Deniz Gezmiş anlatıyor; Bir burjuva, Beethoven’in Yedinci Senfonisi’ni, inanki, bir devrimci kadar anlayamaz’

deniz-gezmisYalnızsın. Gemerek’in dışında bir benzin istasyonunun arkası. Yerler ıslak. Çamur. Zifiri bir karanlık. Bir yamaçtasın orada. Yalnızca jandarmaların attıkları mermilerin alevlerini görüyorsun. Ateş etsen yerin belli olacak; ateş edemiyorsun.
O anda bombayı atmak aklıma geldi. Kafan çalışıyor. Mantığın tıkır tıkır işliyor. Soğukkanlısın. Pimini çekip bombayı elinde tutuyorsun bir iki saniye. Pimi çektikten dört saniye sonra bombanın patlaması gerek. Vakit geçirmemek gerek. Bomba elinde patlayabilir; bunun korkusu var içinde; elinde patlarsa diye.
Fırlatıyorsun bombayı. Sinip bekliyorsun. O andaki bekleme müthiş işte. Müthiş uzun geliyor o süre; zaman bir türlü geçmiyor; saniyeler dolmuyor bir türlü. Bomba, savunma bombası. Patlayınca bayağı etkili patlar. Havada birtakım kollar bacaklar göreceğini sanıp bekliyorsun.

Daha önce de kullandım bu bombadan. Eğitim atışları yaptım. Ama buradaki, eğitim atışlarından çok değişik. Patlayıncaya kadar, ilk akla gelen, bir türlü akıldan çıkmayan şey, bombanın patlamama olasılığı. Bomba bozuk çıkabilir. Ve bomba patlayınca isabet almak olasılığına karşı tam siper, yüzü koyun yere atıyorsun kendini. Çok gariptir, bir içgüdüyle ellerini ensende kenetliyorsun. Hiç tanımadığın, bilmediğin, hiç görmediğin birtakım insanların öleceğini düşünüyorsun birden; üzülüyorsun.

Patlıyor bomba. Kan kokusu duyduğunu, feryatlar, çığlıklar, bağırışlar duyduğunu sanıyorsun ilk anda. Sonra derin bîr sessizlik oluyor. Sonra da kaçışan birtakım insanların ayak sesleri. Yani, önce bir şok etkisi oluyor karşıdakilerde, bir şaşkınlık. Sonra da panik ve kaçışma.

Yağmur ve çamur. Sigaran bitmiş. Yok. Tek sigaran yok. Anlatılmaz bir sigara özlemi. Dayanılmaz bir istek. Yanında da bir bardak sıcak çay istiyorsun, iyi mi. Sonra birden anlatılması güç bir susuzluk. Yerden kar falan alıp yiyorsun; susuzluğunu biraz olsun gideriyor.

***

Çatışma sürüp giderken, silahlı çatışma, ölüm korkusu yok; hiç yok. Ancak, pusuya falan düşüp de düşünme fırsatı bulunca, yani beklerken geliyor ölüm insanın aklına. Ateş ederken, çatışırken bu korku gelmiyor aklına. Taktik falan düşünüyorsun daha çok. Tepeyi aştım, Gemerek’e girdim. Saat 23 falan. Hani bırakılmış kentler olur. Bomboş sokaklar. İnsansız, öyleydi Gemerek. Herkes uykudaydı, herkes evlerine çekilmişti.

Bir yapı var, bahçe içinde.

Sulu sepken, karla karışık bir yağmur.

Dönüp yapının üzerindeki tabelada yazılı yazıyı okuyorum: Ortaokul. Hemen yanındaki yapının yazısı da: Lise.

Dolaştım yapının çevresinde.

Hoşuma gitti.

Yarın sabah çocuklar gelecekler önlükleriyle, çantalarıyla; kalem, silgi kokularıyla, duyacaklar olanları, öğrenecekler. “Hepsi uykularındadır şimdi,” diye düşündüm.

Sağa doğru çıktım. Yamaçta, ‘Jandarma Karakolu’. Tek başına bir yapı. Yakınında başka yapı yok. Işıkları yanıyor.

Yaklaşıyorum.

İçeride jandarmalar var, konuşuyorlar, gülüşüyorlar.

İyice sokuluyorum.

Heyecanlı oldukları belli.

Orada 15-20 dakika durup onları dinledim, onları gözledim.

Karakolun önünde bir Jeep duruyor. Jeep’i almak gerek. Dokundum tetiğe, karakola ateş açtım, duvarlarına. İçeride birden bir panik, bir kaçışma.

Atladım Jeep’e, çalıştırdım. Beş metre ötede kara saplandı Jeep. Atladım arabadan. Bir tümseğin arkasına attım kendimi, yattım.

Jandarmalar tepeye kaçıp sığınmışlar. Tepeden Jeep’e ateş etmeye başladılar. Beni Jeep’in içinde sanıyorlar. Durup orada yattığım yerden onları gözlüyorum.

Mermilerin kara saplanışının ayrı bir güzelliği var. Kara saplanırken değişik bir ses çıkarıyor mermiler.

Jandarmalar Jeep’i delik deşik ediyor.

Yattığım yerden fırlayıp kaçmaya başlıyorum. Görüyorlar beni. Ardıma düşüyorlar.

***

Gemerek’te evler hep bahçe içinde. Bahçeler, bir metrelik taş yığınlarıyla yapılmış küçük duvarlarla çevrili.

Ben önde, jandarmalar arkada koşuyoruz bahçeden bahçeye. Bir duvarı aşıp yere yatıyorum. Ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya da başlarının bir karış yukarısına. Ben ateşe başlayınca onlar yere yatıyor. O zaman kalkıp koşuyorum. Bir başka duvarı aşıp yine yatıyorum. Yine ateşe başlıyorum. Böylece biraz dinlenmiş de oluyorum. Böyle iki üç tur atıyoruz, dönüp duruyoruz Gemerek’in içinde. Herkes sokaklarda. Herkes durmuş beni seyrediyor. Yanlarından geçip atlıyorum. Halkta bana karşı hiçbir hareket yok.

Bir kadın, evinin kapısından, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:

“Herif! Gel çorbanı iç, yine gider seyredersin!”

Çocukların bir kısmı, ben ateş ettikçe alkışlıyor. Bazılarının elinde ayçiçekleri; hem beni seyrediyorlar, hem ayçiçeği yiyorlar.

Bir buçuk saat kadar sürüyor bu kovalamaca.

O ara üstüne hoparlör bağlanmış bir taksi çıkıyor ortaya. Hoparlörden bir ses şunları söylüyor halka:

“Ben Belediye Başkanı. Komünist Deniz Gezmiş Gemerek’e gelmiş. Silahı olan silahını alsın, av tüfeği olan av tüfeğini alsın. Olmayan da taşla sopayla saldıracak. Herkes hazırlansın. Yakalayacağız onu.”

Ve gidiyor.

Halkta, bu uyarıya karşı hiç bir kıpırtı olmuyor.

Kaçıp izimi kaybediyorum. Artık jandarmalar yok ardımda.

Dolaşıyorum.

Bir elimde otomatik; kayışla omzumdan asmışım. Rahatça kullanabileceğim. Bir elim boşta. Gerekli olabilir bu elim.

On sekiz on dokuz yaşlarında bir çocuğa yaklaşıyorum.

“Bana Belediye Başkanının evini göster,” diyorum.

“Peki Deniz Ağabey, göstereyim,” diyor.

Çok rahat. Çok sakin. Kendisine soru sorduğum için de sevinçli. Hani bir yabancıya yol gösterirler ya rahatça, yardım etmiş olmanın sevinciyle; bu da aynı rahatlık içinde davranıyor. Düşüyor önüme. Yürüyoruz.

Bir evin önüne geliyoruz.

“Burası ağabey,” diyor.

Gemerek Belediye Başkanı’nın evi. Az önce beni linç ettirmek için halka çağrıda bulunan adamın evi. Tanışacağız.

Bir omuz atıp kırıyorum kapıyı. İçeri dalıyorum. Belediye Başkanı, evinde; sofada, masanın başında bir şeyler atıştırmakta. Beni öyle birden evinin içinde, karşısında görünce yere atıyor kendini, ayaklarıma kapanıyor utanmadan.

“Ben bir şey etmedim. Ben bir şey etmedim,” diye yalvarıp duruyor.

Bir odadan karısı iki küçük çocukla çıkıyor sofaya. Kadın şaşkın. Bir yanda da o yalvarmaya başlıyor:

“Bunlara acı, bu yavrulara acı.”

“Allah belanızı versin,” deyip atıyorum kendimi dışarı. Karlı yollara düşüyorum yine. Gemerek’in dışına çıkıyorum.

Ondan sonra işte o tren yolu hikâyesi oldu, çukur hikâyesi. Tarlalardan geçerek gittim oraya.

***

Yakalandın. Adamlar sana vurur, olmadık hakaretlerde bulunurlar. Buna karşı devrimci taktik şu:

Sen de söveceksin. Elin boştaysa vuracaksın. Ellerin bağlıysa tüküreceksin yüzlerine. Hiç aşağıdan alıp sinmek yok.

Falakaya falan yatıracaklar. Direneceksin. Güçlükle yatıracaklar. Boyun eğmek yok.

Ve onlardan hiç bir istekte bulunmayacaksın. Hiç bir şey istemeyeceksin onlardan.

Böyle yaptın mı herifler işkenceden sonra sana büyük saygı duyuyorlar. Eziliyorlar karşında. İşkence edenler onlar, ama sonuçta ezen sen oluyorsun.

İşkenceye senin bunca dayanman ve oradaki bütün devrimci tavrın, heriflerde böyle bir etki bırakıyor.

***

Yakalanışım mı?

O da bir garip hikâyedir.

Pusu. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım.

Tarlanın içinde. Çukurda.

Tarla. Vıcık vıcık çamur. Her yan çamur. Bir yandan da aralıksız yağmur yağıyor, sulusepken.

Parkamın başlığını başıma geçiriyorum.

Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, silahı daha rahat kullanayım diye daha önce bir yerlerde fırlatıp atmıştım. Eldiven de yok.

Hava buz gibi.

Bir çukurun içindeyim.

Çepeçevre sarmışlar.

Bütün arabaların farları üzerimde.

İçine girdiğim çukur, işte bu hücre kadar bir yer.

Jeep’lerin üzerlerine A-4’leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, düştüğü yerden çamurları savuruyorlar havaya. Farların aydınlığında, yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya sıçrayan çamurlar. Ben çukurun dibine, çukurun biçimine uyarak (U) harfi gibi uzanmışım. Ayağa kalkarsam, başım dışarı çıkıyor. Atılan mermilerden korunmak için ya çömelmek zorundayım, ya da böyle çukurun dibine uzanmak zorundayım.

Çukurun dibinde kar var. Altım kar, üstüm sulusepken yağmur ve mermiler. Yattığım yerden yukarıyı gözlüyorum, çukurun üstünü.

Sanki donanma fişekleri atılıyor üstümde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü tepemde.

‘Cıw’ diye giriyor çukurun yanındaki çamurlara mermiler, çamuru savuruyorlar tepeden inen farların aydınlattığı sulusepkenin içine, üstüme renk renk koca bir dünya yağıyor. Korkunç güzel, anlatılmaz bir görünüş.

Yarım saat, bir saat sürüyor bu.

Mermi çok az kalmış yanımda. Bir süre sonra bitecek.

Ara sıra doğrulup, başımı çukurdan yavaşça çıkarıyorum, bir el ateş ediyorum boşluğa, öldürmeye atmıyorum ama. Göremiyorum ki. Rasgele yakıyorum mermiyi. Aklıma ilk gelen, Mayakovski’nin şu dizeleri oluyor:

Susun artık konuşmacılar,

savdınız sıranızı.

Söz şimdi mavzer arkadaşta,

şimdi o konuşacak.

Bu dizeleri aklımdan geçiriyorum ve kalkıp bir mermi daha yakıyorum. Sonra yine sinip bekliyorum çukurun dibinde.

İşte orada ölümü düşündüm bak.

Ölüm ürkütücü gelmiyor insana. Ama insan ölümü kabul edemiyor. Kesin bir gerçek bu.

Bilimi düşünüyorsun orada. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını düşünüyorsun. Ve bilimin insanlığa getireceklerini. Ve birden içinde bulunduğun o durum anlamsız geliyor sana. Ionesco’nun oyunları gibi bir şey. Saçma geliyor kimi şeyler sana o anda. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını yürürken, karşındaki bir sürü insanın ne kadar küçük şeylerle uğraştıklarını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. “Lânetli adamlar” diye geçiriyorsun kafandan.

İnsanlığın geleceğini; ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun; insanı hüzünlendiriyor bu. Bir yanda güzel, eşsiz bir gelecek, bir yanda o güzelim günleri göremeyeceğin duygusu. “Nasılsa öleceğim” diye düşünmeye başlıyorsun.

Mermi vardı oysa yanımda.

Birazdan bir bomba sallayacaklar üzerime diyordum, ölüp gideceksin.

İlk anda ölmemeyi düşünüyordum; yaralanmayı, yaralı ve rahat bir ölümü. Ama bir süre sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü devrimciyi düşünüyorsun ve bir an nasılsa rahat bir ölümü düşünmüş olduğun için korkunç bir utanç duyuyorsun kendi kendine.

Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli.

Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen birtakım anılar geçiyor gözümün önünden.

Bir film gibi ve çok hızlı geçiyor bunlar.

Örneğin çocukluk günlerim gelip geçti gözümün önünden nedense.

Çocukluğum:

Bahçeli bir evimiz vardı. Çiçekler doluydu bahçemizde. Onların, o çiçeklerin arasında koşup oynayışım.

Sonra gözümün önünden gelip geçen şeyler arasında ansızın, bir sevgili. Çok buruk bir duygu bu. Kızın gülüşü, oturuşu, düşünüşü.

Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Değişik durumlarda ve öylesine canlı ki. Dipdiri. Karşımda sanki. Renkli bir film gibi. Sen o durumdayken, o anda, onun evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu…

Bütün bu anımsanan şeylere, kişilere karşı, bütün yaşayanlara karşı o anda içinde küçücük bir kıskançlık duygusu.

Ve birden, ansızın çok gülünç, matrak bir şey de geliveriyor aklıma, gülüyorum.

Daha bir sürü görüntü.

Üniversite günleri.

Beyazıt alanı.

Beyazıt’ın ara sokakları.

Polisle çatışmalar.

Öbür arkadaşlar.

Hani gazetelerde sosyete haberleri, dedikoduları çıkar ya, onlar geliyor aklıma, o dedikodulardaki kişiler.

İşte o zaman ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği. Mücadele etmek isteği. Bunlar yeniden kabarıyor, büyüyor içimde. Savaşmak, mücadele etmek isteği.

Sonra, ölen arkadaşlarım geliyor aklıma. Daha çok Taylan’ı anımsadım orada.

Sonra Filistin’deki çocukları.

Ve -bak- en önemlisi, üniversite kantinlerinde, özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde filan “halk savaşı” üzerine tartışmaları, sıcacık çaylarını yudumlayarak tartışanları geçirdim kafamdan.

Gülünç geliyor bütün bunlar sana ve alabildiğine hüzünleniyorsun.

Canın sıkılıyor.

***

Elli altmış metre ötedeler. Tam bir çemberin ortasındasın. Arada silah sesleri kesiliyor ve,

“Teslim ol,” sesi duyuluyor.

Başımı yavaşça çukurdan çıkarıp sesin geldiği yere, birazcık havaya doğru bir kurşun sıkıyorum. Yine siniyorum çukurun dibine. Bu hücre büyüklüğünde bir çukur. Ayağa kalkınca yüksekliği göğsüme geliyor. Sırtımı çukurun duvarına vermişim, arka üstü yatıyorum çukurda. Dipte, altımda kar var. Daha erimemiş. Çukurun yanlarında çalılar.

Bir iki mermi kalmış. Son mermiyi kendine saklamak istiyorsun. Gerekirse vuracaksın kendini, karşı devrimin eline düşmemek için. Bunu düşünürken ölüm korkusu yok. En küçük bir çekinme yok. Namluyu şakağına dayayacaksın. Basacaksın tetiğe; tamam. Çok rahat.

Kurşunu yüreğine sıkmaya için elvermiyor, kıyamıyorsun yüreğine. Yürek garip bir değer kazanıyor orada.

Kendi kendime, orada namluyu şakağıma dayayıp öleceğimi, acı duymayacağımı, kurtulacağımı falan da düşünüyordum. Ama bir de bunun, işin kolayına kaçmak olduğu geliyor insanın aklına. Vazgeçiyorsun.

İki mermim kalmıştı. Mermiler tükenince çukurdan çıkmayı düşündüm. Başım dik çıkacağım. Vururlarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme.

Ya vurmazlarsa?

O zaman yakalayıp işkence edecekler.

İşkence kolay. Bir gün boyunca da sürse işkence, dayanılır, onun acısı nasıl olsa geçer. Zaman nasıl olsa akıp geçecek ve işkencenin acısı da bir süre sonra nasıl olsa kalmayacak diye düşünüyorsun. On beş gün önce işkence görseydim şimdiye çoktan etkileri geçmiş olacaktı, unutmuş olacaktım. Böyle düşündüm orada.

Kararlıyım. Dayanacağım işkenceye. Konuşturamayacaklar. Çözülmeyeceğim. Kesin kararlıyım.

Silahımı attım birden. Bir ara ateş de kesilmişti.

“Çıkıyorum!” diye bağırdım.

Çıktım.

Bekledim, ama ateş eden olmadı.

Parkamın başlığını geriye attım. Başım dik. Bir elim cebimde, boş tabancamda. Gerekli olabilir. Boş ama, olsun. Umursamaz bir hava takındım. Her an bir mermi bekliyorum. Her an bir mermi bir yerime saplanacak. Ha geldi ha gelecek.

“Dur!” falan diyorlar.

Bir yığın şey söylüyorlar.

Artık söylenenleri duymuyorum. Söylenen sözlerin bir tekini bile anlamıyorum.

Biliyorum, görüyorum: bütün namlular üzerime çevrili.

Her namlunun ucunda ben varım.

Çevrede kum gibi asker kaynıyor.

Yola çıkıyorum. Gemerek’e giden yol bu. Ve Gemerek yönünde yürümeye başlıyorum. Ama hep, her an bir kurşun bekliyorum. Etimle kemiğimle bunu bekliyorum.

“Kayseri Emniyet Amiriyim. Seni teslim alıyorum,” diyor bir ses.

Tepkim büyük oluyor, önceden hiç tasarlamadığım bir tepki bu, hiç düşünmediğim bir şey. Beklenmedik, olağanüstü bir tepki oluyor bende:

“Siktir be. Sen kimsin ulan beni teslim alacak!” diyorum.

Elimi cebimden çıkarır gibi yapıyorum. Uzaklaşıveriyor.

Yine yürüyorum.

Bir albay çıkıyor yolumun üstüne.

Ve bir arabaya binip gidiyoruz.

***

Yakalandığımda saat gecenin 02.30’u falandı.

Beni alıp doğruca Kayseri’ye götürdüler.

Ellerim kelepçeliydi. İki yanımdan iki iri adama kelepçelemişlerdi.

Yolda durmadan soruyorlar. Ara vermeden soruyorlar. Hiç konuşmuyorum.

Kayseri’ye varıyoruz. Vakit gecenin yarısı.

Vali’nin karşısına çıkarılıyorum.

Vali,

“Yakalandın mı sonunda?” dedi küçümsemeye çalışarak.

“Sen bir köpeksin. Köpek kalacaksın,” dedim. Hiç ummuyordu böyle bir şey söyleyeceğimi. Apışıp kaldı karşımda. Sözümün altından kalkamadı. Bastı gitti.

Oturdum.

Çay getirdiler.

Polisler dönüp duruyor çevremde. Hiç bir kaba söz, kaba davranış yok.

“Ağabey, ne istersin?”

“Bir istediğin var mı Deniz ağabey?”

***

Bir de şunu gördüm: Çok duygulanıyorlar.

Hele yakalandığımda, Kayseri’ye götürülürken, iki koluma kelepçeyle bağlı o iki iri polis vardı ya, ben Ankara’ya getirilirken, ikisi yine beni getirdikleri arabadaydı. Yolda ağladılar. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler.

***

Ankara’ya jandarma pikabıyla ve uzun bir konvoy halinde girdik. Saat sabahın 8’i falandı. Yollar tıklım tıklım insanla doluydu. Ankara, yeni bir güne başlıyordu.

İşlerine giden memurlar. Okullarına giden öğrenciler.

Yağmur yağıyor.

Islak bir Ankara sabahı. Sevdiğim sabahlardan biri.

İçişleri Bakanlığı’nın önüne geliyoruz. İndiriyorlar. Tam İçişleri Bakanlığı’na girerken kalabalıktan biri,

“Yuh!” diye bağırıyor.

Yürüyorum üzerine, iki üç adım atıyorum. Polisler o kadarına izin veriyorlar. Kaçıyor “yuh” çeken. Giriyoruz içeri.

İçişleri Bakanı’nın karşısına çıkarılıyorum.

Çok keyifliydi. Ayaktaydı. Odası, sabahın sekizinde gazetecilerle dolu.

Ben hep başımı dik tutmaya, canlı, dipdiri görünmeye çalışıyorum. Nasıl bitkinim oysa, ayaklarımı zor sürüyorum. Ayakta duracak gücüm kalmamış. Ama belli etmiyorum.

“Geçmiş olsun,” dedi gülerek İçişleri Bakanı.

Suratına baktım pis pis. Hiç bir karşılık vermedim.

Gazetecilere döndü:

“Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu’nun kahramanıymış.”

“Beğenemedin mi? Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun savaşçısıyım.”

“Nereye gidiyordun?”

“Devrime.”

Haritayı gösteriyor duvarda, Sivas’ı gösteriyor:

“Buradan mı gidilir devrime?”

“Senin kafan almaz böyle şeyleri.”

“Türkiye’de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusudur.”

“Onun için Demirel ve senin gibiler hemen istifayı bastınız.”

Sinirlendi.

Üzerine bir adım attım.

Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini sallayarak ve kekeleyerek:

“Gö-gö-götürün bunu” dedi.

Sürükleyerek çıkardılar beni odadan.

“Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerikanın güvenilir köpekleri!” diye bağırdım kapıdan çıkarılırken.

Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.

***

Odadan çıkarıp beni Emniyet Genel Müdürü’nün odasına soktular.

Emniyet Genel Müdürü, boyuna:

“Bakanımıza-, bakanımıza-, bakanımıza hakaret etti,” diyordu sinirle.

“Sen de köpeksin,” dedim ona. Böyle bir davranış beklemedikleri için; hepsi şaşkındı, herkeste tam bir panik havası vardı. Bir ben bu paniğin dışındayım. Gazeteciler de paniğe kapılmış durumda.

“Ben köpek değilim,” diyor Emniyet Genel Müdürü.

“Köpeksin,” diyorum, “köpek olmasan bugün burada işin ne.”

***

Alıp Emniyet’e götürdüler.

Orada da davranışlarım aynı. Komiserlere, polislere, Emniyet Müdürü’ne falan, herkese böyle sözler söylüyorum, hakaretler yağdırıyorum.

Akşam olacak, saat 17’de herkes çekilip gidecek, işkence başlayacak, diye düşünüyorum.

Dördüncü güne girmişim; açlık, yorgunluk, uykusuzluk bitirmiş beni. Bitkinim. Kalan son gücünü kullanıyorum, direniyorum.

Saat 17 oldu ve işkence başlamadı.

İradeyi sıfıra indiren bir ilâç verdiler.

İğne yapacaklardı, yaptırmadım. Zorla yapmak istediler, direndim; başaramadılar. Hapı tercih ettim. Aldım hapı. ‘Biraz ağzımda tutarım’ diye düşünüyorum. İkinci Şube Müdürü’yle bir komisere de birer hap içirdim. “Önce siz için, ondan sonra ben içeyim, İçmem yoksa,” dedim.

Birer hap yutmak zorunda kaldılar.

Şartlandırıyorum kendimi ve boyuna baskı yapıyorum kendime:

“Söylemeyeceğim, söylemeyeceğim.”

Böyle yaparsan, hap da olsa, söylemek istemediğin şeyleri söylemiyorsun.

İlaç gevşetiyor. Ama kendini şartlamış olman önemli.

Orada da saygı duymaktan alamadılar kendilerini polisler.

Direnirsen sonuç hep böyle oluyor.

Birkaç tanesi bozuluyor tabii bana; birkaç tüyü bozuk, müthiş sinir oluyor yaptıklarıma. Ama oradakilerin büyük çoğunluğu saygılı oldular bana.

Fizik işkence hiç önemli değil. İnsanı pek etkilemiyor. Dayanıyorsun, önemli olan psikolojik hikâye.

İstanbul’da, bir keresinde on üç kişi falandık. Bizi şöyle sıralamışlardı karşılarına. Makineli atışı gibi üst üste, aralıksız sorular soruyorlardı kısa kısa. Cevap vermemek olanaksızlaşıyor. Ben, orada, soru sorulunca, hiç düşünmeden sövüyordum. Çok iyi oluyor. Biraz düşünmek, biraz duraksamak bile, yüze vuran ifadeyle ipucu verebiliyor polise, özellikle MİT uyguluyor bu yöntemi.

***

Bir de ara sıra gelip alay ederler. Yüzünü falan eller biri, alay ederek.

“Şuna da bak,” falan der.

Müthiş sinir bir şey. Yani kişiliğini yok etmek isterler o anda. Kesinlikle duracaksın, sinirlenmeyeceksin. Çok önemli.

***

Arabasını alarak kaçırdığım pijamalı adam astsubaydı. Hele ateş altına girip çıktıktan sonra görecektin. Bir yandan da tam bir otomat haline gelmişti yanımda. Yani, adamın beyni, senin beynine geçmiş o anda; sen ne dersen onu yapıyor. Şaka değil, senin elinde silahın var, silahlısın; otomatik silah var elinde. Yanında boyuna ateş etmişsin sağa sola. Yani elindeki silahı ateşlerken görmüş seni bir kere.

***

Ve ben, çatışma sırasında değil, ama çatışma dışı kalınca, boyuna kadını, astsubayın karısını düşünüyordum arabadayken. İstemeyerek yaralamıştım kadıncağızı.

Bir de, o çatışmalarda “acaba kaç kişi öldü?” diye düşünmekten kendimi alamıyordum.

***

Devrimci, yakalanınca, karşı devrimin eline düşünce, tamam mı, korkunç, çok b*ktan bir durum oluyor. Adamların yüzlerindeki o keyifli, aşağılık durum, illet eder insanı. Sanki büyük bir şey başarmış gibidirler. İşte orada, o durumda, yakalandığına müthiş pişman oluyorsun.

***

Normal, silahlı bir çatışmada sık sık vurulduğunu sanıyorsun. Yaranın sıcaklığıyla, vurulduğunu daha pek anlamadığını sanıyorsun. Arada bir yokluyorsun kendini, yaralandım mı diye.

Ama, çatışma sırasında yaralanmış olmanın kesinlikle hiç önemi yok.

Çatışırken ve yakalanınca, ölçü olarak, öbür büyük devrimcileri düşünüyorsun. Bir devrimci nasıl davranır? O büyük devrimciler nasıl davranmıştı? Che Guevara nasıl davranmıştı? Bak, sen inceledin, yazdın bu konuyu. Ernesto adlı hikâyende Guevara’nın nasıl yakalandığını, yakalanınca nasıl davrandığını yazdın, bilirsin. İşte onları düşünüyorsun o anda. Onların davrandığı gibi, onlar gibi davranmak istiyorsun.

Hep bunları düşünüyorsun; çatışırken ve yakalanınca.

Onlar gibi davranmayı düşünüyorum.

Onlar gibi ölmeyi.

***

Bugünkü kuşak bizlerden oldukça değişik. Ayrı özellikler tadıyor bu kuşak. Bir bakıyorsun, silahını alıp eyleme giriveriyor. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.

Bizim kuşak başka türlüydü.

Biz edebiyattan falan geldik buraya. Yenikapı’dan. Beni al işte: 1966’da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi’ne. 1964’te partiye girmiştim, Türkiye İşçi Partisi’ne.

Bu yeni kuşak, bizler gibi değil, öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmaya fırsat bulamadı bu kuşak. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buluverdi çocuklar.

Örneğin, Beethoven’i doyasıya dinleyemediler.

Eisenstein’ın filmlerini, Pudovki’nin filmlerini bile şöyle rahatça, zevkle seyredemediler.

Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.

Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.

Marksizm-Leninizm, nasıl insanlığın bir ürünüyse, bunlar da, bu söylediklerim de, insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yarattıklarıdır, ürünleridir.

Bu yeni gelen kuşak, insan olarak, bunların, bütün bu insanlık ürünlerinin çoğundan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil bu.

önemli değilmiş gibi görünür ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar.

Burjuvalar bilmez bu hikâyeyi.

İnsanlığın büyük kültür mirasını yine en iyi, devrimciler anlar, devrimciler değerlendirir. Marksist-Leninist olanın, ötekilere üstünlüğüdür bu.

Bir burjuva, inan ki, Beethoven’in Yedinci Senfonisi’ni, bir devrimci kadar anlayamaz bence.

Bir burjuva, Lorca’nın şiirinin tadına, bir Marksist-Leninist gibi varamaz.

İspanya İç Savaşı’nı yaşayan biri Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir. Bilmem yanılıyor muyum? Hiç sanmam.

***

Eylem sırasında neler duyduğum mu? Evet, önemli. Anlatmaya çalışayım.

Şöyle başlayalım:

İstersen banka soygunu hikayesiyle başlayalım.

Bir kere, heyecanlanmamak olanaksız. Ama bu işin korkuyla hiç bir ilgisi yok. Hani çok hızlı giden bir arabada duyulan heyecan vardır ya, onun gibi bir şey işte. Bir gerilim. Yani, bilinmedik bir olayda duyulan heyecan gibi.

Bankaya girince, orada çalışan insanların yüzü çok ilginç. Özellikle yüzleri. Yüzleri hiç kıpırdamıyor. Hani, gülüyorken, gülüyor olarak kalıyor insanın yüzü. Hem de sonuna kadar. Yüz öylece donup kalıyor. Bankaya ilk girdiğin anda duyduğu, geçirdiği şok sırasında yüzün aldığı biçim ne idiyse, öylece donup kalıyor yüzleri. Hani filmlerde olur, akıp giden hareket, bir fotoğraf halinde dondurulur ya bazen, tıpkı öyle.

Orada duyulan duygu, öğrenci eylemlerine katılırkenki duygu gibi değil. Kitle duygusuna hiç benzemiyor. Çok değişik. Benim güleceğim geldi, adamların o garip hallerini görünce.

***

Sonra izlenme duygusu var. Şehir içi olaylarında, arabayla boyuna yer değiştirirken, arkana takılan her arabadan kuşkulanıyorsun. Bu kesin. Her arabaya polis arabası gözüyle bakıyorsun. Kaçınılmaz bir duygu bu.

***

Eğlenceli yanları da var bu işin.

Amerikalı zenci şoför Finley’i kaçırdığımız gün, biz Finley’i arabadan indirdikten sonra, Yusuf arabayı götürüp Eskişehir yolu üzerinde bir şarampole yuvarladı. Sonra bizim oraya yirmi otuz araba dolusu polis geldi.

***

Vakit gece.

Bütün polis arabalarının farları yanıyor. Polis arabalarının tepelerindeki renkli fırfırlar durmadan dönüyor. Sirk gibi. Lunapark gibi. Eğlence yerinde bir gösteriyi izliyor gibisin.

Heyecanla izliyorsun olup bitenleri.

Refleksler, silahlı olaylar sırasında, silahlı çatışmalarda çok iyi çalışıyor. Arabaların ön farları durmadan tarıyor bizi.

Sürekli yer değiştiriyorsun, hedef olmamak için.

Yerler ıslak. Çamur.

Yorgunsun.

İçinden, oturduğun yerden hiç kalkmamak, orada uzanıp kalmak gibi istekler geçiyor. Uykuyu özlüyorsun. Nasıl büyük bir istek bu. Ama uykuya yenilmemen gerekiyor. Bu da böyle garip bir durum işte.

***

Yaptığın hareketin kesin doğru olduğuna inanıyorsun. Tam bir devrimci gibi davranmaya çalışıyorsun. Şunu açıkça söyleyeyim: Yaptığın eylemlerden kesin hiç bir pişmanlık duymuyorsun. Pişmanlık yok.

Çatışmalar sırasında hiç bir şaşkınlığa uğramıyorsun. Eğitimin, daha önce bu yolda yaptığın eğitimin çok yararı var bunda, özellikle Filistin’deki eğitimin büyük yararı var. Ne yapıyorsan bilerek yapıyorsun.

Çatışmalar sırasında, özellikle de pusuda beklerken, uğrunda bu büyük kavgaya girdiğin insanlara amansız bir sevgi duyuyordum. Uğrunda mücadele verdiğim köylülere, işçilere, özellikle de çocuklara. Çocukları düşünüyordum sık sık. Anlatılmaz bir sevgi, anlatılmaz bir özlem duyuyordum onlara; çocuklara.

Bir de bütün bu olayları, bütün bu acıları, gelecek kuşakların hatırlamayacağını düşünüyorsun. Ya hatırlamazlarsa diye geçiriyorsun. Bütün bu acıları, bu sıkıntıları onlar için çektiğini çok iyi biliyorsun oysa.

Bir kişi olduğunu, içine girdiğin bu çatışmanın, aslında o anda bir kişinin çatışması olduğunu, ve bunun, bu büyük kavganın içinde önemsiz olduğunu, kocaman okyanusta bir damla olduğunu düşünüyorsun.

İşte Vietnam. Bir yığın insan ölmüş orada. Vuruşan, ölen her yurtsever Vietnamlı, bir yığın acı, bir yığın sıkıntı çekmiş ve vuruşa vuruşa ölmüş, ölen yığınla devrimci var orada. Ve gelecek kuşaklar, ne diyecek?

“Beş yüz bin kişi öldü, falan,” diyecek.

Böyle diyecek gelecek kuşaklar.

Ve sen geçip gideceksin.

Çektiğin bunca acının, acıların, gelecek kuşaklarca da bilinmesini istiyorsun. Bu duyguyu anlıyor musun?

***

Sonra, sürekli olarak izleniyorsun. Hep bir av alanında gibisin. Hiç avcı değilsin. Hep avsın. Bir av hayvanı gibi duyuyorsun kendini. Sürekli kovalanıyorsun.

Ölüm mü?

Ölüm gelip kapına dayandığı zaman, böylesi bir mücadeleyi sürdürdüğün için, bir bakıma, ortaya koyabileceğin her şeyi ortaya koymuşsun, yapabileceğin her şeyi yapmışsın gibi geliyor sana. Biliyor musun, mutluluk veriyor bu insana.

Biz bu işe girdik bir kez. Girmiştik. Sonuna kadar götürecektik.

Yaptığımız eylemlerden herhangi bir pişmanlık duyup duymadığımı soruyorsun. Kesinlikle hayır. Hiç bir pişmanlık duymadım. Ne ben, ne de arkadaşlarım. Hiç bir zaman.

Ankara’dan çıkarken, Türkiye dışına falan gitmeyi, sınır dışına çıkmayı, aklımıza bile getirmedik. Yok böyle şey. Kararlıydık. Kesin kararlıydık. Ankara’dan çıkıp, bir kır gerillası karargâhı kuracaktık.

***

Ölüm, hiç de ürkütücü değil.

Ölümle burun buruna gelmedikçe, yani ölüm, karşında somutlaşmadıkça, ölüme pek aldırmıyorsun. Hem de hiç aldırmıyorsun. Takmıyorsun ölümü.

Ama ölümle karşı karşıya kalınca, o zaman. İşte o zaman, garip bir hüzün başlıyor. Böyle bir duyguyla ilk ne zaman karşılaştım, biliyor musun? Garip, hüzün yüklü bir korkuydu. Yusuf vurulunca yaşadım bu karmaşık duyguyu. Gerçi daha önce de buna benzer bir duyguya kapılmıştım. Ama daha değişikti o. İlk kez ölüm korkusunu, 1966 yılında ölümle karşı karşıya kaldığımda yaşamıştım.

***

İyi sordun.

Evet, idama gidiyor bu işin sonu. Bunu biliyorsun. Yakalandığın andan sonra bunu hep biliyorsun. Sonu idama gidiyor bu işin. Hele hücreye kapatılıp da, düşünme rahatlığına erince. Bildiğin tek şey var: İdam, ölüm.

Ama biliyor musun, pek de korkunç gelmiyor bu sana.

Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından “Kaçabilirim, kurtulabilirim belki” diye düşünüyorsun.

Ama bir şey söyleyim mi, çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte.

Ve bir devrimcinin, idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini karşı devrimcilere ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun. İnan, bunda hiç bir çekincem yok.

O sahneyi çok iyi somutladım.

Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı.

Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.

Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına.

Yok, tıraş falan da olmayacağım.

Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım.

Sonra demli güzel bir çay içeceğim.

Ha, bak, Rodrigo’nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak bunu çok isterim. Sanırım, asılacak bir insanın son isteklerini geri çevirmezler. Bunları isteyeceğim.

Bir de avukatlarımın asılma sırasında orada bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Bunu kesin isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Orada bulunmaları gerek. Olaya tanıklık etmeleri için bu kaçınılmaz bir şey. Bu işler olup biterken, bizim ölümümüze tanıklar gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız gürültüye gelmemeli. İpe nasıl gittiğimizi gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst, güvenilir görgü tanıkları bulunmalı orada.

Bir devrimcinin ölümü bile, gündelik olağan eyleminden, olağan mücadelesinden soyutlanamaz.

Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.

Ve dönüp orada beni asan heriflere, asılmamı seyreden heriflere, diyeceğim ki:

“Burada ölen yalnızca bedenimdir; ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öl-düremeyeceksiniz. Düşüncem yaşayacak,” diyeceğim.

Sonra avukatlarıma döneceğim.

“Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,” diyeceğim. “Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi.”

Ve şunu da söyleyeceğim:

“Herhangi bir trafik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu bizim ölümümüz. Hele böyle olursa.”

Bak sana bir şey söyleyeyim, şimdi şurada gördüğün şu arkadaşların hiç birisinde, inan ki, benim sana anlattığım düşüncelerden farklı bir düşünce yoktur. Biliyorum, hepsi de benim gibi gidecekler ölüme. Bunu çok iyi biliyorum. İşte en iyi örnek, Yusuf. Vurulup da kendine ilk geldiği anda söylediklerini bilirsin:

“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi. Biz, Amerikan emperyalizmine karşı dövüştük. Yaşasın bağımsızlık savaşı. Yaptıklarımdan da çok memnunum.”

Böyle demişti Yusuf.

Bu böyle olmalıdır.

Ve soracaklar bana. O zaman vasiyetim şu olacak:

“Cesedim yakılsın,” diyeceğim.

Cesedim yakılsın, küllerim de belirsiz bir yere savrulsun.

Böylece hem benim isteğimin dışında imam, mezar, dua gibi şeyler olmayacak, hem de asıl, düşüncenin önemli olduğunu kanıtlamış olacağım. Aslolan düşüncedir, önemli olan düşüncedir. Bağımsızlık mücadelesi nasıl olsa sürecek. Bitmeyecek.

Ölüm karşısında bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Marksist-Leninist oluşun. Kazancakis’in o romanını bilirsin: “Günaha Son Çağrı”. O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancakis. Mücadeleyi bırakmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun. Devrim, öyle bir sarıyor ki insanı, seni bir yerde insanlıktan çıkarıp, insanüstü bir yaratık durumuna getiriyor. Bu da var.

***

Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de idam edilecek belki. Hepsi de idamla yargılanıyor, biliyorsun. Bu koğuştakilerin yaş ortalaması 21 falan. Gencecik çocuklar. Görüyorsun şarkı söylüyorlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış adam güçlüdür, korkmaz.

Bir araştırsan, şaşarsın: Hepsi de okudukları okulların en başarılı öğrencileridir. Sınıflarının ya birincisi, ya ikincisidirler. Bak şu şimdi önümüzden geçen Semih var ya (Semih Orcan), fakülteyi onunculukla falan kazanmış. Bu arkadaşların çoğu lisede iftihara falan geçmiş. Rastlantı değil bu. Hani bu işe girişmeseler, bu düzene karşı çıkma-salardı, inan ki bu düzenin en sivri noktalarına hızla tırmanıp yükseliverirdi hepsi de… öylesine pırıl pırıl zekâları var.

Ama bak şarkılar söyleyerek idama karşı savunma hazırlıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmaların bir kısmını; ipin ucundayken bile kimse kendini savunmuyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor.

Devrimci tavrı budur.

Sanki savunma değil de, Türkiye’nin sorunlarını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, sorunlara gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm yolları getirmek.

On dokuz yaşında insanlar var aralarında.

***

Öyle sanıyorum ki, ölüm karşısında duyulan duygular, bütün devrimcilerde vardır.

***

Ama bak mahpushane kötü. Bir devrimciye en çok koyan, eylemin dışında kalmaktır. Korkunç bir şey bu.

***

Mahpushaneler, hele hücreler bambaşka bir dünya. Sonra ayrıca uzun uzun anlatırım bu konuyu.

***

Pusudayken müthiş bir rahatlık var. Kesin bu böyle.

Ama ölüme karşı da buruk bir hüzün var.

***

İşkence mi? İşkence apayrı bir alem. İrfan’ı dinlemelisin bu konuda.

***

Sinan’ın ölümünde, burada, arka hücrelerdeydim. Ne gazete, ne radyo, hiç bir şey vermiyorlardı. Sinan’ın ölümünü ancak 15-20 gün sonra öğrenebildim. Mücadeledeyken, kavganın içindeyken, savaşırken, arkadaşının vuruluşu, ölüşü çok koymuyor insana; ama eylemin dışındayken, devrimci bir arkadaşın ölümü çok korkunç oluyor.

Sinan’ın ölümünü duyunca içim kinle doldu, kapkara kinle doldum. Demir parmaklıklara sarıldım. Parmaklıkları yarıp fırlamak isteği vardı içimde, önlenemez bir istek. Ama ağlamıyor insan. Hiç ağlamadım ben Sinan’ın ölümüne. Ağlayamıyorsun.

***

İki erkek kardeşim var. Küçüğüm sempatizan. Büyüğümün bu işlerle uzaktan yakından hiç bir ilişkisi yok. Ama babam iyidir bak. Çok iyi bir insandır. O gazetelerde çıkan demecinin çoğu yeri yalandı. Çok iyi dostuz onunla. Üzülüyor tabii. Ama biliyor musun, onları pek düşünmüyorum. Marksist-Leninist görüş böyle yapıyor kişiyi, öylesi duygulara pek yer kalmıyor insanda.

(Erdal Öz- Deniz Gezmiş Anlatıyor, Cem Yayınları, 1976)

3 Yorumlar

  1. Yazık değil mi o üç gence o üç genç darağacının orada olmamalıydı çünkü onlar doğruyu savundular ama helal olsun o üç gence çünkü korkusuzla başları dik gidiler idama idam kararrını veren veya verenler nasıl insazsızca dağrınmışlar ya orada idam kararı akrama veya ailesinden olmasdı…
    DENİZ GEÇMİŞİN mektubunu ailesine ulaştırmadılar
    bununlada yeninmeyip
    DENİZ GEZMİŞ,YUSUF ASLAN,HÜSEYİN İNAN IN VASİYETİNİ DE YERİNE GETİRMEMİŞLER BU KADAR İNSAFSIZCA NASIL OLUYORLAR ANLAYAMIYORUM

  2. hepsi bu ülke için öldüler.daha güzelini verebilmek için halka.kendilerini bir kenara bırakıp onlardan sonra gelebilecek nesillere güzel şeyler vaadedebilme umuduyla..ne inanç. onlarla aynı dönemi yaşıyanlar oportonıst yılgın liberal birer demokratlar.onlar yaşasalardı marjinalleşirlermiydi ?? Bu bilinmez ölümleri,onları ölümsüz kıldı.o kadar cok ısımsız kahraman varki saysam bitmez.hangi ülkede ölürse ölsün,hangi ideolojiye bağlı olursa olsun,devrımcılık bır butundur türk-kürt solu dıye bısey sözkonusu olmamalı tarihteki yerini almalı
    tşk..

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz