2006 yılıydı. Cahillikle mücadele kampanyası günden güne artan bir biçimde devam ediyordu. Devlet askerî veya sivil, örtülü veya açık tüm bütçesini cahillikle mücadeleye ayırmıştı. Polisler cop yerine dev kalemler takmıştı bellerine ve toplum düzenini bozanların’ kafasına bu kalemlerle vuruyorlardı. Asker süngüsü iri kalemleri yontmak için kullanılıyordu. Para ve kırbaç cezaları, hapis, idam kaldırılmıştı. Şoförün biri kırmızı ışıkta geçecek olsa, trafik polisi karakolundaki ilk masaya oturtup beşyüz defa “Artık kırmızı ışıkta geçmeyeceğim” cümlesini yazdırıyorlardı. Bir çocuk ezecek olsa, on bin defa “Artık çocuk ezmeyeceğim” cümlesini yazmak zorundaydı. Kasap dükkânlarına, fırınlara, bakkallara kocaman kocaman levhalar asılmıştı: “Okur yazar olmayana mal satılmaz.” Fotoğrafçılar okur yazar olmayanların resimlerini çekmiyor, nüfus idaresi okur yazar olmayanlara nüfus örneği vermiyordu.
(Oysa okur yazar olmamakla mücadele sınıflarına kayıt yaptırmak için dört vesikalık fotoğraf ve iki nüfus örneği isteniyordu.) İnsanlar otobüs ve taksi kuyruklarında “Okur yazar olmayanları okutma merkezi” tarafından yayımlanan irili ufaklı ucuz kitaplar okuyordu. Berberlerde, lostra salonlarında, doktorların bekleme odalarında çokça vardı bu kitaplardan, devlet memurları büyük bir rağbet ve gönül rızasıyla maaşlarının bir günlük ücreti yerine bir aylıklarını cahillikle mücadele kutsal kampanyasına bağışlıyorlar ve sonunda açlıktan, çoluk çocuklarıyla birlikte Hakk’ın rahmetine kavuşuyorlardı. Devlet de şükran borcu olarak onlar için resmî anma toplantıları düzenliyordu.
Serbest meslek sahipleri varlarını yoklarını paraya çevirip, yedinci yedi yıllık kalkınma plânı uyarınca cahillikle mücadele kampanyası için açılan “M-7-7” numaralı hesaba yatırıyorlardı. Onlar da teker teker Tanrı’nın rahmetine kavuşuyor ve buna karşın cenazelerinin ardından yetmiş araba birden hareket ediyor; ödül olarak aldıkları yediyüz batman altın ile yedi ton gümüşten görkemli bir mezar yapılıyordu onlara. Bu fedakârlık anıtı sonraki nesillerin ziyaretgahı olacaktı.
Cahillikle mücadele derneğine slogan olması için bir şiir yarışması düzenlenmiş ve i Boş tut yemekten mideni / Gör onda marifet nurunu” dizeleriyle başlayan şiir yarışmayı kazanmıştı.
Bunun üzerine tüm antetli kağıtlarda ve ders kitaplarında bu şiir yer aldı; kapılara duvarlara yazıldı. Cahillikle mücadelenin ülke tarihinde baki kalması için ta başkentten bile seçilebilecek kadar büyük harflerle Demâvend dağının alnına kazındı bu şiir.
Bunca uğraşıdan sonra artık okuma yazma bilmeyen insanın kalmaması gerekirdi. Ama artan nüfus artışı yüzünden – ki bu da ülkenin günden güne kaydettiği ilerlemenin, yaşama standardının yükselmesinin, halk sağlığının iyileşmesinin, işsizliğin orta dan kalkmasının ve konut sorununun çözümlenmesinin bir sonucuydu – ülkede hâlâ okur yazar olmayan birkaç milyon kişi vardı. (Son sayıma göre ülkenin nüfusu yirmi küsur milyondu.)
Birleşmiş Milletler teşkilâtı cahillikle mücadeleyi ülkemize bıraktığından yetkililer geriye kalanları okur-yazar etmek için acele ediyorlardı. Sonra dünyadaki diğer ülkelere geçeceklerdi. Uzun uzun düşündükten sonra bir yol buldular. Cahillikle mücadele kampanyası için yardıma koşacaklara büyük ödüller koydular. Yetmiş otomobil, yediyüz batman altın bu ödüllerin yanında devede kulaktı.
Altı ay sonra bu bakir düşünce meyvesini verdi ve meslek okulundan mezun olan bir genç “cahillikle mücadele makinesi”ni icat etti. Bu makine, bir kişilik, birkaç kişilik ya da toplu öğretme makinesi şeklinde yapılıyordu. En küçük tipi, telefon kulübesi büyüklüğündeydi. Sistem hakkında bilgimiz yok (Genç mucit bunu gizli tutuyor ve makinenin patentini de almış) ama çalışma sistemi çok basitti. Okuma yazma bilmeyen kişiyi makineye sokuyorlar ve sistemi çalıştırıyorlardı. Bir dakika sonra okur-yazar hâline gelen kişiyi makineden çıkartıyorlardı. Aslında okuma yazma bilmeyeni okur-yazar hâline getirmek için bir ay, bir yıl yerine sadece bir dakika harcanıyor ve böylece zamandan olağanüstü tasarruf edilmiş oluyordu.
Uzmanlar prototip makineyi incelediler. Doğru çalıştığı onaylanıp genç mucit ödüllendirildikten sonra asıl büyük makine kurulup çalıştırıldı. Bu makinenin yanına bir kol monte edilmişti. Üstünde de numaralar görülüyordu. Buz dolabında nasıl “az soğuk, soğuk, çok soğuk” gibi dereceler varsa, bu makinede de numaralar ve dereceler vardı. Kol bir’e getirildiğinde kişi altı dakikada ilkokulu bitirmiş olarak dışarı çıkıyordu. Dokuzuncu derece, lisenin ilk dönemi, onikinci derece lise mezuniyet ve onaltıncı derece lisans içindi. Lisanstan yukarısı için adaya yoğun program uygulanması gerekiyordu. Yani adayı başka özel bir fırına sokuyorlar, yeniden iki ya da dört dakika hararet veriyorlardı. Birincisinde yüksek lisans, ikincisinde doktora yapmış olarak çıkıyordu dışarı.
Bu makine çalışmaya başlayınca genç mucit dünyaca meşhur oldu. Ödül, madalya, nişan ve resmî davet yağmuruna tutulmuştu. Tüm ülkeler genç mucide makine siparişi veriyordu. Makinenin yapılıp gönderilmesi için altı ay, bir sene beklenmesi gerekiyordu.
Japonya’dan, elektrik yerine transistor ve pil ile çalışacak bir makine siparişi verildi. Hemen hazırlanan bu makine az zamanda birçok okur-yazar çıkardı. Bunlar ‘Japon okur yazan” ya da “Transistorlu okur-yazar” olarak tanındılar.
Petrol şirketlerinden biri Asya ve Afrika çöllerinde petrol ile çalışacak bir makine siparişi verdi. (Çünkü oralarda elektrik yoktu. Olsa bile çok pahalıydı. Buna karşın istemediğin kadar ucuz petrol vardı.) Bu makine onaltıncı derecenin üstünde petrol mühendisi ve uzmanı çıkartıyordu. Ama birgün makineyi çalıştıran ustanın dalgın olduğu bir sırada fitil çok yükseldi ve duman verdi. Sonuçta bazıları is pis içinde kapkara çıktı makineden. Şirket onları mühendis ve uzman kadrolarına almadı ve sıradan işçi gibi çalışmaya zorladı.
Bu sırada ana makine iyi çalışıyordu. Kıyı bucak her bir yandan öbek öbek okuma yazma bilmeyen insanlar toplanıp damperli kamyonlarla getiriliyor ve makinenin deposuna boşaltılıyordu. Makinenin öbür ucundan eli yüzü düzgün, tertemiz, (el değmeden) paketlenmiş okur yazarlar çıkıyordu. Neredeyse cahillikle mücadele kampanyası sona erecekti ki elektrik sorumlusunun dikkatsizliği yüzünden iki tatsız olay yaşandı.
Birincisinde, fazla mesai, uykusuzluk ve aşırı yorgunluk yü-zünden elektrik sorumlusu uyuya kaldı ve sistemi kontrol edemedi. Bilinmeyen bir nedenle voltaj aniden yarıya kadar düştü. Sorumlu uyanıp da durumu farkedene kadar makine birkaç bin lise ve üniversite mezunu çıkarmıştı. Hararetin yeterli derecede olmaması yüzünden ne yazık ki bunlar iyi işlenmemiş, kavramamışlardı. Hepsi de hamurdu. Ders kitaplarındaki konuları su gibi ezberlemişlerdi. Bir kelime sektirmeden tüm konuları anlatıyorlardı ama yine de kafaları eşek kadar çalışmıyordu.
İkinci olay ertesi akşam oldu. Elektrik sorumlusu daha sıkı çalışmak için voltajı yükseltti bu kez. Sonuçta, makineye girenler haddinden fazla sıcaktan yandılar. Makinenin çıkış kapısını açtıklarında gözlerine inanamadılar. Sıska, buruş kırış ciltli, kemik torbasına dönmüş, yırtık pırtık giysili, kaim gözlüklü sayısız profesör döküldü kapıdan. Aşırı hararet görmekten olacak; Taş Devrinde bilim ve edebiyat, o dönemde konuşulan diller, sözcüklerin kökleri ve türeyiş biçimleri, bu dillerin lehçeleri ve gramer özellikleri hakkında tartışıyorlardı. Ne yoruluyor, ne acıkıyorlar, hiçbir şey dikkatlerini dağıtmıyordu. Kulaklarının dibinde top atsan, ne kale alıp başlarını çeviriyor, ne de tartışmalarını kesiyorlardı. Köftehorlar sanki hiç bu gezegenden değildiler!
Feridun Tunkabuni
Çağdaş İran Öyküleri