Cemal Süreya’nın Onüç Günün Mektupları: “Bir mutluluk hastalığıdır şiir. Kırılan dalın türküsüdür”

“Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşçül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo’yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk.”
Onüç Günün Mektupları, şiirimizin büyük ustalarından Cemal Süreya’nın 1972 Temmuz’unda, Okmeydanı SSK Hastanesi’nde yatan eşi Zuhal Tekkanat’a yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor. Kitabın bu baskısında, önceki baskılarından farklı olarak, Cemal Süreya’nın yine Zuhal Tekkanat’a çeşitli dönemlerde yazdığı 24 mektup daha yer alıyor. Bütün bu mektuplar, gerçek ve düşlerin iç içe geçtiği bir aşka tanıklık ediyor.

“Aşk mektupları bir tür yazılı sevişmedir.”

“Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek.”

“Sana rastladığım gün susuzdum, yalnızdım. Bir çırpıda içtim gözlerini.”

“Sevmek ne uzun kelime!”

“Bir mutluluk hastalığıdır şiir. Kırılan dalın türküsüdür.”

“Sen birinci hamura basılmış dokuz punto beyaz karaktersin. Alınyazımsın, daha doğrusu alınyazımın tek okunaklı yerisin.”

“Ölüm bu, kimsenin bağışıklığı yok…”


*Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin… Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun?

*Duygulu bir adamım ben. Bir film görmüştüm eskilerde; bir Fransız filmi; adı: “Je suis un sentimental” O filmdeki adam gibi miyim nedir? Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür.

*Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olmaz. Sev beni.

*Yaşayacağız.

“Onüç Günün Mektupları” Dair – Erdal Öz

İnsan niye mektup yazar? Ya yüz yüze gelince anlatmak istediklerini açık açık söyleyemiyordur, ya da o ikinci kişi uzaktadır, onunla yüz yüze konuşma olanağı yoktur, oturur kâğıda döker anlatmak istediklerini.
Öyleyse, ikinci kişiye yazılan bir şeydir mektup. İki kişilik özel bir edimdir. Bu yüzden de gerek yazan, gerekse yazılan açısından çok çok kişiseldir.

İstediği kadar toplumcu özler taşısın, mektup bireyseldir. Bireyseldir ve temelde bir gizliliği vardır. Yazan, ister ki, yazdıklarını yalnızca ona yazdığı kişi okusun. Ama bunun hiçbir güvencesi yoktur. Mektubu alan, aldığı mektubu belki de birilerine göstererek, okutarak onunla övünecek ya da yerinecek, ama mektubun acı ya da tatlı tadını birileriyle bölüşmek isteyecektir. Oysa mektubu yazanın, yazdıklarını, yazdığı kişiden başka hiç kimsenin okumayacağı konusunda taşıdığı duygu, belki de mektup yazma özgürlüğünün en itici gücü, en belirgin özelliğidir. Mektup, yazılan kişiden başka okuyucusu olmadığı duygusuyla yazıldığı sürece en güzel yazılır sanıyorum.
Ünlü olmuş kişiler, yazdıkları mektupların, günün birinde toplum önüne çıkabileceğini elbette bilirler, bunu bilerek yazarlar; bu yüzden de yazarken dikkatlidirler, açık vermemeye çalışırlar.
Gerçi her güzel mektupta, yazan açısından, aslında bir kendini savunma, kendini kanıtlama çabası vardır. Ünlüler, bunu çok başka boyutlarda, kendilerini çok daha akıllı, çok daha sevimli göstermeye çalışarak çözerler. Bunu da büyük bir ustalıkla becerirler. Çok da güzeldir yazdıkları. Kafka’nın Milena’ya, Felice’ye yazdığı o tadına doyulmaz mektuplara kim karşı çıkabilir?
Ama bence güzel olan, onların böylesi duygulara kapılmadan, ünlerinin daha yaygınlaşmadığı genç dönemlerinde özgürce yazdıklarıdır. Tıpkı Van Gogh’un daha Van Gogh olmadan önce kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar gibi. Sonsuz bir yazma, anlatma, konuşma, açılma, açıklama, suçlama ve savunma özgürlüğü vardır o genç mektuplarda. Bu tür mektuplar, kendini anlatma biçimleri içinde en soylu olanıdır bence.
İlkgençlik yıllarımda ne çok mektup yazardım. fiimdi, her aldığım mektup, ona yanıt verme sıkıntısını da birlikte getiriyor.
Düşünüyorum da, en çok mektubu, iki yıl arayla, ilk sevdalandığım iki güzel kıza yazmışım.Yıllar sonra da cezaevinden karıma yazdığım aralıksız mektuplar geliyor aklıma. Bu iki dönemin mektupları arasında çok büyük farklar var.
İlk mektuplar, duygu ve düşünce patlamalarının kâğıda özgürce dökülüşüyle oluşuyordu. Hiçbir önyargı, hiçbir önsansür olmadan, birilerinin eline geçeceği düşüncesinden uzak, pervasızca yazılmış çok genç mektuplardı. Tanrı bilir, yazdığım mektupların sağına soluna çiçek resimleri de çizmişimdir.
Ama 12 Mart döneminde askeri cezaevinden karıma yazdığım mektuplar, zaten özgürlüklerimin kısıtlandığı bir ortamda yazıldığı, üstelik hele ancak görevlilerce okunup sakıncasız bulunursa postaya verileceği için büyük bir dikkatle yazılmış, pek çok şeyin satır aralarına sıkıştırıldığı, belki de daha ustaca yazılmış, ama kesinlikle gerçek duygularımın, düşüncelerimin, korkularımın, öfkelerimin alabildiğine kâğıda dökülemediği mektuplardı. Sakıncasız mektuplardı. ‘Görülmüştür’ damgası yemiş mektuplardı. Pulsuz mektuplardı.
Bir de Ardahan’da yedeksubaylık yaparken okumak zorunda bırakıldığım asker mektupları vardı. Hepsi de belli kalıplarla başlar, belli kalıplarla biterdi. Bütün tanıdıkların bir bir adları sayılarak, uzun uzun “selâm ederim” sözcükleri yinelenerek doldurulmuş mektuplardı. Çizgili dosya kâğıtlarına iğri büğrü harflerle yazılmış ya da bir başkasına yazdırılmış birörnek mektuplardı. Yürek resimleriyle, çiçek resimleriyle süslenmiş mektuplardı. Sık sık da, yazan, mektubun ortasına, renkli bir kalemle elinin suretini çizerdi. Genellikle de zarfın içine bir tane ‘asker’ sigarası konulurdu. Asker mektuplarını da cezaevinden yazılmış mektuplardan ayrı düşünmemek gerek. Çünkü onlar da pulsuz mektuplardır.
Pul, bir bakıma, mektubun özgürlük belirtisidir.

Kitabın Künyesi
Onüç Günün Mektupları – Bütün Yapıtları
Yazar: Cemal Süreya

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz