Dostoyevski: Daima ufak bir olayın her şeyi kökünden değiştirmesini bekleyip durmuşumdur

Aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu. Bunu yapmayacak olsam, ömrümün sonuna kadar, “Nasıl, korktun değil mi, korktun, tam manasıyla korktun!” diye kendi kendimi yerdim. 

Beni o okula, artık hiçbir bağım kalmamış, hiçbir haber almadığım uzak akrabalarım vermişti; azarlarından iyice sersemlemiş, o zamanlar bile pis pis düşünen, etrafı sessizce, vahşi bakışlarla süzen öksüzü başlarından savmak için okula atmışlardı. Kendilerine benzemediğim için, arkadaşlarımın hepsi beni hırçın, merhametsiz alaylarla karşıladılar. Halbuki alaya hiç dayanamıyor, herkes gibi başkalarıyla kolaycacık kaynaşamıyordum. Daha ilk anlardan beri hepsinden nefret ettim; ürkek, marazlı, boyumdan büyük bir gurura gömüldüm. Kabalıklarına karşı isyan duyuyordum. Yüzümle, hantal vücudumla hayâsızca eğlenirlerdi; halbuki bazılarının öyle manasız suratları vardı ki! Zaten okulumuza gelenlerin yüz ifadeleri kendiliğinden değişiyor, manasızlaşıyordu. Bakmaya kıyamayacağınız çocuklar birkaç yıl içinde bize benziyor, son derece sevimsiz hale geliyorlardı.

Henüz on altı yaşında olduğum halde kabuğuma çekilmiş, onları hayretle inceliyordum; daha o zamanlar bile görüşlerinin darlığı, uğraştıkları şeylerin, oyunlarının, konuşmalarının manasızlığı beni hayrete düşürüyordu. O kadar önemli olayları fark edemedikleri, insanı etkileyen, hayrete düşüren konulara ilgisiz kaldıkları için, ister istemez onları kendimden aşağı saymaya başladım. Hem de bunda yaralı gururumun kışkırtmasının hiç payı yoktu; Tanrı aşkına, şu gına getirdiğim “Sen hayaller kurarken onlar artık gerçek hayatı anlamışlardı…” gibi beylik lafları önüme sürmeyin. Onların gerçek hayattan filan anladığı yoktu ve yemin ederim beni en çok kızdıran da buydu. Hatta tam tersine, en basit, en göze çarpan gerçekleri şaşılacak bir aptallıkla karşılıyorlardı; o yaştan beri sadece kuvvete, başarıya tapmaya alışmışlardı. Doğru, fakat küçük, aşağı görülmesi, ezilmesi âdet olmuş her şey, onların hayâsız, merhametsiz alaylarına konu oluyordu. Akıllarını rütbeyle bozmuşlardı; on altı yaşında delikanlılar işi az, yan gelip yatılacak işlerden dem vuruyordu. Şüphesiz bunun sebebini akıllarının kıtlığı kadar, çocukluk ve ilk gençlik devrelerinde daima gözleri önünde bulunan kötü örneklerde aramak lazım. İğrenç derecede ahlaksızdılar. Ahlaksızlıkları gösteriş, yapmacık doluydu; elbette ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş gösteren yapmacık bir kinizmle gençlik, tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik dahi sevimsizdi, çünkü yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor, yalana bürünüyordu. Hepsinden son derece nefret ediyordum, ama kendim onlardan da aşağıydım o başka. Sınıf arkadaşlarım bana aynı duyguyla karşılık veriyorlardı; üstelik benden tiksintilerini gizlemiyorlardı. Hoş, ben de artık sevgilerini istemiyordum, istediğim tek şey, onları küçük düşürmekti. Alaylarından kurtulmak için olanca hırsımla kendimi derslere verdim ve en iyi öğrenciler arasına girdim. Bu, onların saygısını kazanmamı sağladı. Hepsi de yavaş yavaş, okuyamadıkları kitapları okuduğumu, ömürlerinde hiç duymadıkları (ders programımızda olmayan) konuların yabancısı olmadığımı yavaş yavaş anlamaya başladılar. Bu durumu yabani, alaycı bakışlarla karşıladıkları halde manevi üstünlüğümü kabul etmişlerdi; zaten öğretmenlerimiz de bana bu yönden önem veriyorlardı. Alaylar kesildi, ama düşmanlık kaldı, münasebetlerimiz hem soğuk, hem gergindi. Sonunda dayanamayan ben oldum: Zamanla insan arasına karışmak dost edinmek ihtiyacını duymaya başlamıştım. Bazılarıyla arkadaş olmak istedim, fakat hiçbir zaman tabii olamadığımdan denemelerim daima boşa gitti. Sonunda bir arkadaş edinebildim. Ama zorbaca duygular o zaman bile içimde iyice yer ettiğinden, arkadaşımı kendime esir etmek istedim; çevresine karşı çocukta bir iğrenme yaratmaya çalışıp aşağılık muhitiyle münasebetini hemen kesmesini şart koştum. İhtiraslı arkadaşlığımla zavallıcığı sinir buhranları geçirecek, gözyaşları dökecek denli ürküttüm; çocuğun saf, hemen teslim olmaya hazır bir ruhu vardı ve sanki maksadım sadece onu yenmek, kendime benzetmekmiş gibi, bana tamamıyla bağlandıktan sonra ondan nefret etmeye başlayarak sırt çevirdim. Fakat hepsini yenemezdim; zaten arkadaşım öbürlerine hiç benzemeyen, güç bulunur bir istisnaydı. Okuldan çıkar çıkmaz ilk işim, lanetler okuyarak bütün bağlarımı koparıp geçmişin üstünü örtmek için, okulun beni hazırladığı meslekten uzaklaşmak oldu… Hangi şeytan dürtmüştü de şu Simonov’a gitmiştim!..

Sabah sanki her şey bir an sonra başlayacakmış gibi erken erken yatağımdan fırladım. İçimde, o gün hayatımı kökünden değiştirecek bir hadise olacağına dair kesin bir inanç vardı. Böyle şeylere alışık olmadığımdan mıdır bilmem, daima ufak bir olayın bile her şeyi kökünden değiştirmesini bekleyip durmuşumdur. Gene de daireye zamanında gittim; yalnız hazırlığımı yapmak için paydostan iki saat önce sıvıştım. Ziyafete pek sevinmiş demesinler diye, herkesten önce gitmemeye ayrıca önem veriyordum. Ama önem verilmesi gereken binlerce nokta daha vardı ve hepsi de beni halsiz bırakıncaya kadar sarsıyordu. Çizmelerimi kendi elimle bir daha fırçaladım; Apollon’a söylesem dünyada yapmazdı, çünkü günde iki defa ayakkabı fırçalamak onun için usule aykırıydı. Sonradan fark edip beni küçümsememesi için, fırçayı antreden aşırarak çizmelerimi gizlice temizledim. Daha sonra giysilerimi titizlikle gözden geçirdim ve hepsini pek eski, pek hırpalanmış buldum. Kendimi lüzumundan fazla salıvermiştim. Resmi giysim oldukça iyiydi, ama bununla yemeğe gitmek uygun olmazdı. En önemlisi, pantolonumun dizlerinden birinde kocaman sarı bir leke vardı. Sırf bu lekenin bile haysiyetimin onda dokuzunu kaybettireceğini hissediyordum. Böyle düşünmenin küçüklük olduğunu da biliyordum. “Şimdi düşünmenin sırası değil, gerçek olduğu gibi karşımızda.” diyor, metanetimi kaybediyordum. Düşüncelerimin hepsinde lüzumsuz abartmalar olduğunu o zaman da pekâlâ fark ediyordum, fakat ne yapayım, elimden bir şey gelmiyor, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordum. Şu “teres” Zverkov’un beni nasıl üstten, soğuk bir tavırla karşılayacağını, hımbıl Trudolyubov’un bön, karşılık verilmesi güç, küçümser bakışlarla beni süzeceğini, Ferfiçkin haşeresinin de Zverkov’un gözüne girmek için küstahça, pis pis sırıtarak benimle eğleneceğini, Simonov’un bütün bunları fark edip, o adi kibriyle tabansızlığım için beni nasıl hor göreceğini hayalimde canlandırdıkça mahvoluyordum; en kötüsü, tüm bunlar küçük, hiç de edebi olmayan bir sefillikte gerçekleşecekti. En iyisi oraya gitmemekti. Ama bunu yapmama imkân yoktu: Çünkü aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu. Bunu yapmayacak olsam, ömrümün sonuna kadar, “Nasıl, korktun değil mi, korktun, tam manasıyla korktun!” diye kendi kendimi yerdim. Halbuki bütün bu “gruba” ve kendime, düşündüğüm kadar tabansız olmadığımı ispat etmek istiyordum. Ayrıca korkaklık nöbetleri geçirirken bile onları yenmek, etkilemek, hiç olmazsa “yüksek fikirlerim ve inkâr edilemez nükteciliğim”le kendimi sevdirme hayalleri kuruyordum. Etkimde kalarak Zverkov’dan uzaklaşacaklar, o da utancından ezilerek bir kenarda sessiz sessiz oturacaktı ve ben de onu yenmiş olacaktım. Zverkov’u ezdikten sonra belki ona el uzatır, hatta senli benli olmamız şerefine kadeh kaldırırdım; fakat en kötüsü, en acısı, bunları düşündüğüm sırada hiçbirine gerek olmadığını, onları ezmeyi, üste çıkmayı içten arzulamadığımı daha o anda ve kesin olarak anlamamdı. Düşündüklerimi başarsam bile, buna herkesten önce bizzat ben metelik vermeyecektim. Ah, o günün bir an önce sona ermesi için Tanrı’ya nasıl yalvarmıştım! Tarif edilmez bir üzüntü içinde pencereye yaklaşarak küçük camı açtım, olanca şiddetiyle yağan sulusepkenin bulanıklığına daldım…

Nihayet külüstür duvar saatim beşi vurdu. Şapkamı kapıp sabahtan beri aylığını bekleyen ve gururu yüzünden lafı ilk olarak açmak istemeyen Apollon’a bakmamaya çalışarak kapıya koştum ve kasten yapar gibi, son elli kapiğimle bir araba tutarak Hôtel de Paris’e yollandım.

Fyodor Dostoyevski
Yeraltından Notlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz