“Çoktandır ne yaptığımı bilmiyorum” Kafa ve Şişe – Sait Faik Abasıyanık

sait_faikBütün gün, ne ettiğimi bilmeden dolaştım. Çoktandır ne yaptığımı bilmiyorum. Ancak böyle dolaşırsam bir şeyler görebiliyorum. Yoksa gözümü dört açsam nafile! Böylece hiç kimseyi, hiçbir eşyayı, hiçbir olayı dört başı mamur gördüğümü ve duyduğumu iddia edemem. Daha çok işin hiç lüzumsuzunu, teferruatını kılı kılına görüyorum, duyuyorum da esaslı kısmını kaçırıveriyorum. Beni bir şahitliğe çağırsalar hapı yuttuğumun resmidir. Sokakta bir adamın bıçak çektiğini göz önüne getirin. Ben bıçağı görmem de, bıçağı çekenin kaşlarına takılırım. Bıçağı yiyenin fışkıran kanını, yüzündeki acıyı görmem de, münasebetli münasebetsiz bir şey görürüm.
Yargıç bana sorsa: “Bıçağı çeken bu muydu?” dese önce adamın kaşlarına bakarım. Kaşlarını herhangi bir tesadüfle uçlarından almışsa, “Hayır, bu değildi” demezsem yalan söylemiş olurum. Yahut da yargıçtan müsaade ister, kaşının kenarları alınıp alınmadığını araştırırım. Böyle olmasına böyleyim. Şahitlikte pek zararlı bir adam olurdum ama, şu hikâyecilik işinde zararı bana dokunuyor.

Dün akşam bir kavgaya şahit oldum. Onu anlatmak istiyorum. Dört delikanlı idi. Onlar içmek için, ben yemek yemek için girdiğimiz aşçı dükkânı aynı zamanda meyhaneydi de. Günlerden bayağı bir gün olduğu için ancak sekiz on masa dolu idi. Bir yirmi kadarı boştu.
Vitrinli frijiderin, yahut frijiderli vitrinin önünde direğin kenarındaki iki kişilik masaya oturmuştum. Yalnızdım. Yalnızdım ama muhayyel bir arkadaşım vardı karşımda. Bu muhayyel arkadaşı pek severim. Öyle ki bazan konuşurken dudaklarına dalar, öpüveresim gelir. Ellerini severim, gözünün rengini severim. İçime ondan durmadan yağmur gibi bir şeyler yağar. Hiçbir sözü gücüme gitmez. Hiç büyük laf etmez. Fazla konuşmaz, tükürmez, kaşınmaz, ideal arkadaştır. Kadın mıdır, erkek midir, zengin midir, fakir midir, okumuş yazmış mıdır, cahil midir, ihtiyar mıdır? Nasıl karar verirsem öyledir. Bazan boyasız, süssüz bir okumuş kızdır. Pırıl pırıl konuşur. Bazan güzel bir erkek çocuktur. Yaşı on altı on yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara kömür gibi gözleri vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş geçirmiştir. Doğramacılık, makinistlik, duvar afişçiliği yapmıştır. Fıstık satmıştır. Kavun karpuz satmıştır. Köşe başlarında kestane kebap etmiştir. Bulduğu zaman akşamları içmiştir. Hikâye hikâye üstüne anlatır. Kahramanlık hikâyeleri vardır. Karı koca hikâyeleri vardır. Dövüş, muharebe hikâyeleri vardır. Hangisi ile beraberdim, geçmiş gün unuttum. İşte bu muhayyel arkadaşla oturmuş anlatıyorduk. Ne diyorduk, neden söz açmıştık bilmem. Birdenbire benim kulağım hizasından bir bira şişesi uçtu. Frijider vitrininin kalın camında tuz buz oldu.
— Ulan pezevenk, diyordu, ne gözümün içine içine bakıyorsun. Baktım benim demin karşıma aldığım kömür gözlü arkadaşımdı.
— Dur yahu, dur bakalım, dedim. Bakmak günah mı yavrum?
— Bakmaktan bakmaya fark var, amca.
— Sen üzülme be delikanlı, bırak ihtiyar adamı. Belki birine benzetmiştir seni. Dönüp adama baktım: Hayret!
O da benim bir yarım saat evvel konuştuğum Tatar yüzlü, sert beyaz sakallı, küçücük gözlü, kaşsız, kir-piksiz ihtiyardı. Ses çıkarmıyor, gülüyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Bir utanma hissi ellerinde tiril tiril titriyordu.
— Yok vallahi yok. Yanlış yanlış… Evlat! Arkadaş! Güzel! derken… Birdenbire kızıverdi.
— Ne var ulan, dedi. Baktıksa ne olmuş! O kadar işkilli isen meyhanede ne işin var. Göze yasak yok, güzele bakmak sevap!
Dedi, güldü.
— Sen gel benim yanıma, dedim.
Kendi yerime oturttum. Ben de karşısına geçtim. Gittim çocuğu yatıştırdım. İhtiyara rakı ısmarladım.
— Olmaz, sen de içeceksin, diye tutturdu. Yatışan delikanlılara bir şişe rakı göndermek istedi.
— Bırak, başka akşam görürsen gönderirsin. Varma üzerlerine. Delikanlı bunlar, ellerinden bir kaza çıkar.
— Ne oldu sanki baktımsa, dedi, ben sabahtan beri mahalle mahalle “bileyici” diye haykırıp duruyorum. Bıçaktan mı korkarım. Elime her gün seksen türlüsü geçiyor. Korkmam vallahi! Güzel yüzü vardı. Baktım.
— Olmaz ama, bileyici baba, dedim. Bak kabahat seninmiş. Beni dikkatli dikkatli bir süzdü.
— Sen ne iş yaparsın? dedi.
— İş yapmam. Kötü kötü baktı:
— Aylak mı gezersin? Maşallah! Üstün başın da temiz. Boş ver! Yalan söyleme. Söyle ne iş yaparsın?
— Bir iş yaparım ama iş yerine geçmez.
— Para getirir mi?
— Cıgara parası getirir…
— Babadan kalma mı var?
— Öyle bir şey; uzatma canım. Neye soruyorsun bu kadar ne iş yaptığımı?
— Okumuş yazmışa benzersin de…
— Ne olacak okumuş yazmışa benzersem?…
— Okumuş yazmış adam öğüt vermez de, dedi.
— Ya ne yapar? dedim.
— Adamı anlar, dedi, ne yapacak.
Garsonu çağırdı. Gençlere bir şişe bira gönderdi.
— Söyle onlara: Bileyici babadan de.
Garson götürmek istemeyince sululaştı. Çaresiz kalan Barba Mihal şişeyi götürdü. Öteki masadaki saçı başı birbirine karışmış yakışıklı çocuk kalktı. Elinde garsonun götürdüğü şarap şişesi bizim masaya doğru yürüdü. Önüne dikildim. Güldü.
— Yok, bırak, bir şey yapmayacağım, vallahi şerefine içeceğim. Diyerek beni eliyle sıyırır gibi bir itti.
Hiçbir ses duymadım. Ne kafaya indirilen tok bir ses, ne de kafaya lakır lakır boşaltılan şarabın sesini. Arkama dönüp bakıncaya kadar olan olmuştu. Delikanlının şişeyi bileyici babanın başından aşağı geçirdiğini sandım. Şaraplar bileyici babanın kırçıl saçlarından akıyordu.
Bileyici baba ellerini kafasına kapamıştı. Garson polis diye dışarıya doğru koşarken ellerini kafasından çekti.
Birdenbire yüzü gözü kıpkırmızı kesildi. Masaya baktım. Şarap şişesi yan düşmüş yere akıyordu. Gene bileyici babaya baktım. Bu sefer iyice gördüm. Gözlerinin içine kadar kan dolmuştu.

Kafa ve Şişe
Sait Faik Abasıyanık
Varlık, (395), 1 Haziran 1953

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz