CAHİT SITKI, “OTUZ BEŞ YAŞ ÖMRÜN YARISI EDER” DERDİ – CAHİT IRGAT

    Sabahçı kahveleri, sabahçı pastaneleri Beyoğlu’nun. Nisuaz, Petrograd, Moskova pastaneleri. Son tramvaylar sızlanarak gelir geçer. İlk tramvaylar gelir geçer. Pastanelerin Rus kadın garsonları nöbet değiştirir sadece. Bir de kasadaki madam.

    Alkazar, Şık, Yıldız sinemalarında otuz iki kısımlık tekmili birden macera filmleri oynardı o zaman. Şimdiki gibi Bond’lar değil. Sucukçular, köfteciler, amele börekçileri gene böyle gırlaydı Beyoğlu’nda. Yol tamirleri, tel tamirleri, kazılar gece yarılarından sonra yapılırdı gene. Muhabbet tellalları, çöpçatanlar, sokaklarda uyuyan çocuklar, çöp tenekeleri, aynı pislik, kokular, bugün gibi.

    Moskova’ya da giderdik, Petrograd’a da. Ama daha çok Nisuaz’dı asıl yerimiz. Şimdi bir banka olan yer.1

    Masalarda müşteri bekleyen efendi orospular, ressamlar, şairler, odaları sıcak olmadığı için bu kahvede çalışan bekârlar, aynı evin insanları gibi birbirlerini tanırlardı. Geceleyin orospular işlerin kesatlığından dert yanarken bir öbürü umudunu Allaha bağlamıştır. İyi tanıdıkları fakir şairlerle, ressamlarla, aktörlerle kardeş kardeş geçinirler. Bir şair kırk sekiz saattir ağzına bir şey koymadığından dert yanar, bir orospu ona borç verir, çay ve pasta ısmarlar. Ve patrondan bir plak çalmasını ister. Bu sırada üstü başı düzgün bir sarhoş yalpalayarak orospulara yaklaşır, yanlarına izinsiz ve teklifsizce çöker:

    – Bu gece efkârlıyım, fazla kaçırmışım. Hanginiz gelirsiniz? diye sorar. Bir seçme yapmamıştır. O hepsine razıdır. Hepsi de ona. Geçim dünyası.
    Ötede üstü başı dökülen biri:
    – Açım! diye sızlanır. Eski bir derttir bu da. Açlık kapıları çalmıştır. Bugün gibi.
    Gezginci bir piyango bayisi masa masa dolaşır:
    – Çekiliyor! Yarından sonra çekiliyor! Alan kazanıyor!
    Ve bir orospu bir bilet alır, bütün umudu yarından sonraya kalır. Sarhoş bu bilete ortak olur. Yarı para verilir, biletin arkası imzalanır. Sonra dertlenir:
    – Bütün şehir şahittir o kadını sevdiğime! Yıkıldım artık, yıkıldım! Yedi bitirdi beni!
    – Taktırdı mı? diye sorar kadının biri.
    – Taktırdı! Ne yazık ki taktırdı!
    Orospulardan biri iş bulmaktan umudu keser:
    – Çocuk bekler! diye kalkar yerinden.
    – Uyumuştur, bekler mi bu saate?
    – Bekler, bekler yavrucak. Derslerine çalışmıştır, pencerede yolumu bekler. Adam olursa ne âlâ.
    O da umudunu çocuğuna bağlamıştır. Kalan meslektaşına iyi işler dileğiyle evinin yolunu tutar.
    Asım Bezirci bir yazısında bizlerden ve bizlerden öncekilerden bahsederken şöyle der: “Sembolistlerin yanı sıra parnasyenleri de tanıyan Yahya Kemal de –bir başka açıdan– öz şiire yönelir 1930-1940 arasında. Bu eğilim Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi şairlerle sürdürülür. Bu şairlerin düşsel ve bireysel yanları ağır basar.

    “Serbesçiler: Çoğu gerçekçi ve toplumcu olan bu şairler heceye ve aruza karşı özgür koşuğu (serbest nazım) tutarlar. Başta Nâzım olmak üzere, Nail V [Çakırhan], Ercüment Behzat [Lav], İlhami Bekir [Tez], Hasan İ[zzettin]. Dinamo, Asaf Halet Çelebi özgür koşuğa dayanan yeni, yıkıcı şiirler yayımlarlar, alışılmış şiirin –öz ve biçimce– bazı kalıplarını kırarlar. Onların ardından Cahit Saffet Irgat, A. Kadir, Suat Taşer, Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk Toprak aynı yolda yürürler…”

    İşte bu özcülerin ve serbestçilerin birçoğu gece veya gündüz Nisuaz’a uğramadan edemezlerdi. Serbestçiler ağır basıyordu. Çoğunluk onlardaydı. Serbestçilerin asıl kızdıkları hececilerdi. Değersizliklerini durmadan çarpıyorlardı suratlarına. Nitekim haklı çıktılar sonunda. Hececilerden bugün ortalıkta kimse kalmadığına göre. O gün de yoktular ki bugün olsunlar. Serbestçiler özcülerle dosttular. Bu dostluk, sevgi ve anlayış bugün de sürer gider. Birbirimizi hiç görmesek de.

    Suphi Taşhan, Mehmet Kemal, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Arif Dino, Abidin Dino, Celâl Sılay, Celâlettin Ezine, Suavi Koçer, Ahmet Muhip ve başkaları ve sen baş gediklileriydik Nisuaz’ın. Ne Nisuvaz var şimdi, ne eski dostlar. Hasta toplumda darmadağınığız.

    “Otuz beş yaş, ömrün yarısı eder” dedin. Etmedi, sen tok, mutlu bir toplumda yaşayan için düşünmüştün bunu. İki yıl çok çektikten sonra hasta yatağında, 1956’da Viyana’da öldün. Ankara’ya getirildin, gömüldün. Sait’ten iki yıl beri yanda. Oysa Sait umudu kesmişti 1954 başlarında senden.

    Seninle hiç kavgalaşamadık. Nektar Birahanesi’nde buluşurduk çoğu akşamlar günümüz şairleriyle, sanatçılarıyla, dostlarıyla. Bir akşam seni vaktinden önce “olmuş” bulmuştuk. Rıfat Ilgaz’lı, Sait Faik’li bir masaydı oturduğumuz. Kadınlı erkekli toplumcu bir gruptuk. Sait’le ben ağız dalaşması yapmıştık. O basmıştı küfürü bana en sunturlusundan, bir de şişe kaldırmıştı, sonra çıkıp gitmişti. Sen ağlamıştın ardından, “Sanatçı dostlar kavgalaşır mı?” diye. Tutturmuştun, “Bir votka,” diye, ben sana suyu votka diye yutturmuştum. Bekâr Sokağı’nda oturuyordun o sıra.2 Soruyordu dostlar birbirine: “Cahit nasıl gidecek?” “Ben götürürüm,” demiştim. Bekâr Sokağı’ndaki pansiyonuna girmek istemiyordun o gece, diretiyordun. Haklıydın. Yalnızlıklar bekliyordu, umutsuzluklar bekliyordu seni odanda. İlle benim de kalmamı istiyordun, ille içki istiyordun. İlle bir şeye dayanmak, bir şeye tutunmak istiyordun, bir şeyle avunmak istiyordun.

    Bu akşam ilk olarak ağladım
    Bekâr odamın penceresinde.
    Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
    Ne geçti elime bu hayatın
    Meyhanesinde, kerhanesinde?
    Yatağım her gece böyle soğuk.
    Saadet bu ömrün neresinde?3

    Bekâr Sokak’ta,4 o pansiyon odasında yazmıştın bu “Garip Kişi”yi.
    İnsan sevgisiyle yan yanaydın. Kavgalara, dargınlıklara karşıydın. Oysa hasta toplumda dövüş gerekiyordu sanatçı için. Mutlu günler için. Bir çeşit kaçış, içine kapanıştı seninki. Sen “barış” istiyordun, ama hep bireyci yönünden. Her şey kendiliğinden olsun istiyordun. Baudelaire’ler, Rimbaud’lar, Malarmé’ler kavramıştı seni. Bir de özel dostluklarla kurduğun şiir akımlarını tutuyordun. Ama inkâr götürmez, Nâzım Hikmet’e de hayrandın. Senin için şiirdi en önemli olan. Sanatçının kavgası değildi.

    Ahmet Muhip’i gördükçe Ankara’da birkaç yılda bir, senden söz ederiz bir bulvar boyu. O hâlâ dalgınlıklar içindedir. Şahap Sıtkı [İlter] öyle. Fethi Giray öyle. Herkes bir hayhuy içinde yuvarlanıyor siz gideli. Kimi, şiiri çoktan bıraktı veya şiir onları. Dağıldık, bölündük, ayrıldık siz gideli. Kimimiz öldü, kimimiz zengin oldu, kimimiz Avrupa’da, kimimiz ekmek yolunda.
    Buna bir kerecik gücenir gibi olmuştun belki. Senin şiirini cevaplandırdığım için, “Değil kardeşim değil,” diyordun sen, “Gök mavi değil, dal yeşil değil,” diyordun.

    İnan kardeşim inan
    Gök mavidir, dal yeşil
    [Omuzun omuzumda]
    [Nefesin nefesimde]
    Gökyüzünü yıldız yıldız
    Dilim dilim bölüşürüz yeryüzünü,
    Payına düşen dertler
    Payıma düşer
    Sen benim günümdesin
    Ben senin gecende,
    Bir ucu sende denizin
    Bir ucu bende
    İnan kardeşim inan
    Aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler5

    diyordum ben. Ama sonra gene, hep “adaş” olarak kalmıştık. En dar, en zor günlerde de.
    Paris’ten dönüşümün on altıncı sabahı götürülmüştüm. Oysa Rüzgârlarım Konuşuyor çıkalı yıllar olmuştu. Basın kanununa göre yargılanamazdım. Çünkü basın kanunu, basılışından altı ay sonra bir kitap için koğuşturma açtır[a]maz. Bu süre aşılmıştı, çok aşılmıştı. Ama benim cezalandırılmam lüzumluydu, şarttı. Ankara’ya götürüldüm, mahkeme edildim. Hüküm giydim, sonra afta kurtuldum.

    Bu sıra sen Ankara’daydın. Yenişehir’de bahçeli Buket Gazinosu’nda kitaplarını gazetelerini toplayıp eve gitmek için hazırlanıyordun. Arkan dönüktü, görmüyordun beni. Usulca sokuldum, gözlerini kapadım. Firüzan Tökin’leydik:
    – Bil bakalım kim? dedi Firüzan.
    Sen gözlerinin üstündeki ellerimi yokladın, isimler saydın, bilemedin. Sonra bir sevindin, bir sevindin beni karşında görünce. Sarıldık, öpüştük, ama çok dertleşemedik o gece.
    – Otur otur, çok kalamayacağım seninle, ben evlendim, memuriyete de girdim. Ama sen İstanbul’dan geldin, mazeret var, karımdan izin çıktı demektir. Söyle söyle, rakı mı? Hayrola, ne işin var Ankara’da?

    Yazmıyordu o devirde gazeteler, kitabım toplatılmıştı, duruşmam gizli yapılıyordu. Anlattım, çok üzüldüm, ama çok kalamadın benimle. Sahiden evine erken gitmek istiyordun belki, belki de peşimdeki adamlardan çekiniyordun. Ne desen, ne düşünsen, ikisinde de haklıydın.
    Seni son görüşüm böyle olmuştu.

    01.08.1968
    Cahit Irgat
    Çok Yaşasın Ölüler

    1 Nisuaz’ın yerinde bugün –yeni yapılan Demirören İstiklal’in karşısında– Garanti Bankası yer alıyor.
    2 1980 öncesi –Bekâr Sokağı’nın girişinde– Cumhuriyet Kitap Kulübü’nün Beyoğlu Belediyesi’yle birlikte düzenlediği bir “Kitap Şenliği” vardı. İmza günlerinden birinde Mehmed Kemal’e masada otururken, bana Cahit Sıtkı’nın oturduğu evi göstermişti. İşaret ettiği ev, Bekâr Sokağı’na İstiklal Caddesi’nden girerken soldan ikinci yapının ikinci katıydı. Bu bina, Beymen’in tam arkası oluyor. Mehmed Kemal, “madem söz evden” açıldı dercesine, sözü Cahit Irgat’ın oturduğu ve oğlu Mehmet Irgat’ın da doğduğu evi de göstermişti. Söz konusu ev bugün, Büyükparmakkapı Sokağı’nda, Pandora Kitabevi’nin karşısındaki yapının iki veya üçüncü katıydı. Bu yapının alt katında bugün, Pandora Kitabevi’nin yabancı yayınlar bölümü yer alıyor.
    3 C.S. Tarancı, “Garip Kişi”, Otuz Beş Yaş, s. 138.
    4 Bekâr Sokak, İstiklal Cad.’nden Tarlabaşı yönüne inen bir sokaktır.
    5 Cahit Irgat’ın “Dost” adlı bu şiirinin [köşeli parantez içinde verilen] 3. ve 4. dizeleri tefrikada yer almıyor (Irgatın Türküsü, s. 26).

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz