Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın son günü ve son mektupları

1972 yılının 5 Mayıs’ını 6 Mayıs’a bağlıyan gece… Saatlerin 24’e yaklaştığı şu sıralarda, koşarcasına hızlı adımlarla yürüyenlere rastlıyoruz. Bu telâşın nedeni, Sıkıyönetim dolayısıyla birazdan sokağa çıkma yasağının başlıyacak olması. Eğlence yerlerinden, işlerinden ya da misafirlikten dönenler, bir an önce evlerine, yurtlarına girip, kapılarını örtüyorlar. Aksi halde, yasak saati içinde güvenlik kuvvetlerine yakalanıp, soluğu mahkemede almak var.

Bir otomobilde üç gazeteciyiz. Yasak saati henüz başladığında, Samanpazarından Cebeciye doğru ağır ağır ilerliyoruz. Sokaklar şimdi bomboş. Tek tük inzibat erleri ve mahalle bekçilerinden başka kimse görülmüyor.

Fakat üç beş dakika içinde bu sessizlik hemen bozuluyor ve olağanüstü bir hareketlilik göze çarpıyor. Her yönden otomobillerle gelen silâhlı askerler, bir anda bulunduğumuz semti kontrol altına alıyorlar. Kimse sezmese de, biz biliyoruz nedenini.. Bu gece sabaha karşı, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan hakkındaki kesinleşmiş ölüm cezaları infaz olunacak. Zaten onun için dolaşıyoruz ve hemen de, görevliler tarafından çevriliyoruz. Arabanın penceresinden sokağa çıkma izin belgemizi gösterdikten sonra salıyorlar bizi. Fakat, görevli inzibat subayı ile bizi eskiden tanıyan polis memurları, şu ikazda bulunuyorlar:

«Herşeye rağmen, yine de dolaşmamanızı tavsiye ederiz. Parola bilmiyorsanız, kötü duruma düşebilirsiniz..»

Biz ise, bu uyarıya bir teşekkür çekip, devam ediyoruz da, en fazla 200 metre kadar gitmiş gitmemişken, tekrar durduruluyoruz. Bu defa biraz sert konuşuyorlar. İzaha çalışıyoruz: «Görev yapıyoruz..» diyoruz. Onlar da bize, görevi bürolarımızda yapmamızı salık veriyorlar. Bu gecenin herhangi bir geceden farksız olduğunu söylemeye çalışırken bile, bir fevkalâdelik olduğunu gizliyemiyorlar. Ama biz, hükümlü avukatlarının dahi kesinlikle bilmediklerini gündüzden öğrendiğimiz için, haberin havasını kaçırmamaya kararlıyız.

Bu nasihat barajını da aşıp giderken, bu defa bir araba dolusu sivil memur peşimize düşüyor ve duyduğumuz kadar, telsizle bizi merkeze bildiriyorlar. Bunu işitince de, süratle Merkez cezaevinin önünü terkedip Dörtyol’a geçerek, bir sinemanın arkasına park ediyoruz. Bizi yakalamaktansa, o bölgeden uzaklaştırmayı daha uygun bulduklarından, gelmiyorlar peşimizden..

On onbeş dakika içinde Sıhhiye yoluyla Kavaklıdere’ye oradan da Gaziosmanpaşa semtine uğrayıp bu defa Cebeci tarafından tekrar kovalandığımız yere yöneliyoruz ve görev kartlarımızı göstere göstere, zorlukla üç barajı aştıktan sonra, Merkez Cezaevinin önüne gelebiliyoruz.

HÜKÜMLÜLER GETİRİLİYOR

Anlaşıldığı kadar Cezaevindeki tüm hazırlıklar tamam. Açık avlunun sol köşesine bir darağacı kurulmuş. Bazı görevliler son kontrolleri yapmakla meşgulken, saat yarıma doğru, Cezaevinin önünde duran vasıtalarla hükümlüler getiriliyor.

Önce Deniz Gezmiş’i görüyoruz. Arabadan indikten sonra, elleri arkasından bağlı vaziyette etrafına bakıyor, birşeyler aranıyor. Sanki birilerini görmek ister gibi bir hâli var. Fakat, karanlıkta birşey göremediği gibi, fazla vakit de olmadığından hemen onu içeri alıyorlar. Gezmiş’i, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan izliyor. Onlar da demir kapının öte yüzüne alınıyorlar. Böylece, üç hükümlünün bu dünyayla ilişkileri ebediyyen bitmiş oluyor. Bir iki saat sonra da, hükmün infazı ile onlar son defa girdikleri Ankara Merkez Cezaevini, cansız terkediyorlar.

SON SAATLER

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı, hiç olmazsa idamdan kurtarabilmek amacıyla bütün kanun yolları denenmiş, her kapı çalınmış, bazı başka çarelere başvurulmuş, fakat istenen sonuca ulaşılamamıştı.

Deniz’lerin avukatları durmadan sağa sola koşmuş, konunun Parlamentoda görüşülmesi sırasında, Senatör ve Milletvekillerine gönderdikleri mektuplarda, infazlara gidilmemesi yönünde oy kullanılmasını istemişlerdi. Nitekim, bu isteği olumlu bulan birçok siyasi çıkmış, başta CHP’liler olmak üzere, bazı Senatör ve Milletvekili, idamların geri bırakılması gerektiğini savunarak, Meclîslerde hararetli tartışmalara yol açmışlardı.

Ancak, bütün bu çabalara rağmen, daha önce belirttiğimiz gibi ne CHP’nin Anayasa Mahkemesine gitmiş olması ne Kanunun şekil yönüyle iptali ne de diğer çalışmalar infazı önleyebilmiş, TBMM’ce kabul edilen infaz kanunu, Cumhurbaşkanı Sunay’ın onayı ile son şeklini almıştı. Bu bakımdan, artık kanunun Resmi Gazetede ilânı ile yürürlüğe girmesi gün meselesi halindeydi ve bu konu, ülkedeki güncel sorunların hemen hemen başında geliyordu.

Vâkıa, yakalanışından sonra, henüz Sıkıyönetim ilân edilmemiş olduğu cihetle önce Ankara Merkez Cezaevine konan Deniz Gezmiş gardiyanlara, «Boşuna zahmet çekip, sıkı sıkıya kilitlemeyin. Çünkü, beni iki aydan fazla burada tutamıyacaksınız…» demişti ise de, hangi güvenceyle söylediği bilinmeyen bu sözler de ortada kalmış ve 5 Mayıs 1972’ye gelindiğinde, üç mahkûmun tüm ümit kapıları kapanmıştı. Öylesine ki, içi yolcu dolu iki uçağı Bulgaristan’a kaçırmalar bile onları kurtaramamış, «Mahkûmların yolcularla takas edilmesi…» şartlan, Türk Resmi Makamlarınca reddedilmişti.

İnfaza giden o günlerdeydi ki, mahkemelere geliş gidişten tanıdığım Yusuf Arslan’ın babasına İzmir Caddesinin bir kavşağında rastladığımda sormuştum:

«— Ne var ne yok Beşir Bey? Çocukları kurtarma ümidiniz var mı?»

Bu söz üzerine derin göğüs geçiren Beşir Arslan, bana şu karşılığı vermişti:

«— Hiçbir ümit kalmadı sanırım. Artık onların kurtulması için, Allah’tan bir mucize lâzım. Başka, elden ne gelir ki…»

O halde bir an için ileri satırlara döndüğümüzde, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın 5 Mayıs 1972 gecesi saat 24’ten sonra Ankara Merkez Cezaevine getiriliş nedenini daha iyi anlamış ve hatırlamış olacağız.

Merkez Ceza evinin önünde, önce Deniz Gezmiş’in arabadan indirildiğini söylemiştim. Elleri arkasından bağlı vaziyette, etrafına bakınıyor. Sanki birilerini görmek ister gibi bir hâli var. Fakat o karanlıkta, birkaç metre ileride sıralanmış muhafızlar ve nöbetçilerden başka birşey görmeğe olanak yok.

O’nu hemen içeri alıyorlar. Ancak, bu birkaç saniyelik etrafı süzüşte, ne gibi hisler hâkim acaba? O anda ne düşünüyordu Deniz? Kaçmayı, ya da kaçırılmayı mı? Çünkü o ilk yakalanışından sonra Merkez Ceza Evine konulurken, «Boşuna zahmet çekip, sıkı sıkıya kilitlemeyin! Beni iki aydan fazla burada tutamıyacaksınız!..» demişti.

Fakat, bu sözün üzerinden aylar geçmiş, kaçma ya da kaçırılma gerçekleştirilememişti. İki yolcu uçağının Bulgaristan’a kaçırılmasından sonra, yolcularla Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in değiştirilmesi de kabul edilmemiş ve işte bugüne gelinmişti.

Kaçırılma gerçekleşmediğine göre, son defa dış dünyayı seyreden Deniz, «Keşke o gün yansaydık, daha iyi olurdu,» diye mi geçiriyordu içinden? Kimbilir belki de, öyle düşünmüştü? O gün yanmak da nesiydi? Evet, birgün, duruşmaya getirilirken, Deniz Gezmiş ve iki kader arkadaşı, arabada cayır cayır yanacaklardı, az daha…

Sıcak bir yaz günü, duruşma salonuna getirilen Deniz’in arka paçalarının ıslaklığı dikkatimi çekince, bu kuru havadaki bu ıslaklık zihnime takılmış ve sorup öğrenmiştim olayı..

İşte o gün getirilirken, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in içinde bulunduğu ambulans tipi zırhlı araba, elektrik kontağından olduğu söylenen bir nedenle yolda yanmaya başlamıştı. Kortejdeki muhafız arabasında bulunan erlerden biri, sızan dumanı sezmekte biraz daha gecikse imiş, dediklerine göre, üç arkadaş mahkemeye gelmeden, yanıp gideceklermiş. Durum farkedilince, hemen yanan araba sollanıp durdurulmuş, sonra da söndürme işine girişilmiş. Ancak, bunun bir kaçırılma plânı olabileceğini de hesaplıyan muhafız komutanı, söndürme işine girişmeden etrafta gerekli tedbiri almış. Boşta kalan iki üç er de önce arabaya su sıkmışlar. Sonra erlerden biri, ellerinin yanması pahasına kızgın kapıyı açmış ve Deniz’leri kurtarmış. Deniz’in paçasındaki bu ıslaklık da şundanmış, arabaya sıkılan sudan. Olayı öğrenmiştim, ama, yazılmaması kaydıyla. Duyulmasını nedense istememişlerdi. Ben de o günün sıkıyönetim havasında, yazıp haber yapmaktan vazgeçmiştim. Ama şimdi yazıyorum bu olayı.

Ölümden kurtulmanın mümkün yoktur, hiçbir fâni için. Fakat, asılarak ölmek, ya da yanarak ölmek arasında bir tercih yapılabilir mi, diye geçirdim içimden, onların hesabına. Başkalarının hesabına düşünmek kolaydı. Ya onlar ne düşünmüştü?.. O gece yarısı?..

İşte o gece yarısı, Sivil Cezaevine alınan her üç mahkûm da, hayata istemiyerek vedâ eden insanların ruh hâli içinde ve oldukça heyecanlı idiler.

Bu nedenle Deniz Gezmiş, iskemleyi kendim devireceğim…» dediği halde, ne kendisi, ne de iki kader arkadaşı bunu yapabilmişti.

Ayakları prangalı ve elleri arkadan kelepçeli şekilde Merkez Cezaevine alınan Deniz Gezmiş Başgardiyan Odasına, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan ise, yandaki Avukat görüşme odalarına konuldular. Bu sırada bir askeri araç, mahkûmların avukatlarından Halit Çelenk ile Mükerrem Erdoğan’ı evlerinden alıp getirmişti. Fakat onlar ve diğer yetkililer, dış avluda bekletiliyordu.

Vakit geceyarısını geçip saat 00.45’e geldiğinde, İnfaz Savcısı Sami Uğur ve görevli dört kişi Deniz’in bulunduğu odaya girdi. Adli tabip Dr. Sait Altay ile Cezaevi Tabibi Dr. Cahit Ünlüsoy, infaz kanunu uyarınca muayyeneden geçirdikleri Deniz Gezmiş’in normal sıhhatte bulunduğunu ve şuurunun yerinde olduğunu tesbit edip, bunu bir raporla belirttiler. Bu işlem, diğer odalarda bulunan Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan için de tekrarlandıktan sonra, Sami Uğur tekrar Deniz Gezmiş’in odasına girdi.

Gezmiş, başını kaldırıp bir süre Savcıya baktıktan sonra:

«— Bir çay mümkün mü?..» dedi.

Mahkûmun ayaklarındaki prangayı çözdüren Sami Uğur, ona bir çay getirmelerini emretti, fakat elleri arkadan bağlı olan Deniz, ancak bir gardiyanın yardımıyla çayını içebildi.

Ayakları prangadan kurtulan Gezmiş, sıcak çayı da içince daha ferahladı. İkinci bardağı istediği belli oluyordu. Bir çay, bir çay daha içen Deniz Gezmiş, o esnada odaya girmiş olan avukatlarına da duyurarak Savcıya:

«— Bizim suçumuz idamı mı gerektiriyor?» dedi.

Kısa bir an, cevap verip vermemekte tereddüde düşer gibi olan Sami Uğur da şöyle konuşmuştu:

«— Bütün bunlar hâlloldu, merciinden geçti… Tekrar konuşmak fayda getirmez…»

Bu arada içeri giren bir gardiyan, İnfaz Savcısının kulağına birşeyler fısıldamış, o da «Buyursun!.» demişti.

Savcının «Buyursun!.» dediği şahıs, İmam Ali Ödemiş’ti ve fakat Deniz Gezmiş, dini telkin istemediğini ifade edince de, İmam için dönüp gitmekten başka yapacak birşey kalmamıştı. Müteakiben ve sırayla Yusuf Arslan ile Hüseyin İnan’ın odasına giren Ali Ödemiş, önceden kararlaştırılmışçasına, onlardan da aynı cevabı almıştı: «Dini telkin istemiyorum!»

Bundan sonra Deniz’in odasına tekrar giren Sami Uğur, İdam Yaftasına da yazıldığı üzere, kesinleşen idam hükmünü okudu ve aralarında şu konuşma geçti:

«— Bu karar senin için verildi. Biliyorsun değil mi, Deniz?.»

«— Evet, biliyorum..»

«— O halde, son sözün, son arzun nedir…»

«— Ben son sözümü sehpada söyliyeceğim. Yalnız, müsaade ederseniz, Yusuf’la Hüseyin’i son defa görmek isterim.»

Bu, galiba onun son arzusu idi ve hemen yerine getirilmek üzere emir verildikten üç dört dakika sonra, üç arkadaş karşı karşıya idiler. Başgardiyan odasındaki bu karşılaşmadan yararlanan üç mahkûm, tek kelime konuşmadan ve fakat zaman kaybetmeden birbirlerine sırayla sarılıp öpüştüler. Yüzlerinde birbirlerini son kez görmenin sessizliği vardı.

Yusuf’la Hüseyin’in tekrar odalarına alınmalarından sonra, birden hatırlamış gibi Savcıya dönen Deniz, babasına bir mektup yazmak istediğini söyledi.

Bu isteği de makûl karşılıyan Savcının emri ile odaya bir daktilo makinası getirildi ve onun babasına hitaben söyledikleri aynen yazıldı, aynen not edildi.

Bir zabıt kâtibinin daktiloyla tesbit ettiği, Deniz Gezmiş’in babasına son mektubu şöyleydi:

«Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin, dersem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum.

İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan, çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum… Ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de, tereddüde düşmiyeceğimden şüphen olmasın.

Oğlun, ölüm karşısında âciz ve çâresiz kalmış değildir. O, bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlıyacağını tahmin ediyorum… Sadece senin değil, Türkiye’de yaşıyan Kürt ve Türk halklarının da anlıyacağına inanıyorum.

Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca, Savcı’ya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için, cenazemi İstanbul’a götürmeğe kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı, küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun, bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da, bir yerde insanlığa hizmettir.

Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir. Seni, Annemi ve Ağabeyimi ve Kardeşimi, devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.»

Oğlun

Deniz Gezmiş.»

Merkez Cezaevi —Ankara.

5 Mayıs 1972

Bunun üzerine, Deniz Gezmiş’in arkadan bağlı elleri çözüldü ve babası için yazdırdığı mektubu imzaladıktan sonra, tekrar bağlandı. Avukatların yanında zarfa konan mektup, Deniz’in Babasına teslim edilmek üzere, Sami Uğur tarafından alındı.

Söz mektuba gelmişken, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın da babaları için yazdıklarını bu kısımda belirtmek istiyorum.

İdamından üçgün önce babasına yazdığı mektubu parkasının iç cebinde taşıdığını savcıya söyleyen Yusuf Arslan ise, şunları yazmıştı:

«Sevgili Babacığım,

3/5/1972 ANKARA

Bu mektubu aldığın zaman, ben ebediyyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malûm.. Bu son olayı da, metanetle karşılamanızı, sadece diliyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da, Annemin ve Yücel’in, senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için, ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun, bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat, siz, benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben, bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de, bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, Annemin ve Yücel’in senin desteğine muhtaç olduğunu, yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için, bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilâve edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için herşeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da, kuşkum yok.

Ablamlar için söyliyeceğim: Fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra, normal hayatlarını devam ettirsinler.

Mehtap’a ne diyeyim? Benim için her zaman, bol bol öpün.

Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan, çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda, bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmıyacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken, Sizi, Annemi, Yücel’i, Ablamı, Aziz Ağabeyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım, Babacığım..

Sağlıkla kalın…

Hoşça kalın…

Yusuf Arslan

Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki, vermiyebilirler…»

Yusuf Arslan’ın bu mektubu babasına verilmiş, ancak, «Akrabalara…» hitaben yazdığı mektup, sadece Babasına okutturulmuştur.

Diğer mahkûm Hüseyin İnan da, Cezaevinde yazdırdığı son mektubunda şunları söylüyordu:

«Babama, Anneme, Kardeşlerime ve Yakın Akrabalarıma,

Söyliyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın, sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı, erken karşıma çıktı…

Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride, durumumu daha iyi anlıyacağmız inancındayım.

Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.

Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selâmlar, sevgiler.

Yapılacak çok şey var. Fakat, hem mümkün değil, hem de sırası değil.

Candan selâmlar…

Hüseyin İnan»

Savcı tarafından alınan Hüseyin İnan’ın bu mektubu da, Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan’ın mektupları gibi Babalarına teslim edilmiştir. Ayrıca, her üçünün elbiseleri, kol saatleri ve ceplerinde çıkan paraları da, infazdan sonra babalarına verilmiştir. Deniz Gezmiş’in üzerinde 17 lira 50 kuruş, Yusuf Arslan’da 10 lira, Hüseyin İnan’da ise, 21 lira bulunmuştu…

İNFAZ BAŞLIYOR

Her üç mahkûm tarafından, dini telkinin de reddinden sonra, infaza geçmek için, hemen hemen yapacak başka bir şey kalmamıştır. Nitekim, Sami Uğur gardiyanlara birşeyler söyledikten sonra, Deniz Gezmiş’e hitaben:

«— Artık vakit geldi!. Gömleği giydirelim, ha, ne dersin?» tarzında yumuşak bir edâ ile konuşarak, sanki onu bir yere davet ediyordu.

Aslında, Deniz, kendsini ölüme çağıran bu söze karşılık hiçbirşey söylemedi. Sadece ağır ağır ayağa kalktı. O esnada da, iki gardiyanın getirdiği beyaz gömlek üstüne geçirilerek, iliklenmişti bile. Sonra boynuna, beyaz kartona yazılmış idam yaftası asıldı. Herkes heyecanlı ve asık suratlı idi. Sadece, bu işte büyük tecrübesi olduğu anlaşılan İnfaz Savcısı Sami Uğur’un soğukkanlılığı dikkati çekiyordu:

«— Artık yavaş yavaş çıkalım!.»

Uğur’un bu sözü üzerine iki gardiyan Deniz Gezmişin koluna girdi ve hep beraber odadan çıkılarak, avluda kurulmuş olan sehpaya doğru yürünmeğe başlandı.

Bir dakika kadar sonra, yanında Hacı Zengin ve Halis Güven adındaki iki cellâdın beklediği sehpanın altına gelindiğinde, Savcıyla konuşmak istediğini belirten Gezmiş, «İskemleyi kendim devireceğim. Kimse dokunmasın!.» dedi. Bu sırada saatler 01.20’yi gösteriyordu ve elleri arkasından bağlı olan Deniz Gezmiş, sanki bir miting alanında imişcesine, birden etrafındakilere dönerek, oldukça yüksek bir tonda, şu sözleri söyledi:

«— Yaşasın, Türk Halkının bağımsızlığı!. Yaşasın, Marksizmin ve Leninizmin Yüce İdeolojisi!. Yaşasın, Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm!..»

Sonra etrafına baktı ve artık başka birşey söylemeden masaya çıkmaya çalıştı. Ama, belli ki, yorgun ve heyecanlı idi. Masaya, sonrada iskemleye çıkmasına yardım edildi ve etleri zangır zangır titreyen iki cellât, ipi onun boynuna geçirdikten sonra, gerilediler. İskemleyi devirmesi bekleniyordu. Fakat, bir dakikaya yakın süre geçtiği halde, Deniz Gezmiş’in bu işe yeltenmediği görülünce, cellâtlardan biri, âniden iskemleyi bir bacağından tutarak çekiverdi. İşte o zaman, sessizliği yırtan bir gıcırtı ile boşluğa düşen Gezmiş’in ayaklarının ucu da «Küt!.» diye alttaki masaya çarpmış ve biraz sonra da, kasılarak sallanmaya başlamıştı.

On dakika kadar geçtikten sonra, Deniz Gezmiş’in halâ kıpırdaması, boyun kemiğinin kırılmamış olmasındandı. Boyunun uzun olması nedeniyle ayakları masaya çarpınca, bu kırılmayı önlemişti.

Bundan dolayı da, Deniz Gezmiş’in ölümü için tam 52 dakikanın geçmesi beklendi. Bu süre içinde zaman zaman yapılan doktor muayenelerinin sonuncusunda, Deniz’in ölmüş olduğu saptandı ve bu konuda hazırlanan bir rapor, orada bulunan doktor ve diğer ilgililerce imzalandı.

Bu arada, mahkûm sehpadan indirilmiş ve boynundaki yaftası da çıkarıldıktan sonra, cesedi kenardaki bir tabuta konulmuştu. Bir iki dakika sonra da tabut, içeride bir yere taşındı.

Saat 02.20’de de, Yusuf Arslan ipin altındaydı. Ancak, Deniz Gezmiş sehpada iken, Savcı Sami Uğur bir ara Yusuf’un odasına girdiğinde, Yusuf O’na şunları söylemişti:

«— Biraz önce Deniz’in bağırarak birşeyler söylediğini duydum..» konuşma, ta içeriden duyulmuştu.

Sami Uğur bu arada Hüseyin İnan’ın odasına’da uğramıştı. Ona gülümseyerek bakan Hüseyin’e Sarız’ın içindenmisin köyündenmisin diye sordu. Hüseyin Sarız’ın içindenim, hemşeriyiz sizinle.

Buna karşı başını «Evet..» der gibi sallıyan Sami Uğur ise, «Hüseyin, yaptıklarından nadim misin?» diye sorduğunda, ondan şu cevabı almıştı:

«— Sadece birşeye nadimim… O da, Dört Amerikalı’yı öldürmemiş olmamızdır. Onları öldürseydik, belki de başımıza bunlar gelmezdi..»

Deniz’in asılmasından sonra sıra kendisine gelen Yusuf Arslan da, sehpaya çıktıktan sonra şunları söylemişti:

«Ben, halkımızın bağımsızlığı için bir defa ve şerefle ölüyorum. Fakat, bizi asan sizler, şerefsizliğinizle hergün öleceksiniz!. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerikanın hizmetindesiniz. Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun Faşizm!…»

Bu sözlerden sonra ilmik boynuna geçirilirken, Yusuf da iskemlesini kendisi devirmeğe yeltenmiş, ama o da duraklayınca, iş yine cellâtlara düşmüştü.

Yusuf Arslan ipte 25 dakika kadar kaldı. Onun ölüm raporu da yazılıp teker teker imzalandıktan sonra, saat 03’te darağacına Hüseyin İnan getirilmişti. Kendinden önce asılan iki arkadaşına oranla daha diri görünen İnan da sehpada diyordu ki:

«— Ben, hiçbir şahsi çıkar gözetmeden, halkın mutluluğu için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım, bundan sonra da bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum… Yaşasın işçiler ve köylüler! Kahrolsun Faşizm!.»

Bu sözlerinden sonra kendini kaderine terkeden Hüseyin İnan da Yusuf Arslan gibi 25 dakika sonra ölmüştü. Böylelikle 2 saat 5 dakika süren infaz sonunda, her üç tabut da, Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkililerine teslim edildi. Asılmalarından sonra, her üç mahkûmun göğsüne asılan yaftalarını, ilgililerin izni ile aldım ve kitapta da fotoğraf olarak yer verdim.

5 Mayıs 1972 günü, sabahın çok erken saatlerinde, Ankara Merkez Cezaevinden çıkarılan Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın tabut içindeki cenazeleri, babalarına teslim edildi ve her üç ceset, vasiyetleri üzerine, Karşıyaka Mezarlığında yanyana gömüldü.

Burhan Dodanlı, Darağacı–Sayfa: 337-351 Evren Yayınları, İstanbul

8 Yorumlar

  1. Bu yazilanlarda insani bir yon bulmaya calissam da bir devrimcinin sanki son anlarina doyamiyormus gibi cizilmeye calisilan senaryo garip. Ornegin Denizlerin sehpalarina vuramadigi, Deniz’in sehpaya sanki bitap olusundan kaynakli cikmadagi gibi.. Oys abir cok farkli ve guvenilir agizdan dinlenilen Deniz’lerin son dakikalarinda sehpaya boyunun uzun olmasi nedneil ile tekmeleye calisitigi fakat olmadigi seklindedir.Ve Yusuf ve Huseyin de ise cellatlar bu isi onlara kalmadan yapmistir. Bana biraz bu yazilanlar: Evet bakin ben de ordaydim, ufak bir iki ayrinti da benden, seklinde tasarlanmistir.Deniz gezmis’in bir cay bir cay daha ictigi sanki ferahlamak istercesine ve heycanini dindirircesine, Sami Ugur’ a biz olumu hakettik mi? seklinde sorusu gibi ufak ama beni rahatsiz eden bir cok ayrinti var bu yazida kafamizda Deniz’in son anlarinda caresiz veya korkmus oldugu hissini verdiren.Acinasi ve acindirasi bir yazi olmus. Onlar da dovuserek oldurler daragacindaki sehpalarda Mahir cayanlar gibi cesurca, hayrirarak Turk ve Kurt halkinin kardesligini boyun eymediler hic kimseye son anda bile.Bu yazi bir cok yani ile HATIRLA SEVGILI denen diziye has kokularla dolu.
    Size Lenin’in bir sozu ile daha net izah edeyim istiyorum hatirla sevgili dizisi ile iligili verdigim ornegi:

    Egemen siniflar sagliklarinda Buyuk Devrimcileri ardi arkasi gelmez kiyiciliklari, zulumleri ile odullendirirler;en vahsi dusmanlik,en koyu kin,en taskin yalan ve karacalma kampanyalari ile karsilarlar.Olumlerinden sonra buyuk devrimcileri zararsiz ikonlar durumuna getirmeye,soz uygun duserse azizlesitrmeye,ezilen siniflari “teselli etmek” ve onlari aldatmak icin adlarini bir hale ile suslemeye calisirlar.

    Devrim sehitleri olumsuzdur arkadaslar.

  2. Devrim Sehitleri ölümsüzdur sözleri yetersiz ve kaliplasmis söylentilerdir,sayet gercekten Devrim sehitlerini ölumsüzlestiriyorsak bu konuda israr ederek isci ve emekcileri örgutliyerek devimcileri katleden kapitalis ve emperyalist sistemi yikarak onun yerine sosyslizmi yerlestirerek ancak devrim sehitleri ölümsüzlesebilir ve her yere devrim sehitleri anitlari dikilerek ve altlarina devrim sehitleri ölümsudur silogani yazilarak onlar anilabilinir aksisi bir hictir ve bos laftir.

  3. Deniz Gezmiş’in hayatına öyle daldım ki bu aralar çok araştırır oldum.. Son okuduğum yazıyı yukarıdaki yazılarla karşılartırdığımda birbirine çok ayrı çok farklı yazılar olmuş.
    Gezmiş’in son sözleri olarak “Yaşasın,TÜRK Halkının Bağımsızlığ!… Yaşası,Marksizimin ve Leninizmin yüce ideolojisi!…Yaşasın TÜRK ve kürt halklarının bağımsızlıkmücadelesi,kahrolsun emperyalizm!…” olmuştur. Ve cümlesinin tamamını bitirmiş olarak wermişler. Fakat başka bir sitede yayınlanan yazıya göre de cümlesinn son kelimesi olan “Emperyalizm” kelimesini tamamlamadan altındaki tabureyi ittikleri ve Gezmiş’in sözünü bitirmesine izin verilmediği “emperya” diye bittiği söyleniyor…
    Ve birde tabureyi Deniz Gezmiş’in kendisinin itmesine izin verilmiş fakat çok beklediği için tabureyi görevlilerin ittiği yazılmış gene diğer tarafta hiç izin verlmemiş olduğu yazıyor…!
    Hangisine inanalım bilmiyorum ama…
    Yaptıkları eylemlerden, kendilerine güvenlerinden dolayı; o üç YİĞİTİMİZE SONSUZ SAYGILARIMI SUNUYORUM… EMİNİM Kİ YAŞASALARDI YANLARINDA OLACAĞIMA,ONLARLA BERABER HERŞEYE ĞÖGÜS GERECEĞİME VE BU VATAN UĞRUNA BENDE CANIMI FEDA EDECEĞİME YEMİN EDERİM… ÖLMEDİNİZ ARAMIZDA OLMASANIZDA UNUTMADIK, UNUTULMADINIZ VE UNUTULMAYACAKSINIZ……

  4. deniz gezmiş yakalanmadan önce elmalıda edemlerin evinde kalmış annem 2 yaşındaymış bize teyzem anlattı deniz gezmiş yusuf arslan hüseyin inan ve mahir çayan gelmiş ve son gece bizim evde kalmış keşke dedem yaşasaydı diyorum bizde deniz gezmiş ve anılarıyla büyüseydik bizde deniz gezmişi abimiz gibi tanısaydık ama hayat bir ülkeye her zaman iyi bir yönetim vermiyor bir ülkeye bizde ülkemizdeki amerikan itleri ve şerefsiz yöneticiler yüzünden 20 gencin hayatı söndü varmı böyle bir adalet ama bn sadece şeye seviniyorm ülkede adalet almasada allahın adaleti var deniz gezmişin taburesini sırıtarak çeken cellat bir zeytin çekirdeği yüzünden boğularak öldü ben ilahi adalet diye buna derim siz bizim herşeyimizsiniz bn o dönemlerde olsam sizin gibi canımı vermeye korkardım bn türklerin 60 lardaki ordusu ve komutanı deniz gezmişi bnde devrimcilik ateşi ile anıyorum

  5. BENİM YAŞIM DAHA 14 CUMHURİYETİN 88. YILINDA DENİZ GEZMİŞ’İN ,YUSUF ARSLAN’IN VE HÜSEYİN İNAN’IN HAYATLARINI DAHA DOĞRUSU DARAĞACINDA YAŞADIKLARINI OKUDUM NASIL BİR ADALETTİRKİ HALK İÇİN SAVAŞAN 3 GENCİN HAKLI OLDUĞU HALDE HAKSIZ DURUMA DÜŞEREK ÖLDÜRÜLMESİ BU 3 GENÇ İÇİN ÖLÜM KARARI VERİLDİĞİNDE VEREN KİŞİLER ADALET DEMİŞLERDİR KESİN AMA BU ADALET DEĞİL DÜPEDÜZ CİNAYETTİR. O ZAMAN YAŞAMAYI VE DENİZ GEZMİŞ’LE YUSUF ARSLAN’LA VE HÜSEYİN İNAN’LA VE ONLARIN HÜRRİYETİ İÇİN SAVAŞAN AVUKATLARIYLA TANIŞMAYI TEK BİR SÖZ BİLE OLSA KONUŞMAYI ÇOK İSTERDİM.BUGÜN CUMHURİYETİN 88. YILI
    ŞEREFLERİYLE ÖLEN 3 GENÇ SAKIN UNUTULDUKLARINI SANMASINLAR ONLAR BENİM VE BENİM GİBİ DÜŞÜNEN HERKESİN KALPLERİNDEDİRLER.

  6. Elif lara,sen daha ergensin.bos yere yemin etme.
    Haaa illa ven irkcilik yapmicam diosan surdan basla derim.
    Yukarda yazdigin notta TÜRK ve kürt demissin. Pardon ama kürt kelimesini neden kücük harfle yazdin ? yazarken bile irkcilikla baslamissin.YAZIK.
    SELAM OLSUN TÜM öTEKÏ TÜRK VE KÜRT KARDESLERIME.

  7. bu ülkede çok yasamak degil az yasayıp çok seyler yapabilmek belkide geride kalan bu devrimciler bize direnmekten ziyade hayatı ögrettiler oonlar üç fidandı bizler arkalarında milyonlarız bunu bilmeleri lazım hayatın kişiye dayalı kalmayacagını ögrenmek lazım yol devam ediyor bayragı düşürmeyene kadar taşımasını bilmek lazım saglıcakla kalın by…..

  8. Bu yazıda beni rahatsız eden seyler var. Yani bi arkadasımın dediği gibi sanki Deniz Gezmis son anlarında korkmus gibi gosterilmis. Ben Deniz Gezmis’in hayatını arastırmıs biri olarak soyluyorum Deniz Gezmis idam sehpasini kendi itmeye calismis boyunun uzunlugundan dolayı yapamamıştır. Bu kucuk ayrıntılara takılan biri olmak istemem ama yaşamı boyunca cesur ve ilkeleri icin ölümü göze alan birini ülkesinin bağımsızlığı icin savasan o dev adamın son anlarında korkmicağını hiç araştırma yapmayan ahmak biri dahi bilir. Rahatsızlığımı dile getirmem gerekiyordu saygılar..

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz