesih, günahsız olduğu hâlde insanlığın günahını üzerine alır ve kendi iradesi ile kendisini bir kurban olarak sunar. Çektiği acı, yüzleştiği ölüm ve dirilişi ile günahın insanlık üzerindeki gücünü ve yargısını kırar.

Yani, tablodaki mezarda çürümüş yatan İsa’nın insanlığı, inanan bir kişiye dirilişindeki görkemden önce, İsa’nın dünya için çektiği acıyı gösteren güçlü bir sevda ifadesidir.
Wolf a göre tablo çok keskin ve çarpıcı bir şekilde İsa’nın ölüme boyun eğerek biz insanlar için bir örnek oluşturduğunu ve bizlerin de onun yolunu ve çektiği acıları sadakatle yaşamaya çalışmamız gerektiğini ifade etmektektedir.
Tablo Dostoyevski’de, Holbein’in istediği şaşkınlığı gerçekten uyandırmıştı. Bu şaşkınlığın ürettiği meyve inançsızlık değil, tam tersine Mesih’in insani gerçeğine yakınlaşmanın doğurduğu yeni bir iman tazelenmesiydi.

Dostoyevski yaşamı boyunca İsa’yı Tanrı-insan olarak görmüş ve algılamıştır. Hristiyan inancının ilk kilise tarihi döneminden beri anlamakta ve formüle etmekte bocaladığı nokta, Mesih’in sadece yüce bir göreve çağrılmış bir insan olmadığı, aynı zamanda ilahi bir birlik içerisinde Tanrı’nın bedene bürünmüş sözü olduğudur. Her ne kadar İncil’de bu ifade kullanılmasa da, üçlü birlik kavramı da kilisenin karşılaştığı fenomene verdiği kategoridir.
İlk kilise konseylerinden günümüze kadar, Hristiyan teolojisi hâlâ bu sıra dışı kavramı bir hokkabaz mahareti ile hassas bir dengede tutmaya çalışmaktadır. Çünkü kurtarıcı, insanlığın günahlarını üstlenebilmek için o insanlığı paylaşmalıdır, ama aynı zamanda insanlığı kurtarabilmek için günahsız olan Tanrı’nın enkarnasyonu, yani bedene bürünüşü olmalıdır. Sıkça formüle edildiği gibi İsa aynı zamanda %100 insan ve %100 Tanrı’dır.
Ancak, İsa’nın ilahi doğasını ispatlamak ve vurgulamak zorunda olan kilisenin düştüğü en sık hata, İsa’nın insanlığını arka plana itmek ve İsa’yı soyutlaştırıp insandan uzaklaştırmaktır.

Her ne kadar günümüz Hristiyan düşüncesi İsa’nın insanlığının çağımız için önemini etkin bir şekilde vurgulasa da, Dostoyevski’nin yaşadığı zaman ve ufku içinde yaşadığı Rus Ortodoks geleneği içerisinde, Holbein’in kırılgan insan İsa’sı sansasyoneldir. Dostoyevski, Holbein’in tablosunda İsa’nın İnsan-Tanrı boyutunu keşfetmiş ve bu olay onun üzerinde derin bir iz bırakmıştır.”

Ziya Meral – BUDALA /Nietzsche ve Dostoyevski Karşı Karşıya


BUDALA’DA HOLBEIN TABLOSUNUN YANSILARI

(…)Bitişik odaya açılan kapının üzerinde, boyutları pek tuhaf -boyu yaklaşık iki metre, eni ise en çok otuz santim- bir tablo asılıydı.Carmıhtan henüz indirilmiş İsa portresiydi bu. Prens, bir şeyler hatırlamaya çalışır gibi, tablloyu hızla aşağıdan yukarı bir süzdü, ama hiç duraksamadı, doğruca kapıya yöneldi. İçi daralıyor, bir an önce çıkıp kurtulmak istiyordu bu evden. Ama Rogojin birden resmin önünde durdu.
“Bu tabloların hepsini rahmetli babam birer ikişer rubleye mezatlardan almıştı,” dedi. Severdi böyle şeyleri. Resimden anlayan biri epeyce baktıktan sonra resimlerinin hepsinin uyduruk şeyler olduğunu söyledi. Bir tek bu resim ayrı, dedi. Daha babamın sağlığında üçyüzelli ruble veren oldu bu resme. Kendisi de bir tüccar ve tam bir resim hastası olan İvan Dmitriç Savalyev ise dört yüz rubleye kadar çıktı. Geçen hafta biri gelip kardeşim Semyon Smeyoniç’e beş yüz ruble vermiş. Ama ben kendime alıkoydum, kimseye satmayacağım”
Tabloyu inceleyen Prens:
“Bu…Bu…bir Hans Holbein kopyası,” dedi. “Resim konusunda hiçbir iddiam yoktur, ama bunun mükemmel bir kopya olduğunu söyleyebilirim. Yurtdışındayken görmüştüm bu resmi…gördüm ve bir daha da hiç aklımdan çıkmadı. A-a, yine ne oluyor sana?…”
Rogojin birden tabloyu bırakmış yürümeye başlamıştı. Kuşkusuz ancak dalgınlık ve aşırı gergin ruh haliyle açıklanabilirdi Rogojin’inde aniden ortaya çıkıveren bu tuhaflıklar. Üstelik de kendisinin başlattığı bir konuşmayı böyle birden kesivermesi yadırganmayacak gibi değildi.
Rogojin bir kaç adım attıktan sonra durdu ve hiçbir şey olmamış gibi:
“Sana ne zamandır sormak şstediğim bir şey var, Lev Nikolayeviç,” dedi. “Tanrı’ya inanır mısın?”
“Ne tuhaf bir soru bu böyle?Ve…bakışların ne tuhaf!” dedi Prens.
Rogojin sorusunu unutmuş gibi susup bir süre resme baktıktan sonra:
“Bu tabloyu seyretmeyi severim,” diye mırıldandı.
Prens sanki ani bir ilhamın etkisiyle:
“O tablo…o tablo insanı dinden çıkarabilir,” dedi.
Rogojin’nde hemen onayladı onu:
“Çıkardı bile!”
“Dış kapının ordaydılar. Prens, birden durdu:
“Ne diyorsun sen?” diye bağırdı. “Ben şaka yapmıştım, sen ciddi söylüyorsun! Hem niye soruyorsun bana Tanrı’ya inanıp inanmadığımı?”
(….)
-Sf.281-283. İkinci Bölüm, IV. Kısım. tablonun ortaya çıkışı.

“(…)Kolya’nın ardından kapıyı kilitlemek için kalktığımda, birden, o gün Rogojin’in evindeki salonların en iç karartıcı olanlarından birinde, bir kapının üzerinde gördüğüm tabloyu anımsadım. Geçerken onu bana kendisi göstermişti; resmin önünde beş dakika kadar durduğumu anımsıyorum. Sanatsal anlamda hiçbir şey yoktu resimde, ama bana tuhaf bir tedirginlik vermişti.
Çarmıhtan henüz indirilmiş İsa görülüyordu resimde. Bana hep ressamlar çarmıha gerilmiş ya da çarmıhtan indirilmiş İsa’yı yüzüne sıradışı bir güzelliği çağrıştıran çok hoş bir gölge vererek çizerlermiş gibi gelir. Uğradığı en korkunç işkenceler sırasında bile onun bu güzelliğini koruduğunu vurgularlar. Rogojin’in evindeki İsa tablosunda ise güzellikten en ufak bir iz yoktu. Daha çarmıha gerilmeden önce büyük acılar çekmiş, yaralar almış, işkencelerden geçmiş, sırtında haçını taşırken muhafızlarca dövülmüş, halk tarafından taşlanmış, haçın altında ezilmiş ve sonunda altı saat (benim hesabıma göre en az bu kadar) çivilenmiş olarak haçta kalma acısını yaşamış bir insanın ölüsüydü. Aslında bu yüz çarmıhtan daha şimdi indirilmiş birinin yüzüydü, dolayısıyla da hala pek çok canlı, sıcak şeyi barındırıyordu; öylesine ki ölünün yüzünden sanki şu anda duymakta olduğu acıları okumak mümkündü (ressam doğrusu bunu çok iyi yakalamıştı!). Doğallıktan hiç sapılmamıştı resimde, çekilen böylesine acılardan sonra kim olursa olsun insanın ölüsü gerçekten de böyledir. Kilisenin, Hıristiyanlığın daha ilk yüzyıllarında İsa’nın simgesel değil gerçek anlamda acı çektiği, dolayısıyla da haça gerilmiş bedenin tümüyle doğa yasalarının hükmü altında olduğu yolundaki görüşünü biliyorum. Resimdeki İsa’nın yüzü yara bere içindeydi; aldığı darbelerden kanamış, çürümüş, şişmiş, morarmış, parçalanmıştı; gözleri açıktı, gözbebekleri kaymıştı; kocaman göz akları ölümün donukluğunu yansıtıyordu. Ama tuhaftır, işkencelerden geçmiş bu insan ölüsüne bakarken insanın aklına tuhaf bir soru geliyordu: eğer bütün onu izleyenler, öğrencileri, ama özellikle de gelecekteki havarileri, müritleri, ardı sıra yürüyen, haçın çevresinde duran kadınlar, ona iman eden, tapan bütün o insanlar, eğer o sırada o tam böyle bir ölü idiyse (ki kesinlikle böyle olmalıydı) böylesi eziyetler çekerek can vermiş birinin dirilebileceğine nasıl inanmışlardı? İnsanın aklına burda ister istemez madem ölüm böylesine dehşet verici, doğa yasaları böylesine güçlü, o zaman bunlar altedilebilir mi? sorusu geliyor. Yaşarken, yasalarına boyun eğdiği doğayı alteden ve ‘Talifa kumi’ diye bağırarak ölü genç kızı, ‘lazar, çık dışarı’ diyerek ölü Lazar’ı dirilten o, bu yasalarla baş edemedikten sonra biz nasıl baş ederiz? Bu tabloya baktığında doğa insanın gözünde çok güçlü, çok büyük, acımasız bir hayvan ya da bundan da çok, evet, ne kadar tuhaf olsa da, bundan da çok, yepyeni bir büyük makina gibi canlanıyor: çok değerli bir varlığı, tek başına bütün doğaya, onun yasalarına ve hatta belki de yalnızca onun ortaya çıkmasına vesile olmak için yaratılmış olan bütün yeryüzüne bedel, son derece değerli, eşsiz bir varlığı yakalamış, anlamsızca, bönce içine almış, parçalara ayırmış ve yalayıp yutmuş bir makina…Bu tabloda belkide, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz güç canlandırılmış. Ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşsam bir anda bütün umutlarını, hatta belkide inançlarını parampparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de. Öğretmen de eğer idam edilmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? Tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.
Bütün bunlar Kolya’nın gidişini izleyen bir buçuk saatlik süre içinde kesik kesik, belki de gerçekten birer sayıklama olarak, kimi kez de bir hayal halinde gözümde canlanıyordu. Şekli şemali olmayan bir şeyi insan gözünde nasıl canlandırabilir? Ama benim bu sınırsız gücü, bu sağır, küt, dilsiz varlığı tuhaf ve akıl almaz bir biçimde gözümde canlandırabildiğim oluyordu. Sanki biri, elinde mum, önüme düşüp bana kocaman, iğrenç bir örümceği göstererek, işte o gücü büyük, kara, sağır yaratık bu, diyor ve buna benim öfkelenmem üzerine de benimle alay ediyordu. Odamda, tasvirlerin bulunduğu köşede geceleri hep bir kandil yanar; ışık denebilecek bir ışığı yoktur, donuk, zavallı bir aydınlık…ama yine de etrafı seçmek, hatta tam kandilin dibinde, okumak bile mümkündür. Sanırım vakit gece yarısını geçiyordu, gözlerim açık yatıyordum yatağımda; birden odamın kapısı açıldı ve içeri Rogojin girdi.
(…)”
-Sf.499-501. Ücüncü Bölüm, VI. Kısım. İppolit’in intihar mektubu içinde.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz