CEMİL MERİÇ: “BU CESETLERİN GÖĞSÜNDE BİR KALP ÇARPMIYOR…”

İnsan İltifata Susuzdur

Kırkambar, bataklığa fırlatılan bir kaya parçası. Kurbağaların bile barınmadığı bu ölü sulardan en küçük bir ses çıkmadı. Subaşı, Küçük Dergi’de, eski günahlarımı sergilemeğe kalkmış. Meşinden söz ederken Yahudi inançlarım ön plana almışız, esasen “Tanrı yıldızlarla oynayan bir çocuk” da küfürmüş, hele Nazım’ı yüceltmeğe kalkışımız apaçık bir ihanet. Bu nazikâne hicviyeyi hayretle okudum. Yazarın, binbeşyüz küsur sayfa tutan yazılarımda bulduğu sapık fikirler aşağı yukarı bundan ibaret. Kırkambar’ı, Özdenören de okumuş. Kitap, genç üstadı bir hayli tedirgin etmiş. Affedilmez cinayetimiz, yirmibirinci yüzyılda roman ölecektir dememizmiş. Nerede demişiz, niçin demişiz, meçhul. Demişiz işte!

Muhsin Demirel’e şikayet etmiş beni. Kamçatka’daki sineklerin cinsel yaşamını bile merak eden Çetin Altan, yolladığım kitaba bakmamış bile. Bütün ahibba hamuş! Kabaklı tek satır yazmadı. Kaplan, düşüncelerini sergilemek için ebediyete göçmemi bekliyor. Yeni Sözcü Dergisi’nde Kırkambar, haftanın kitapları arasında beşinci sırayı almış. Ne diyelim? Allah razı olsun!
Bir zamanlar Türkiye’de bir edebiyat cumhuriyeti vardı. Medeniyet demek, mertebeler dizisi demek. İnsanlar birbirini severlerdi. Nazif için, Abdülhak Hamit, Türk şiirinin bir kelime ile soyumuzun yetiştirdiği en büyük insandı. 1927’lerde Nazifperestler de az değildi. Cenap’tan Tarık Mümtaz’a, Fazıl Ahmet’ten Ahmet Haşim’e kadar bir sürü yazar Batarya ile Ateş müellifine hayrandılar. Çünkü edebiyat diye bir değere inanıyorlardı. Üstat üstattı, çırak da çırak. Ne siyasî kanaatler ayırıyordu insanları, ne ahlakî zaaflar. Dinî inançlar konusunda da bu kadar inhisarcı, bu denli yobaz değildik. Evet, yazarın sorumluluğu diye bir mefhum yoktu, dün başka türlü konuşurdunuz, bugün başka türlü. Ama herkesi birleştiren sevgiler, değer hükümleri, her ayrılığı hoş gösterir, güzel yazılmış bir cümle bir çok kusurları bağışlatırdı.
Nesir öldü. Dille beraber edebiyat da boku yedi. Hepimiz birer ideolojiye kapılandık. Ne İskender kaldı, ne İskender’in generalleri. Haşim’in dediği gibi, kelimeler dünyası son serdarlarını çoktan kaybetti. Necip Fazıl, “sultanüs şuara”mız, Burhan Felek, “şeyhül muharririn”.
Yeni Devir gazetesinin bir lisede edebiyat dersleri okutan genç bir yazarı benimle konuşmağa geldi. Sözde kitaplarımı okumuş. Karşımda Abdülhamit devrinin bir polis memuru vardı sanki. Neden Sezai Karakoç’u övmüyor muşum? İran ihtilali hakkında neler düşünür müşüm? Ali Şeriati hakkındaki yazımda Sait Nursi’nin celadetinden söz etmişim de, fikirlerini anlatmamışım. Kitaplarımda hep batılı yazarlar sergileniyormuş, İslam’ın büyük mütefekkirlerine niçin yer vermiyor muşum?.. ,
Nurcular çok daha anlayışlı. Hepsi de büyük bir insana gönül vermiş. Ufukları dar, kafaları basık, ama büyük bir meziyetleri var: hayranlık. Putlarına saygısızlık etmediğiniz ölçüde sizi dinliyorlar. Mehmet Paksu, Nazif’den sonra tek nâsir sizsiniz, diyebiliyor. Şahiner, istemeye istemeye de olsa, karşıma oturup söylediklerimi Yeni Nesil okuyucularına aktarmak çabasında. İşte içinde yaşadığım iklim. Salâh Birsel bir daha görünmedi. Kemal Sülker için ilgilenilecek tek konu: Nazım. Bu cehalet dünyasında kiminle el ele vereceğiz? Hangi cehalet? Cehalet, asildir, cihanşümul olmak gibi bir imtiyazı da var. Bu cesetlerin göğsünde bir kalp çarpmıyor.
Yeni Devir’de yazmak haysiyet kinci. Amenna, fakat şu veya bu sebepten beni tanıyan, saygı gösteren ve ısrarla makale talebinde bulunan bir yazı işleri müdürü var. İnsan, iltifata susuzdur.

25 Ocak 1981

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz