… Camille Claudel’in fikrinden yola çıkılacak olursa eğer, ki bunun izini sürmek ve buna sadık kalarak aktarmak istediğim o devinimin sanat adına en ölümsüz öğe olduğu anlaşılacaktır. ( Tam bu noktada Rodin’in fikrinin Camille Hanım’ınkinden ayrıldığını belirtmek gerekiyor. Rodin için mühim olan modelle dile getirilen tasvirdir. Devinimin önemi ikinci sıradadır.) İşte asıl açıklaması zor olan da budur. Rönesanstan bu yana tüm ustalar için devinimin en az tasa teşkil eden konu olduğunu bilmekteyiz.
Ölümsüzleştirme yolunda çaba gösterdikleri, ve tasalarının öznesi haline getirdikleri güzel ve hayli hayli üzerinde düşünce sarfedilmiş olan doğru pozu almış olan elin ışık ve gölge arasındaki tezatın göründüğü el, güçlü bir şekilde kalem keskiyle yontulmuş, arka planın karanlık ve aydınlığından kendisini kaskatı kaldıran, sabırlı ve kimi zaman titizlikle incelendiğinde.
Mecburi almış bulunduğu pozunda dingin bir baş. Kim var ki, aralarında bugün de, hala devinimle uğraşan? Kim, enerjik devinime tabi olan insani bedeni izlemeye koyulan? Geçmiş zamanlardan beri Japonlar, Çinliler ve Eski Yunanlılar gibi, kim, öyle zekice devinimdeki fikre layık olduğu yeri veren? Kıpırtısız bir bacakla devinim halindeki bacak farklı şeylerdir ve ikinci hali daha yaşam dolu olan ve gerçek olanıdır.
Devinimin de biçimi bozduğu doğrudur tabii. Camille Hanımın’ın yaptığına bir örnek vermek gerekirse, duran bir tekerlekle hızla dönen tekerlek arasındaki farkı gösterebiliriz: duran tekerlek yuvarlaktır ve parmaklarının arasında düzenli bir aralık varken, hızla dönen tekerlek artık hem yuvarlak değildir, hem de parmakları görünmez olmuştur. Devinimin tekerleğin anatomisini, iskeletini yuttuğunu söyleyebiliriz. İnsan bedeninde de aynı şekilde: devinim onu ister uzatsın, ister toparlasın, orantısı, dengesi değişmiştir artık. Ağır bir izlenimci hatasıdır, devinim halindeki bedenin anatomisini kıpırtısız bir bedenmiş gibi gözlemlemek.Olma tanımı devinimde gizlidir. Sanatçı olmuş olanla olacak olan arasında tereddüte düşemez. Seçim yapmak zorundadır. Olacak olanı betimleyebilir ancak olmuş olandan yola çıkarak. Orantılar üzerinde oynamaktan çekinmeyen Eski Yunanlılar, bu karışıklığa ayak uydurmasını biliyorlardı. İnsanda ve şeylerde devinimi en üst seviyeye taşıyanlar Japonlar ve Çinlilerdir. Gözleriyle gören ve yaşamı gözleyen bütün medeniyetlerde olduğu gibi, çağlar ötesi geçicilikte salt yaşamla dolu olan şekli azimleriyle var etmeye çalışmışlardır. En basit kabilelerin rölyefleri ve yontuları bile hep aynı gerçeğin aynasında olmakla beraber, bizim modern medeniyetimizin sanatın en olası, en arık ifadesini, dramatik akışı ihmal ettiğini de kanıtlar. Amerika’nın vahşileri ve merkezi Afrika’nın isimsiz kabileleri unutulmayacak bir şekilde bir zebranın, bir antilobun yürüyüşünü resimlerle tasvir etmişken, bizler, en büyük ustalarca bile atın adımını inmediğini itiraf etmek zorunda kalıyoruz. Şimdi, şu an -Camille Hanım’ım da canla başla inandığı budur-, ve herşeyden önce de, bir Rembrandt ile bir Velasquez, bir Phidias ile Hokusai arasındaki pek tatmin edici olmamakla beraber, kendi gelişimimiz için ayırıcı bir sebep taşımış o noktaya, kendi dekadans’ ımıza bir açıklık getirme zamamı gelmiştir.
Doğanın karşısına itina ile örtüşen en saygın gözlem bile usta eserler yaratmaya yetmez. Ayrıcalıklı bir tutku gerekir, ayrıcalıklı bir yetenek, gözlemdeki yaşamın ardında usta eserin asıl maddesinin kendini yuttuğu, ve yalnızca bir şeyin inandırıcılığı yolunda söz aldığı. Güzel olandaki anlamdır bu. Eski Yunanlılar mesela, diğer sanatsever toplumlar gibi bu yeteneğe sahiptiler. Tonagra’lı heykelcikler, hani o doyumsuz ” an’ı yakalayan görüntüler “, bizler için çoktan tükenmiş bir varoluşun olası görüntülerini, ve de sanatçının gözlemden çıkardığını ve gözleminin ne bayağı ne de tek düze olduğunu kanıtlıyor. Burada söz konusu olan kopya etmek değildir çünkü. Kopyacı, şairin gözleriyle görebilmelidir. Asıl mühim olan da budur işte. Her şeyden önce mühim olan, oyunun taşıdığı anlamı kendi gözleriyle idrak edebilmesidir.
M.Edouard Pailleron zamane insanlarının gözlemledikten sonra -tüm samimiyetiyle, zannediyorum- ” Can Sıkıcı Alem” veya “Fare” gibi tiyatro oyunlarını yazmıştır. Aynı insanları, aynı örnekleri, aynı tutkuları gören ve aynı dramlar haricinde başka bir şey duymayan Shakespeare ise, Coriolan, Fırtına, Hamlet, Falstaff, Macbeth gibi eserleri yazmıştır. Camille Hanım’ın duruşu M. Pailleron’un yanına daha yakındır Shakespeare’inkinden. Gördüğü ve eserlerinde anlatmaya çalıştığı doğa, doğrudan doğruya büyüklügün çizgilerini, hakim olan yüceliği taşımaktadır. Açtığı penceresinden arka avludaki güncel olayları, dramları onlarla beraber yaşaması yarım halka biçiminde kör müzisyenin çevresine çömelen çocuklar, bir elinde şapkaları, diğer ellerini de sırtlarına aldıkları ve yukarıda kapalı duran pencerelere bakan o iki küçük şarkıcı, ve daha görmediklerim- hepsi ölümsüz eserlerin yüce imini taşımakta. Taslaklardan yola çıkarak 1894’te Guernesey de tamamladığı tabiati resmeden “Ressam” M.Y. de bu türden. Bu ufak bronz eserde sanatçı, sağ elindeki firçası, solundaysa başparmağını geçirdiği paletiyle görünüyor; ayakları yere sımsıkı basmış, tuvale geçmeden önce özenle renklerini karıştıran. Giz yoktur burada: Camille Hanım notlar almış, profil taslakları çizdikten sonra, bu not aldıklarını üzerine “Ressam” ı biçimlemiştir, fark etmeden, yepyeni bir sanatı böylelikle oluşturduğunu.
Ressamın doğuşu Camille Hanım’ın kariyerinde önemli bir tarih olarak kalmaya hak kazanmıştır. Bir yontunun ne denli yaşamın yüceliğinden nasibini alabileceğini açıkça gösterdiği ilk eseridir. Ve gösterebilmiştir ustalığını bu ilk eserinde; hafifçe omzuna doğru eğdiği başıyla ressam, gerçekten de inanılmaz bir güç ve samimiyetle dolup taşan bir eserdir. Bu eserin yanından geçen sanatseveri, bu, az kalsın gaddar bir vurguya ulaşan mutlak samimiyet hemen etkiler. Önemsizdir burada varolan sanatın eski veya yeni oluşu; doyumsuz ve canlı olandır aslolan. Camille Hanım tam bu yola baş koymuştu ki, dehasını daha da kesinleştiren bir örnekle çıktı karşımıza. Guernesey’de gözlemlediği ressam, nasıl o heykelciğin çıkış noktası olmuşsa, hani az önce gördüğümüz; böylece bir tren kompartımanında karşılıklı oturan, birbirlerine akla gelmeyecek kıymetli bir sırrı açıklayan kadınlardan, kendisini bu doyumsuz esere sürükleyen ” Dedikoducu Kadınlar” oluşmuştur. Mahrem, henüz ismi konulmamış olan belirsiz bir köşe ve keyfi bir biçimde sağ açıda yer alan ufak alçı plakalar kırılgan çerçeveyi oluşturmuş. Geride, köşede bir kadın tehdit dolu bir jestle ve aynı zamanda pürdikkat -sağ eli dudaklarında- konuşacağını belirtmiştir. Etrafmda ve önünde meraktan çatlamak üzre olan dört kadın, hepsinin gözü yarı aralanan dudaklarda, gergin ve sabırsız, duymaya, öğrenmeye haris. Başların hepsi aynı hedefe doğru uzanmıştır, aynı yüze, konuşacak olan aynı ağıza. Bütün sırtlar, omuzlar ve boyunlar aynı devinimin izindedir. Tek bir arzu bükmüştür onları, hepsi tek bir gücün esiridir. Hepsinin iliklerinde aynı korku, aynı mustariplik. İki bankta karşılılıklı oturduklarından, kardeştirler sanki.
Buna rağmen, yine de fark vardır aralarında. Konuşmak üzre olanın karşısında oturan, az kalsın büzülmüş, dizlerine kavuşturduğu kollarını bastırıp üst gövdesinin ağırlığını taşır vaziyettedir. Yanındakinin uğurunda, onun saçlarına dokunan başı, bir nevi suç ortaklığını, merak ve dinlemekten kaynaklanan sevincin suç ortaklığını onaylarcasınadır, kıymetli bir sırrı açıklanma esnasında görmek istercesine. Ayakları ayak parmaklarında yükselmiştir, üst gövdesini yasladığı dizleri biraz daha kalksın, gözleri arzulanan yükseklikte olsun diye. Diğer kadınsa oturduğu bankta biraz daha öndedir, sağ eline yüklediği tüm ağırlığıyla. Böyledir hemen hemen; sol ayağı oldukça yan taraftadır,dengeyi sağlayan olağanüstü ve doğal bir jesttir bu. Paha biçilmez sırrın koruyucusu yanında, ya da ona diyagonal yer alan üçüncü kadının sol kolu banka dayalı, sağ kolunuysa dizine koymuştur. Diğerlerinden daha mutlu, başını konuşacak olana uzatmıştır. Gözlerine dikmiştir gözlerini, azmini zorlamaktadır, korkulu bir çaba içindedir, bu enfes sırdan bir şey kaçırmamak için. Ve bu zorlamadan boynu kasılmıştır, dudakları yarı aralıdır, kamburu çıkmıştır, tutkun bir merak biçimlerken olanca varlığını.
Dedikoducu Kadınlar’ın ifade gücüyle kıyaslanabilecek başka bir modern eser büyük bir olasılıkla yoktur, dememle birlikte, yanılgıya düşmediğime inandığımı belirtebilirim. En azından dramatik gelişimin bu denli şaşırtıcı bir çabuklukla, bu denli bir basitlikle, bu denli bir durulukla sergilendiği bir başka eserin olmadığını söyleyebilirim. Ayrıca bu eserin, tanımladığımız eserlerle uzaktan yakından bir benzerliği de yoktur. Aşina cinslerinden etkilenmeden, yaratmanın mutlu arılığını taşımakta, gizemli menşeine bir cevap bulunamadan o bildik görüşlerle bizleri onaylamadan, ve buna rağmen birdenbire açıklanamayacak ve önceden bilinemeyen dahilere has azimle var, daimi olan. “Dedikoducu Kadınlar”, şüphesiz var olan, daimi olandır. Bunun sebebi de yalnızca o eşsiz dramatizm değildir tabii. Vardır, ve daimidirler, bir nevi enfes bir mantık her parçasını etkisi altına alıp bir bütün halinde de bu etkiyi gösterdiği için. Burada her ayrıntı eserin güzelliğine dahil olmakla birlikte, onu zenginleştirir de. Gözler kelimelerin doyumsuzluğunda isterse satır satır okuyor olsun, mükemmel keyfiyetin dağılımında ve uyum içindeki bağlılıkta esrikleşsin ya da devinim halindeki dramatik nedenden yola çıkarak tam tersi, ilk önce duygulanıma varan madde kendisini göstermiş olsun, bu eser tek tek her parçasında ve bir bütün olarak kendisini çoktan ispat ettiğinden, hiçbir eleştirisel bir analiz yoktur. Ki olsa bile, büsbütün oluşundaki gizemden birşey alıp götürmeyecektir.
Şiir, fevkalade yazılmıştır. Çemberdeki bu dört kadın, esiri oldukları o düşünce, kendilerini beraberce ihya ederken iliklerine kadar işleyen bir tutkuyu paylaşmaktadırlar çünkü. Gergin boyunlarının, kalkık başlarının, ipeksi ve parlak bedenlerinin mısralara dönüştüğü bir şiirdir bu. Kanın nabızla kıpırdadığı, yüreklerin dolu dizgin attığı, yaşam servetinin itirafa dönüştüğü, içinde akciğerler nefes alırken iç gerilimden omuzlarm dikleştiği bir şiirdir. Buna rağmen, yine de bir parça doğadır, herhangi ufak bir olay, bir tesadüf, geçiciliğinde izlenmiş olan bir devinim, Camille Hanım’a ilham tanımı altında hizmet etmiş olan. Büyü yoktur burada, çaba, açıklık adına bir araştırma yoktur. Bir zarafettir hakim olan, gücünü kendinde devşiren bir eser. Yaşam halindedir. Durdurulacak gibi değildir, onlara biçimini veren hayalgücü dizginlenemeyecek bir güçtür. Sanatçının tasvir ederken biçime kavuştururkenki sadakati ve insan biçimine duyduğu saygı bize aşina olmayan bir özgürlüğü ve büyüklüğü gösteren bu esere, gerçekten de, ne kadar bakarsa, o kadar sevmekte insan, anlamakta, duyumsamakta, hayranlık içindeki gözlere esrikliğini bahşederken güzelliği.*
“Dedikoducu Kadınlar”ın mermer, alçı ve onyx’den birçok nüshası bulunmakta. Oluşum halindeki birçok nüshası beceriksiz birkaç yardımcının azizliğine uğrayıp öylece bırakılsa da, aralarından mermer olanı ilk kez 1896’da sergilenmiş ve Norveç’li ressam Fritz Thavlow tarafından alınmıştır. Sonra da, Salon du Champ de Mars’da sergilenmiştir. Bu dört dedikoducunun arkalarındaki duvarı bulunmayan yeşil onyx’ten olanıysa M.Pontremoli için yontulmuş ve 1897’de Salon du Champ de Mars’da sergilenmiştir. Alçıdan olanlan, ilk mermer olanından jelatin olarak dökümü gerçekleşen Cenova Müzesi’nde, Bay Rodin’ın, Octave Mirbeau, Gustave Geffroy, Robert Godet, Maurice Reymond, Adrien Demacle’nin eserleri arasında olup, bu usta eser en karanlık köşede yer almaktadır.)
Morhardt, Mathias 1863-1939
Gazeteci, yazar, eleştirmen
Çeviren : Melike Öztürk