Din ile Bilimin Tarihsel Kavgası ve Bağdaşmazlığı – Cemal Yıldırım

“Aklın, Sokrates’ten bu yana, yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir
Isaac Asimov
Din ile bilim her dönemde açıktan ya da üstü örtülü çatışma içinde olan iki kültürel etkinliktir. Çatışmanın kökeninde bağnazlığın özgür araştırmaya olanak tanımak istememesini bulmaktayız. Bilim doğada olup bitenleri betimlemeye, açıklamaya yönelik bir çalışmadır; amacı evreni anlamak, yöntemi nesnel gözleme dayalı ussal çıkarımdır. Dine gelince, burada daha karmaşık, çok yönlü bir olayla karşı karşıyayız. Basit bir çözümleme, özellikle göksel dinlerin üç ana öğeyi içerdiğini göstermektedir:

(1) Yalnızlık ve yetersizlik duygusu içinde olan kişiye ruhsal erinç ve doyum olanağı sağlayan bir tapınma biçimi;

(2) Belli ahlak kurallarına dayalı toplumsal bir düzen;

(3) Evreni ve evren içindeki insan yaşamını anlamlı kılan hazır, anlaşılır bir açıklama.

Bu üç öğenin hem anlam, hem geçerlik temeli “Tanrı” denen yetkin, yaratan, bağışlayan, koruyan, ama gerektiğinde cezalandıran yüce varlık kavramında yatmaktadır. Başka bir deyişle, dinin tüm boyutlarında açıktan ya da örtülü Tanrı düşüncesi vardır. Tanrı, tapınma etkinliğinin yönelik olduğu varlık, ahlak kurallarının gerekçesi ve yaptırım gücü, bilgimizin yanılmaz kaynağıdır.

Bilimin dinle bağdaşmazlığı yalnızca “teoloji” diye bilinen üçüncü öğe bakımındandır; tapınma gereksinimi ve değer yargıları içeren konularda dinle ya da başka bir ideolojiyle bir kavgası yoktur; yeter ki, bilimin gerçeğe yönelik özgür arayış etkinliği kısıtlanmış olmasın!

Din evreni açıklama işlevinde bağnaz ve tekdüzedir; özellikle her şeyi açıkladığı savında olan teoloji yeni arayış ve buluşlara kapalıdır. Teolojinin bilimle kavgası düşüncede tekelci egemenliğini yitirme korkusudur. Geçmişte teologları bir tür “ölüm-kalım” savaşına iten iki büyük olay bu kavganın unutulmaz örnekleridir. Bunlardan biri “Kopernik Devrimi” diye bilinen gelişme, diğeri “Darwin Kuramı” denen evrim düşüncesidir. Birincisi, üzerinde yaşadığımız gezegeni evrenin merkezi olmaktan çıkardığı; ikincisi, insanı tüm diğer canlılar gibi doğanın bir parçası, evrim sürecinin bir ürünü saydığı için teolojiye ters düşmüştür.

Ortaçağ karanlığında kalıplaşan teolojik öğretimin zihinler üzerindeki egemenliğini bilimle paylaşması beklenemezdi, kuşkusuz. Dünyanın nasıl oluştuğu, canlıların nasıl ortaya çıktığı kutsal kitaplarda yazılıydı. Kilisenin tepkisinden korkan Kopernik, kitabının yayımlanmasını yaşamının son yılına kadar geciktirmek zorunda kalmıştır. Darwin de kuramını açıklama konusunda uzun süre çekingen davranır; Wallace’ın çalışmasıyla karşılaşmasaydı, belki de, Türlerin Kökenini yazma yoluna bile gitmeyecekti.*

Astronomide Ptolemi sistemiyle birlikte insanın doğa içindeki özel yerine ilişkin geleneksel inancı da yıkan Kopernik, teologların tepkisini önlemek için kitabına önsöz yazan dostu Osiander’in şu sözlerine göz yummak zorunda kalmıştır:

Bu kitapta önerilen sistem yalnızca açıklamaya yönelik matematiksel bir hipotezdir; felsefi doğruluğu söz konusu değildir.

* Wallace ile ilgili açıklama için sayfa 3940’a bakınız.

“Matematiksel hipotez” ile “felsefi doğruluk” diye yapılan ayırım kiliseyi yaklaşık yüzyıl harekete geçmekten alıkor. Ne var ki, kilisenin daha baştan tedirgin olduğu bellidir. Protestan reformcu Martin Luther (14831546) bile, “Bu budala kafamızı karıştırma hevesindedir; oysa kutsal kitap bize Joshua’nın arzı değil güneşi durdurduğunu söyler,” diyerek Kopernik’i kınamaktan geri kalmamıştır.

Tehlikenin tam anlaşılması 17. yüzyılın başlarını bekler. Gidişin farkına varan kilise artık kararlıdır: Önce Bruno’yıı gözler önünde yakarak, sonra Galileo’yu iki kez engizisyon mahkemesinde yargılayıp ilerlemiş yaşına karşın ev hapsine mahkûm ederek tepkisini ortaya koyar. Ancak engizisyon terörü beklenen etkiyi sağlamaz; bilimi durdurmaya olanak yoktur artık! Kopernik, Kepler ve Galileo’nun öncülüğünde başlayan bilimsel devrim 17. yüzyıl boyunca süren büyük atılımlarıyla üstünlüğünü kurma yolundadır. Teoloji, tüm direnme, yıldırma ve sindirme çabalarına karşın fiziksel bilimlere yenik düşmüştür. Artık pek az kimse arzın düz olduğu, evrenin merkezinde yer aldığı, güneşin arz çevresinde döndüğü, tüm nesnelerin toprak, su, hava ve ateşten oluştuğu gibi antik öğretilere inanmakta; deprem, sel, yangın ve fırtına yıkımlarına Tanrının günahkar kullarına uyarısı gözüyle bakmaktadır. Kısacası, kilise için kazanma şansı yoktur. Ama savaş bitmemiştir: Bir cephede yenik düşen karanlık güç, başka bir cephede mevzilenmekten geri kalmaz. Bilime karşı savaş daha sonra evrim konusunda sürdürülecektir.

Din ile bilimin tarihsel kavgası kimi dönemlerdeki ateşkese karşın hiçbir zaman barışla sonuçlanmamıştır. Darwin, Galileo, vl>. bilginler üzerinde koparılan fırtınalar su yüzüne vuran çalkantılardır. Kavganın nedeni daha derinlerde yatan metafizik anlayışlar arasındaki çelişkidedir. Din bir yanıyla ideolojiktir; tüm ideolojiler gibi aradığı mutlak iktidar, paylaşmaya razı olmadığı şey egemenliktir.

Dinsel Bağnazlıkta Tehlikeli Olan Nedir?

Din ideoljik yanıyla totaliterdir; düşünce, araştırma ve tartışma özgürlüğüne dayanan, duraksama ve kuşku içeren bilime hoşgörüyle bakmaz. Bilimsel anlayışın yaygınlık kazanması, teolojik otoritenin giderek yok olması demektir. Öyle bir gelişmeye izin verilemez, elbet.

Teoloji ile bilim arasında gözden kaçmayan başlıca fark teolojinin dogmalara bağlılığında, bilimin eleştiri ve kuşkuya yer vermesinde kendini gösterir. Teologlar için kutsal kitapta yer alan öğretiler her türlü kuşku ötesinde mutlak doğrulardır; eleştirilemez. Oysa bilimde kuşku veya eleştiriye kapalı hiçbir doğru yoktur; gözlem ya da deney sonuçlarıyla ters düşen hiçbir sava, nereden ya da kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, geçerlik tanınmaz. Teologların gözleme dayanan, kuşku ve eleştiriye açık bilime tepkileri doğaldır; kutsal öğretilerin ne ussal eleştiriye, ne olgusal yoklanmaya dayanma gücü vardır. Engizisyon özgür arayışa duyulan korkunun ürünüdür. Son dört yüzyıl boyunca bilimin hem kuramsal alanda, hem teknolojide sergilediği göz kamaştırıcı başarılar karşısında teoloji önemli ölçüde geri çekilme, dahası bilime katlanma görünümüne girmiştir. Teologların durumu kurtarmak için kutsal kitabın bilimsel sonuçlarla çelişen öğretilerini sözsel anlamları dışında mecaz ve alegorilere başvurarak yorumlama yoluna gittiklerini görmekteyiz. Oysa geçmişte (17. yüzyılın ortalarına gelinceye dek) kilisenin bilim adamlarını engizisyon terörü altında tuttuğu iyi bilinmektedir.

Aslında dinsel bağnazlık ya da ideolojik fanatizm günümüzde bile hemen her ülke için kaygı konusudur. Ne var ki, düşünce ve inanç özgürlüğü geleneğini kurmuş açık toplumlarda, ne türden olursa olsun bağnazlığın etki alanı sınırlıdır; kuracağı egemenlik yüzeysel ve geçici olmaktan ileri geçmez. Tehlike hümanist gelenekten yoksun, tartışma ve eleştiriye kapalı tekdüze toplumlar için büyüktür. Hıristiyan fanatizminin Batı dünyasında ortaçağ egemenliğine dönmesi uzak bir olasılık bile değildir. Kaldı ki, Hıristiyanlık kökeninde devlet egemenliğine değil, kişisel inanca dayanan bir dindir. Kilisenin kurumsal egemenliği sonraki bir olaydır; Hıristiyanlığın özüne aykırı bir gelişmedir. Oysa İslamiyet devlet egemenliğini içeren totaliter bir dindir. İslamiyetin egemen olduğu toplumların tarihsel yaşantısı, özellikle son bin yıl içinde, belli kalıplar içinde donup kalmış, yeni deneyimlere, özgür ve yaratıcı etkinliklere açılma olanağı bulamamıştır. Nitekim günümüzde hiçbir İslam ülkesinin gerçek anlamda bilim, sanat ve siyasal özgürlükleri benimsediği, açık toplum düzenini gerçekleştirdiği söylenemez.

Teoloji ile bilim çoğu kez aynı kültür çevresinde bile birbirinden kopuk kalan düşünme biçimleridir. Bugün bile teolojiye bağlı pek çok felsefecinin (örneğin, Mortimer, Adler ve Jacques Maritain) bilimin ortaya koyduğu tüm gözlemsel veri ve kanıtları görmezlikten gelerek, teolojinin olgulara ters düşen geleneksel öğretilerini doğru saymakta direndiğini görmekteyiz. Bunun çarpıcı bir örneğini Adler evrim kuramı konusunda vermiştir. Adler İnsanın evrim sürecinin bir ürünü olduğu savının doğru olamayacağını metafiziksel ilkelere dayanarak ispatlayabileceği görüşündedir. Ancak, Adler tezini temellendirirken biyoloji ve paleontoloji alanlarında birikmiş gözlemsel olgulara gözünü kapamakta, a priori doğru saydığı kimi ilkelere dayanmakla kalmaktadır.

Din ile bilimin bağdaşmazlığı sorununu aydınlatmak için son birkaç yüzyıllık gelişmelere kısaca değinmek gerekir.

Avrupa’da deneysel bilimlerin ortaya çıkışı 16. yüzyılın sonlarında başlar. Daha önce insanların dünyayı anlama çabaları ortaçağ skolastik felsefesi çerçevesinde kalmıştır. Gözlem ve deneyi’ değil, metafiziksel çözümleme yöntemine ağırlık veren teolojik düşünce, bağnazlığın ve kilise egemenliğinin temelini oluştursa bile kilisenin tedirginliğini gidermeye yetmemiştir. Nitekim daha sonraki gelişmeler kilisenin endişesinde hiç de haksız olmadığını gösterir.

18. yüzyıl bilim ile teolojinin giderek birbirinden uzaklaştığı, sonunda birbirine açıktan ters düştüğü dönemdir. Bir yandan bilim adamlarının mekanik dünya görüşü dışında bir başka yaklaşıma geçerlik tanımamaları, öte yandan dar kafalı teologların bilimsel gelişmelerin etkisinden özenle kaçınmaları bilim ile dini bağdaşmaz iki “düşman” kampa dönüştürür. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan pozitivizm bu gelişmede önemli rol oynayan bir olaydır. Pozitivist düşünceyi yansıtan Kant ve izleyicileri için insan bilgisi olgusal dünyayla sınırlıdır; olayların gerisindeki “gerçeklik” hiçbir zaman bilinemez. Pozitivistlere göre, felsefenin, dolayısıyla bilimin işlevi, edinilen olgusal bilgileri sistematize etmek, bilgiyi insan yaşamının düzeltilmesinde kullanmaktır. Bilim teolojinin, felsefe metafiziğin yanılgısını paylaşmamalı, bilinmezi bilme çabasından kaçınmalıdır. Bilim adamları daha da ileri giderek din adamlarını, ne olduğu bilinmeyen Tanrıyla uğraşmayı bir yana bırakıp kendilerini insanlığın hizmetine vermeye çağırırlar. Pozitivizmin öncüsü Auguste Comte (17981857) dinle bilimin işbirliğini teolojinin geleneksel öğretilerinden vazgeçmesi koşuluna bağlıyordu:

Pozitivist felsefe, İnsanlık Sevgisi üzerine kurulan yaklaşımın, Tanrı sevgisi üzerine kurulan yaklaşımdan ne denli üstün olduğunu açıkça göstermekle amacına ulaşacaktır. Hıristiyanlık insan doğasının duygusal yanı dışında hiçbir gereksinmesine bir doygunluk sağlayamamış, muhayyileyi reddetmiş, akıldan kaçmıştır. Bu nedenledir ki, teoloji sürgit tepki konusu olmuş, bundan böyle de dayanma gücü kalmamıştır.*

Kuşkusuz, kiliseyi arka plana iterek öncülüğü her alanda bilime tanıyan Comte bir hayal peşinde koşmaktaydı. Dinle yoğrul

* A. Comte, A General View of Positivism.

muş bir kültürde bu denli köktenci bir devrim önerisi gerçekçi olamazdı, herhalde. Özünde İncil ile Aristoteles felsefesini birleştiren ortaçağ skolastisizmi, Kopernik’ten başlayarak bilim karşısında uğradığı tüm yenilgilere karşın genel kültür yaşamındaki etkisini sürdürüyordu. Üstelik, daha önce de değindiğimiz gibi, bilim adamları çoğunluk hiç değilse görünürde dinsel inançlarını korumakta, kiliseye ters düşmekten kaçınmaktaydılar. Kilisenin yaşamdan elini çekmesini isteyen Comte’un, hem dinsel geleneğin insanlar üzerindeki gücünü, hem de yığınların teolojide bulduğu doygunluğu gözden kaçırdığı söylenebilir.

Pozitivist Yaklaşım Gerçekçi miydi?

Ne var ki, 19. yüzyıl boyunca pozitivistlerin beklentilerine uygun gelişmeler giderek etkinlik kazanır. Daha önce küçük bir seçkinler kesimine hitap eden bilim geniş halk kesimlerini de etkisine almaya başlar. Çok geçmeden bilim ile dinin toplum gözündeki saygınlıkları yer değiştirir; bilim hemen her alanda ağırlığını duyurmaya başlar. Bilimsel buluş ve kuramlar küçük bir azınlığın çevresini aşar, halk arasında konuşulan, tartışılan bir konu olur.

19. yüzyıl bilim adamlarının gözünde yalnız fiziksel olgular değil biyolojik ve psikolojik süreçler de ilk koşullarına gidilerek açıklanması gereken olgulardı. Mekanik dünya görüşünün özünde yer alan belirleyicilik (determinism) evrensel bir ilke sayılıyordu. Örneğin, dönemin ünlü bilim adamı Laplace evrende olup biten her şeyin neden-sonuç zincirinde yer aldığı görüşündeydi. Ona göre her olgu kendinden önce gelen olguların sonucu, kendisini izleyen olgunun nedeni olarak gösterilebilirdi. Doğayı anlamak için doğa ötesine, Tanrıya gitmeye gerek yoktur. Evrenin herhangi bir andaki durumunu bilen üstün bir zeka, daha sonraki tüm durumlarını hesaplayarak ortaya koyabilir. Öyle bir zeka için, “belirlenemeyen hiçbir şey yoktur; geçmiş gibi gelecek de onun gözleri önünde serili olacaktır.”*

Aynı görüşü İngiliz bilim adamı Tyndall da dile getirmiştir. Ona göre yakın bir gelecekte bilim, evrenin oluşumundan günlük davranışlarımıza uzanan her türden olguyu atom hareketlerine indirgeyerek açıklayabilecekti.

19. yüzyılın kuramsal alandaki iyimserliği pratik alanda da kendini gösterir. Gerçekten bilimin ticaret ve endüstri etkinliklerindeki önemi kimsenin gözünden kaçacak gibi değildi. Dinsel “mucizeler” dönemi kapanmış, bilime dayalı teknolojinin göz kamaştıran dönemi başlamıştı artık. Tren, elektrik enerjisi, aydınlatma, telgraf, telefon ve daha birçok icatla birlikte çeşitli kimyasal ürünler yaşam koşullarını hızla değiştirmekte, insanlara yeni etkinlik olanakları sağlamaktaydı. Yığınların bilime karşı güven duygusu o denli artmıştı ki, bilimin çözemeyeceği bir sorunun olabileceği düşünülmüyordu. İnsanların yüzyıllarca dinde aradığı ruhsal doygunluğu, evren ve insana ilişkin tüm çetin sorunların çözümünü çok geçmeden bilimin sağlayacağı inancı doğmuştu.

Yaşamı kolaylaştırma, hastalıkları yok etme, insan ömrünü uzatma yolundaki başarılarının yanı sıra bilimden evrenin gizemlerini aydınlatma, kişisel ve toplumsal bunalımları giderme, kişiye ruhsal erinç sağlama hizmetleri de beklenmekteydi. Bilime “yaşamda en gerçek yol gösterici” gözüyle bakılıyordu. Ancak geçen yüzyılın pozitivist dünya görüşünü yansıtan bu beklenti aşırı bir iyimserlikti: Bilimin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir iyimserlik!

Ne yandan bakılırsa bakılsın, 19. yüzyıl büyük atılımlara kucak açan bir dönemdi; insanlığın sürekli bir ilerleme içine girdiği varsayılıyordu. Bilimin açtığı ışıklı yolda ilerlemeyi engelleyen

* Bakınız, C. Yıldırım, Bilim Felsefesi, s. 128. (5. basım)

tüm köhne kurum ve düşünceler bir yana itilecek, yeni bir altın çağ yaşanacaktı. Eskiye yüz çeviren bu dönem, yeniyi arama coşkusunu yaşıyordu, incil ve kiliseye yöneltilen acımasız eleştiriler Avrupa’da yaygınlık kazanmıştı. Darwin’le bilimsel dayanak kazanan evrim düşüncesi İncil’in “yaratılış” öğretisine açıktan ters düşüyor, Tanrının imgesi ya da yeryüzündeki gölgesi diye nitelenen insanı maymunla akraba sayıyordu. Kilise saldırı ve eleştirileri göğüsleyecek gücü önemli ölçüde yitirmişti: Bir yandan bilimin atılımı karşısında gerilerken, öte yandan kökleri ortaçağa uzanan iç çekişme ve öğreti kavgalarıyla cephe birliği sarsılmıştı. Eleştiriler kutsal kitabın tutarsız, biribiriyle çelişen öğretilerini sergileyerek, yüzyıllarca yığınlara ışık tutan, yol gösteren “doğrular’ın hiç de güvenilir olmadığı kuşkusunu pekiştiriyordu. Kilisenin işlediği “Tanrısal Düzen” inancı yerini hızla “mekanik yasalar düzeni” inancına bırakma yoluna girmişti. Ancak bu gidiş uzun sürmez; yüzyılın sonlarına doğru yer yer su yüzüne vuran tepkilerle karşılaşır. Tepkilerin oluşması bir bakıma kaçınılmazdı. Felsefe tarihine baktığımızda evrene ilişkin düşüncede Antik Yunan döneminden başlayarak materyalist ve spiritualist görüşlerin bir bitmeyen etki-tepki süreci içinde olduğunu görürüz. Bunun pek çok örneği gösterilebilir. Yunan atomistleri (Demokritos, vb.) maddenin yapısına ilişkin son derece ilginç bir kuram oluşturmuşlardı. Demokritos doğada olup biten, varolan her şeyi bölünmez maddesel parçacıkların devinimiyle açıklıyordu. Kolayca benimsenen, yaygınlık kazanan bu görüşe çok geçmeden tepki doğar: Platon felsefesi. Atomcu görüş çekiciliğini yitirir, daha doyurucu gelen “İdealar” kuramı düşün dünyasında egemenlik kurar. Ama iki kutup arasında sallanan insan düşüncesinin ‘ideallzm’de karar kılacağı beklenemezdi elbet. Platoncu görüş Hıristiyanlığın da etkisiyle ortaçağ boyunca egemenliğini sürdürürse de, 16. yüzyılın ikinci yarısında pandül karşıt kutba kaymaya boşlar.

Fiziksel olguları maddesel parçacıkların hareketine indirgeyen açıklama Galileo’yu izleyen iki yüzyıl boyunca öylesine doyurucu bulunur ki, dönemin bilim, adamları tüm biyolojik, ruhsal ve sosyal olguların da aynı şekilde açıklanabileceği inancına kapılmaktan kendilerini alamazlar. Descartes, örneğin, canlı organizmaların karmaşık bir makine olduğu görüşündeydi. Ona göre canlıların duyuş ve davranışları, maddesel hareketler gibi fizikokimya süreçlerine indirgenebilirdi. Descartes kasların açılıp çekilme hareketini “hayvan canı” dediği kandan süzülüp beyinde biriken, gerektiğinde sinir tüpleri aracılığıyla kaslara geçen bir güçten söz ediyordu. Ancak biyoloji alanındaki bilgilerin artmasıyla yaşamın salt mekanik bir olay olmadığı inancı güçlenir; geleneksel inanca daha yatkın “vitalist” görüş egemenlik kurar. İnorganik nesne ve süreçlerin mekanik dünya görüşü açısından açıklamasına karşı çıkmayan vitalistler organik süreçlerin fizikokimya terimlerini aşan bir nitelik taşıdığı görüşündeydiler. Onlara göre canlı organizmayı cansız maddeden ayıran şey, canlıların üreme, kendilerini koruma ve sağaltma güçleriydi. Bu güçten kaynaklanan işlevleri fizikokimya yasalarıyla açıklamaya olanak yoktur. “Yaşam gücü” ya da “yaşam ilkesi” denen ve işleyişi istence bağlı olmayan bu güç organik türlerde değişik biçimlerde etkinlik göstermektedir. 18. yüzyılda tanınmış İngiliz anatomi bilgini John Hunter, Alman biyokimyacısı Leibig ve Wohler gibi seçkin araştırmacıların benimsedikleri vitalizm çok geçmeden popüler bir öğreti kimliği kazanır. Wohler memelilerin idrarında bulunan üre bileşiğini laboratuvarda elde etme yöntemini bulmuş olmasına karşın vitalist görüşten vazgeçmez. Oysa bu buluş, canlı maddenin yapay olarak oluşturulamayacağı inancıyla çelişiyordu. Belki de bu tür buluşların etkisinde “yaşam gücü” kavramı zamanla bilimde etkisini yitirir. Bilim adamları canlı nesne ve süreçleri o türden bir kıvrama başvurmaksızın açıklama yoluna girerler. Vitalizmin katı mekanik anlayışa karşı bir protesto olarak yararlı hizmet gördüğü söylenebilir. 19. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde pek az bilim adamının yaşamı bir fizikokimya süreci saydığını, evrene salt mekanik yasalarla işleyen kocaman bir makine gözüyle baktığını görürüz. Bilim artık daha esnek, mekanik dünya görüşünün dar kalıplarını aşan çok yönlü bir açılma içine girmiştir. Yüzyılımızda bu eğilim daha belirgindir. Bilim pozitivistlerin sandığı gibi nesnel dünyayı bize olduğu gibi yansıtan, tekdüze bir çalışma değildir. Bilim insan zekasının doğayla etkileşiminin bir ürünüdür; bilgilerimiz nesnel ve öznel öğelerin yoğrulmasıyla oluşur. Ama çağımıza özgü bu anlayışı vitalizme dönüş saymak yanlıştır. Vitalist görüş temelde bilime ters düşen bir yaklaşım içerir. Nitekim yüzyılımızın başlarında geniş yankı uyandıran vitalistsezgici Bergson felsefesi, bilimsel görünümüne karşın, özünde bilime karşı bir düşünce dizgesidir. Çağımızda biyoloji Bergson felsefesi çizgisi dışında bir yol izleyerek ilerlemektedir. Aslında, günümüz bilim adamları bir yana, geçen yüzyılın bilim adamları arasında bile evreni düpedüz bir makine sayanların sayısı çok değildi. Onlarda, evreni bir makine saymaktan çok evrenin makineye benzer biçimde işlediği düşüncesi vardı. Lord Kelvin bilimsel bir konuyu ona uygun mekanik bir model kurabildiğinde ancak anladığını söylerken, incelediği fiziksel olguları açıklamada mekanik modelin sağladığı kolaylığı belirtiyordu; yoksa evrenin bir makine olduğu savında değildi.

Öyle bir sav bir bakıma bilimsel araştırmanın belli bir çerçevede tutulması; yeniye, bilinmeyene açılma merak ve coşkusunun yok olması demektir. Oysa bilim hiçbir kuram ya da görüşle sınırlı tutulamaz.

Din ile Bilimin Bağdaşmazlığı – Cemal Yıldırım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial