Dostoyevski: Çok kişi, karımı öldürdüğüm için mahkum olduğumu düşündü

O zaman dokuz yaşındaydım; ama hayır, önce 29 yaşımdan başlarsam daha iyi olacak.Bayramın ikinci günüydü. Hava ılık, gökyüzü masmaviydi; tepede güneş “parlıyordu”, ama yüreğim kapkaranlıktı tabii. Barakaların gerisinde tek başıma dolaşmaya çıkmıştım, can sıkıntısından özenle dikilmiş çit kazıklarını sayıyordum; saymak içimden gelmiyordu, ama alışkanlık işte. Hapishanede ertesi gün “bayram kutlaması” vardı, kürek mahkûmları çalışmaya götürülmemişti. Çoğu kör kütük sarhoştu, köşelerde küfürleşiyorlar, birbirlerine hırlıyorlardı, her an kavga çıkacak gibi bir hava vardı. Pis şarkılar, ranza diplerinde kumar yerleri… Taşkınlık yaptıkları için arkadaşlarının cezalandırdığı bazı mahkûmların üzerlerine gocukları atılmış, ranzalarında ölü gibi yatıyorlar. Nefes alıyorlar hâlâ, bıçakla birbirlerine giren birkaç kişi; bütün bunlar bayramın ikinci günü olmuştu ve beni aşırı derece yıpratmıştı. Evet, sarhoş milletine oldum olası katlanamam, beni tiksindiriyordu, hele burada, bu yerde. Bu günlerde hapishane müdürü koğuşlara uğramazdı; arama, denetim gibi görevler yapılmaz, suçlu aranmazdı, yılda bir kez bile olsa mahkûmları dinlendirmek gerekiyordu, azılı mahkûmları bile, yoksa işler daha kötüye giderdi. Sonunda kanım beynime çıktı, Polonyalı M… çıkmıştı önüme, siyasi mahkûmdu, karanlık bakışlarını üzerime dikmişti, gözleri parlıyor, dudakları titriyordu, dişlerini gıcırdatarak kesik kesik: “Je hais ces brigands!” diye bağırdı ve sonra önümden geçip gitti. 15 dakika önce kendimi çılgınca dışarı attığım koğuşa yeniden dönmüştüm. Bu arada güçlü kuvvetli altı mujik, sarhoş Tatar Hazin’in üzerine çullanmış, kıyasıya dövmüşler. Anlamsızca döverlerdi. Bu vuruşlarla bir deve bile nalları dikebilirdi; ama bu Herkül gibi güçlü adamı öldüremeyeceklerini biliyorlardı, bu yüzden pek endişelenmeden dayağı sürdürmüşlerdi. Koğuşa döndüğümde, en uçtaki ranzada ölü gibi yatan Hazin’i gördüm, bir yaşam belirtisi görünmüyordu, üzeri gocukla örtülüydü ve herkes yanından sessizce geçiyordu: Ertesi sabah kendine geleceğine kesinlikle emindiler, ama “aralıksız bir saat, feci bir dayaktan sonra ölebilirdi de”. Yerime geçtim, karşımda demir parmaklıklı pencere, yatağıma sırtüstü uzandım, ellerimi başımın arkasına aldım ve gözlerimi kapadım. Böyle yatmak hoşuma gidiyordu: Uyuyan insana dokunmazlar, bu durumda hayaller kurmak, düşüncelere dalmak mümkün. Ama yapamıyordum; üzerimde bir tedirginlik vardı, kalbim hızlı hızlı atıyordu; kulaklarımda M…’nin sözleri çınlıyordu: “Je hais ces brigands!” Hoş, izlenimlerimi yazmamın ne yararı olacak? Şimdi bile bazen geceleri düşlerime giriyor, bundan daha acı veren bir düşüm olmadı. Basında hapishane yaşamımdan hiç söz etmediğimi fark etmişsinizdir; 15 yıl önce Ölüler Evinden Anılar’ı yazmıştım, hayali bir kişinin, karısını öldüren bir caninin ağzından anlatıyordum hapishane yaşamımı. Kitap piyasaya çıktıktan sonra çok kişinin, karımı öldürdüğüm için mahkûm olduğumu düşündüklerini de bu arada ekleyeyim.

Yavaş yavaş her şeyi unuttum ve farkına varmadan çok gerilere gittim. Dört yıllık hapishane hayatımda sürekli geçmişimi düşündüm, sanırım bu anlarda eski hayatımı yeniden yaşar gibi oluyordum, bu anılar kendi istencime göre seyrek ortaya çıkıyordu. Bir noktadan başlıyor ve yavaş yavaş bütün bir tabloya, güçlü bütünsel bir izlenime doğru genişliyordu. Bu izlenimleri analiz ediyor, çok önceleri yaşadıklarıma yeni özellikler katıyordum; en önemlisi de durmadan düzeltmeler yapıyor, bununla oyalanıyordum. Bu kez, nedendir bilinmez, çocukluğumdan, önemsiz gibi görünen bir anıyı hatırladım birden: henüz dokuz yaşındaydım, çoktan unutmam gerekirdi, ama ilk çocukluğumdan kalan anıları özellikle seviyordum. Köyümüzden bir ağustos ayını hatırlıyorum: Hava kuru ve aydınlıktı, serin ve rüzgârlıydı; yaz sonuydu ve yakında bütün kış yine Fransızca derslerin sıkıcılığına, Moskova’ya dönecektik, köyden ayrılmak çok üzerdi beni. Harman yerini geçtim, dereye indikten sonra losk’a çıktım – dereden ormana kadar uzanan sık çalılığa losk diyorduk. Sık çalılığa girdim, 30-40 adım ötede bir köylünün tek başına orman açıklığında toprağı sürdüğünü gördüm. Tepeye doğru süreceğini biliyordum; at güçlükle gidiyordu; köylünün “Hey hey!..” diye bağırışı bana kadar geliyordu. Köylülerimizin hemen hepsini tanırım, ama toprağı sürenin kim olduğunu çıkaramamıştım, benim için de önemi yoktu, kendi işime dalmıştım, meşguldüm; kurbağalara vurmak için fındık dalından kendime kırbaç yapıyordum, fındık dalından kırbaç güzel olur, ama huş dalı kadar dayanıklı olmaz. Böcekler de beni meşgul ediyordu, onları topluyordum; alacalı bulacalı, rengârenk, zarif böcekler… küçük, kızıl-sarı, kara benekli hızlı kertenkeleleri çok seviyordum; ama yılanlardan ödüm kopuyordu. Gerçi kertenkelere göre yılanlara çok az rastlıyordum. Burada mantar da azdı. Mantar toplamak için huş ağaçlarının bulunduğu tarafa gitmek gerekir, gitmeyi de düşündüm. Hayatımda ormandaki mantarlar, yabanıl meyveler, böcekler, kuşlar, kirpiler, sincaplar, nemli çürük yaprakların kokusu kadar hiçbir şeyi sevmedim. Şimdi bile yazarken köyümüzün huş ormanının kokusunu duyuyorum sanki: Bu izlenimler hayatım boyunca belleğimden hiç gitmedi. Derin sessizlik içinde ansızın çok açık bir çığlık duydum: “Kurt geliyor!” Korkudan çığlığı bastım, çığlıklar ata ata toprağı süren köylüye, orman açıklığına doğru koşmaya başladım.
Bizim mujik Marey’di bu. Böyle bir ad olur mu, bilmiyordum; onu herkes Marey diye çağırıyordu; elli yaşlarındaydı, sağlam yapılı, epeyce uzun boyluydu, koyu kumral gür sakalı yer yer ağarmıştı. Onu tanıyordum, ama onunla hemen hemen hiç konuşmamıştım. Çığlığımı duyunca kısrağı durdurdu. Koşarak gelip bir kolumla sabanına, diğeriyle koluna yapışınca, korktuğumu anlamıştı.
Soluk soluğa: “Kurt geliyor!” diye haykırdım. Başını kaldırdı ve içgüdüsel olarak çevresine bakındı, bir an bana inanmış gibi:
“Kurt mu, ner’de?”
“Biri bağırdı demin, ‘Kurt geliyor!’ diye bağırdı.”
“Ne diyorsun, ne diyorsun, ne kurdu, sana öyle gelmiş, bak, burada kurt murt olur mu?” Beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Zangır zangır titriyordum, kaftanına mengene gibi yapışmıştım, herhalde yüzüm de kireç gibi bembeyazdı. Endişeli bir gülümsemeyle bana baktı, evet, benim için endişelenmiş, korkmuştu.
“Bak sen, nasıl da korkmuş, vah vah!” diye başını sallıyordu. “Tamam yavrum, nasıl da küçücük, vah vah!..”
Elini uzattı ve birden yanaklarımı okşadı.
“Tamam, İsa yanındadır, haç çıkar hadi!” Haç çıkaramıyordum, dudaklarım titriyordu, sanırım görünüşüm onu bayağı şaşırtmıştı. Tombul, toprak bulaşmış kara tırnaklı parmağıyla hafifçe titreyen dudaklarıma dokundu.
İkide bir “Bak sen, vah vah!..” diyerek anne şefkatiyle uzun uzun gülümsüyordu bana. “Oh, Tanrım, nasıl korkmuş çocuk, vah vah!..”
Sonunda kurt falan olmadığını, “kurt geliyor!” çığlığını hayalimden uydurduğumu anlamıştım; ama bu ses o kadar açık seçikti ki! Böyle sesleri (sadece kurtlarla ilgili değil) arada bir duyduğum oluyordu, bunu biliyordum (zamanla bu çocukluk sanrılarım geçti).

Köylü Marey’e çekingen, soran bir bakışla bakarak: “Ben artık gideyim!” dedim.
“Peki” dedi. “Peşinden bakacağım, seni kurda vermem!” Anne şefkatiyle gülümseyerek: “Hadi, yürü, Tanrı seninledir!” diye ekledi, elleriyle bana haç çıkarttırdı, sonra da kendi haç çıkardı. Her on adımda bir arkama bakıyordum. Ben yürürken o atıyla durmuş, her bakışımda beni yüreklendirircesine başını sallıyordu. Ne yalan söyleyeyim, böyle korkakça davrandığım için ondan biraz utanmıştım, ama korkum hâlâ geçmemişti, ta ki dere yamacına çıkana, ilk harman yerine varana kadar… Nereden çıktığı belli olmayan köpeğimiz Volçok üstüme atıldığında korkuyu tümüyle üzerimden atmıştım. Volçok’un ortaya çıkması beni yüreklendirmişti, son bir kez Marey’e baktım, yüzünü tam olarak seçemiyordum, ama bana yine sevecen gülümsediğini ve başını salladığını duyumsuyordum. El salladım, o da karşılık verdikten sonra atını tarlaya sürdü.
“Hey, hey!” diye bağırışını uzaktan duyuyordum, at pulluğa yeniden asıldı ve toprağı sürmeye başladı…
Başımdan geçen bu olayı birden hatırlayıvermiştim işte; nedenini bilmiyorum, üstelik şaşırtıcı biçimde, en ince ayrıntılarıyla hatırlamıştım. Birden kendime geldim. Ranzamda oturuyordum, hatırlıyorum, yüzümde hâlâ o anın huzurlu gülümsemesi vardı. Bir iki dakika bu anıyı yaşadım.

Marey’den eve döndüğüm zaman yaşadığım “serüveni” kimselere anlatmadım. Sonra buna serüven mi denirdi! Üstelik Marey’i bile çok kısa sürede unutup gitmiştim. Sonraları ara sıra karşılaşmamızda bırakın kurt olayını, hiçbir konuda onunla konuşmadım. Ama birdenbire yirmi yıl sonra Sibirya’da bu karşılaşmayı tüm açıklığıyla, en ince noktasına kadar hatırlamıştım. Demek ki bu olay yüreğimde, hissettirmeden yer etmişti ve kendiliğinden, istencim dışında ve gerekli olduğu zaman su yüzüne çıkmıştı; bu yoksul köle köylünün sevecen, anne gülümseyişiyle bana yaklaşması, haç çıkarışı, başını sallayışı, “Bak sen, nasıl da korkmuş çocuk!” deyişini, özellikle tombul, toprak bulaşmış parmağıyla usulca ve çekinerek titreyen dudaklarıma sevgiyle dokunuşunu hatırlamıştım. Kuşkusuz her çocuğu böyle yüreklendirmiş olmalıydı, ama bu teke tek karşılaşmamızın sanki daha farklı bir anlamı olmuştu. Onun öz oğlu olsaydım bana yine o sevgi dolu ışıltılı gülümsemesiyle bakar mıydı, kim onu zorlardı ki? Kölemizdi Marey, ben de onun küçük beyefendisiydim; beni okşadığını kimseler bilmeyecekti ve bu davranışı için kimseler ödüllendirmeyecekti onu. Küçük çocukları çok mu seviyordu acaba? Böyleleri vardır. Bu karşılaşma, ıssız bir tarlada ve sadece Tanrı, evet, o zamanlar azat edileceğini beklemeyen ve düşünemeyen, kaba, yaban, cahil Rus köylüsünün kalbinin ne derin ve aydınlanmış insancıl duygularla, neredeyse kadın sevecenliğiyle dolu olduğunu belki de bir tek Tanrı görüyordu yukarıdan. Söyler misiniz, halkımızın yüksek eğitiminden söz ederken Kostantin Aksakov bunları mı düşünüyordu?

Bakın, ranzadan inip çevreme göz gezdirdiğim zaman, hatırlıyorum, bu bahtsız mahkûmlara başka gözle baktığımı ve bir mucize mi nedir, onlara duyduğum içimdeki tüm kin ve öfkenin ansızın yok olduğunu hissetmiştim. Karşıma çıkan yüzlere bakarak yürüyordum. Başı kazınmış, yüzü damgalarla lekelenmiş, cırtlak sesiyle türkü söyleyen şu sarhoş mujik sanki Marey’di. Öyle ya, onun içini görmemiştim ki! O akşam Polonyalı M… İle yine karşılaştım. Zavallı!.. Onun Marey gibi anıları yoktu ve bu tür adamların “Je hais ces brigands!” lafından başka hiçbir bakış açısı olamazdı. Hayır, bu Polonyalılar o zamanlar bizden daha çok acı çekmişlerdi!..

Mujik Marey

Fyodor  Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz