Şiirimizde doğa var mıdır, yok mudur? Varsa, belli bir dünya görüşüne göre mi değerlendirilmiştir, yoksa yardımcı bir öğe olarak mı kullanılagelmiştir? Dural mıdır (statique), mekanik bir yörünge mi çizmektedir, ya da diyalektik yasalara uygunluğu bakımından evrensel bir bütünlük mü taşır?
Tanzimat’tan bu yana, şiirimizin genel bir özümlemesini yapacak olursak görürüz ki, şiirimizde doğa vardır. Yani doğa dediğimiz gerçeklik şiirimize yansımıştır ama, Nâzım Hikmet’i ayrı tutarsak, belli bir döneme kadar kendi öz devinimini, insanı dışta bırakmayan ortaklaşa faaliyetini gereğince işletip geliştirememiştir. Şiir dilimizde doğa, bin dokuz yüz otuz beşlere kadar, kelime dizilerini aşamayan, sürgün, sanki sadece “var olduğu için var gibi” olan bir doğadır; yerine göre bir resim, yerine göre bir dayanak-imge, yurt sevgisini imleyen bir motif, yer yer de mistisizmle karışık bir bunaltı dekorudur. Ne yandan bakılırsa bakılsın cansız ve renksiz bir görünümü vardır. Mısra, kucaklayıp insancıllaştıramaz onu, evcilleştiremez de, mumyalayıp dondurur âdeta. Diyebiliriz ki, sözün doğayla ilişkisi, vazgeçilmez bir ilişki olduğu için yürürlüktedir. Ne var ki, bu anlaşma da, resmî bir anlaşma olmaktan öteye geçemez. Yazarından bile uzaklaşıp özgürleşen, giderek nesneleşen şiir, “Fenomenler arasındaki zorunlu ve iç bağlantı”nın yasalarına uymaz, uyamaz da, tutsaklaştırdığı doğayı bir ölü olarak geri verir ve “doğa”lı doğasızlığını sürdürüp gider böylece.
İnsan da, doğa da durmadan bir değişim ve gelişim içinde olduğu için, bu tümel varoluşa, bilime yan çizen bir görgüyle yanaşan şair, ister istemez bir taklitçiliğe, kopyacılığa düşecek demektir. Çünkü duran şey durmayanı ele vermez. Ne salt duyumlar yoluyla anlaşılmazın büyüsüne kapılarak, ne kurgusal düşünce yöntemleriyle, ne de ampirik bir kargaşadan yeni espiriler çıkararak bakılacaktır doğaya. Diyalektik yöntemlere başvurmadan elde edilecek her yenilik, eskisinin bir tekrarı olmaktan öteye geçemeyecektir. Şiiri kalıcı yapan, onu çağdan çağa ulaştıran güç, şiirin özündeki bitmez tükenmez devinimdir. Bu devinimse, geleceğin çağrısıyla büyür ve zenginleşir. Bir bakıma yeniden, yeniden yazılır. Oysa bizim şiirimiz, belli bir döneme kadar tersine işlemiştir. Yüzyıllar bir yana, onyıllar’ı bile atlayıp geçememiştir kolayca. Çünkü bir insan olan şair, doğayla kaynaşmayı göze alamamıştır bir türlü; iki yabancı gibi bakışmışlar, hatta iç içe geçer gibi olmuşlardır ama, niteliklerini ele vermekte sonsuz kıskanç kalmışlardır. Ne doğa şiire ısınmıştır, ne de şair bir doğa vatandaşlığını benimsemiştir. Sözdizimleri, zooloji ve botanik kitaplarının o gözalıcı renklerine bulanmıştır. Kısacası, devinim devinimsizliğe, hayat mekanik bir yer değiştirmeye bırakmıştır kendini.
Şiirimizin doğadan yoksun kalışı ya da “var olduğu için var gibi”liği bir giz değildir. İmparatorluk düzeninin entelektüel ağırlığını taşıyan Divan şiiri, teolojik bir silkinişle insanı doğadan koparır. Böylece şairi de… Bilimin gelişmemiş olması, dinin geleneksel baskısı ve devlet düzeniyle bağdaşık durumu, düşünceyi maddeden çözer. Kısacası Divan şiiri için doğa, Tanrıdır, ölümsüz ruhtur, ölümden sonraki dirilişin balta girmemiş değil de, gerçekte balta giremeyecek ormanlarıdır.
Yazımız bir inceleme niteliği taşımadığı için, çok eskilere uzanmazsak diyebiliriz ki, soyut düşünce biçimlerinin; “evrensel ilişkilerin bilimi” olan diyalektiği önlemesi, toplumcu dünya görüşünün estetiğine bilinçli bir şekilde sızamaması, doğa-şiir yabancılaşmasını yaratmıştır.
Garaudy’nin deyişiyle “insan varlığındaki kozmik irsiyet” ne zaman fark edilmiştir? Önemli olan budur. Yani “insan doğanın bir parçasıdır” görüşü, bilincin öz malı olarak, hangi şairlerle yazınımıza getirilmiştir? Doğaya kendini pek yatkın bulan Ahmet Hâşim’le mi? Değil, elbette… Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hâşim: Şiiri ve Hayatı adlı kitabında şunları yazar: “Avrupa’dan dönmüş olan bir muharririmize tesadüf etmiştim. Bana: Memlekete bugün döner dönmez, ilk defa, Ahmet Hâşim’e rast geldim ve kendisine fena halde çattım, dedi. Ben de: Zavallı Ahmet Hâşim’e ne diye çattınız? Kabahati neydi? diye sordum. Yalnız bir sanatkâr kalmak istediği ve sosyalist olmadığı için! cevabını verdi. Yârabbi! Ne kadar somurtkan görünüyordu. Temsil ettiği bir cemiyette ne kadar muhabbetsiz duyuluyordu!”
Bırakalım toplumculuğunu, bilinçli bir bireyci, idealizmin katıksız bir savunucusu bile değildir Ahmet Hâşim. Hatta bir hümanist bile değildir o. Gene aynı kitapta, bu şairin hümanizm anlayışı çok iyi betimlenir. Hem de o kadar iyi betimlenir ki, A.Ş. Hisar’ın içtenliğine inanmasak, Hâşim’le eğlendiği kanısına bile varabilirdik. Hisar şöyle yazıyor: “Hâşim bazen güya insanlardan daha çok acır gibi olduğu bu mahlûkatın talihsizliklerine müteessir görünürdü. Bir atın, sahibi hesabına çektiği zahmet ve meşakkat mukabilinde hayatını kazanan bu at sahibinin ona reva gördüğü işkence, kendisinin ondan daha âdî bir hayvan olduğunu ispat eder. İstanbul’un tatil günü olan pazarları, köprü civarında birkaç mahallenin dükkânları kapattığından, sokak kedilerinin hepsi aç kalırlar ve dükkânlarının ne diye kapandığını hikmetinden sual edemeyen, bu mahzun gözleriyle gördüğü kedilere acıdığını uzun uzun anlatırdı.”
Düşünceden ve bireşimden böylesine yoksun bir şair başka nasıl bir şiir “sphére”ine atayabilirdi kendini? O da doğaya sığındı işte, sadece resmini çizebildiği doğaya. Ve bu resim dünyasıyla yalnızlığını çiftleştirdi; onda, fizik eksikliğini gideren şefkatli bir Pan aradı. Buldu mu? Kim bilir… Belki de tuvaliyle baş başa, doğanın görkemini içine çekerek, kendine bile açıklamaktan çekindiği “masochisme”ini yaşadı.
“Şiirler vardır ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi akşamla gölgelenir, güneşin ziyasında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlenin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir?” diye yazarak; sinikliğiyle, alttan alışıyla, o bulanık resim anlatımıyla da kimseyi yadırgatmadı pek.
Ahmet Hâşim, deyince, Yahya Kemal’i de hatırlamadan edemiyoruz. İmparatorluk özlemini, eskiye olan düşkünlüğünü saklamayan bu sahici şairin doğası, nasıl bir doğadır acaba? Mistisizmle saltanat karışımı bir duygululuğun heybetli bir izdüşümü mü? “İnsan aklının, organik maddenin en yüksek ürünü” olduğu düşüncesini kızgınlıkla karşılayan inatçı bir gururluluk mu? Bence her ikisi de… Ne var ki, gerçek doğa kandırdı onu gene de. Yurduna, yaşadığı şehre olan bağlılığını sağlam motiflerle süslemek istedi. Ne yazık ki, ölüm, özlem, yalnızlık, vb. gibi genel temaları işleyişinin dışında bu motifler, bir minyatür boyutsuzluğunu, bir estamp solgunluğunu aşamadılar. Biraz önce söylediğimiz bir sözü değiştirerek tekrarlarsak, eskiyen “şey” eskimeyeni barındıramazdı. Yahya Kemal doğayla oynadı sanki; ona, geçmişi duyup anladığı gibi aşılamak istedi. Bence bu aşı tutmadı; yok olan değerler, varoluşa ayak uydurmadılar çünkü.
İnsan bir tek yapıtın yazarıdır! Bence bu sözü doğrulayan en iyi örnek yazar Nâzım Hikmet’tir. Türk şairleri içinde “kusurlu şiir” yazanlardan biri olmasına karşın, Nâzım Hikmet’in şiirleri bir ayrıcalık taşır: Bütünsellik. Bana kalırsa o, birbirinden güzel şiirler yazmaz da, yazdıklarıyla bütünsel bir mükemmellik yaratmaya bakar. Bu çaba ise, eksiksiz bir dünya görüşünün ürünüdür. Nâzım’ın şiirlerinde yer alan her şey, aynı bir eksenin çevresinde dönendiği gibi, elle tutulacak kadar da somuttur. Doğası da gerçek bir doğadır. Nâzım Hikmet, “kozmik sorumluluğunu” duyaraktan yerleşmiştir bu doğaya. Öylesine yerleşmiştir ki; etkiler, etkilenir ama, zaman ve mekân bakımından evrenin kalıcı, aynı zamanda da geçici bir parçası olduğunu aklından çıkarmaz. Şu mısralar, dediklerimizi doğrular sanırım:
Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
güzelim dünya elveda
ve merhaba
kâinat…
“Maddenin düşünceden, dünyanın ruhtan önce geldiği” gerçeği, Nâzım’da şiirsel imajını bulur:
Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız
ve ey güneş gözlü sevgilim “Cogito, ergo sum” değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz…
Nâzım Hikmet, hem doğanın bir parçası, hem de tarihsel akış içinde sorumlu bir varlık olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. “Sosyalizm bir hümanizmdir” gerçeğini yansıtırken; kini, nefret etmeyi, bağışlamamayı öğrenen kişilerin karşısına karşıtlarını da koyarak, çağımızın ürperti veren tablosunu, dehşet salan trajedisini de ustalıkla işleyebilmiştir.
Nâzım Hikmet’ten önce ya da sonra nice şairler vardır ki, onların da doğa anlayışları üzerinde durmak isterdik. Ama biz daha çok, şiirimizde nirengi olan, önemli davranışlarıyla köşe başları çizen şairleri öne almakla yetiniyoruz. Bu şairlerden biri de Ahmet Muhip Dıranas’tır. Dıranas’ın gün günden yenileşen, diriminden hiçbir şey yitirmeyen nice şiirleri vardır ki, bunları öteki şiirleriyle birlikte bir kitap halinde yayımlamadığı için; şiirlerinde ortak bir yan var mıdır, hangi şiirler hangilerini beslemektedir, şairin felsefi görüşü nedir, gibi sorulara kesin bir yanıt bulamıyoruz. Bizim burada söyleyeceğimiz kısaca şudur: Dıranas’ın şiirlerinin altında, belki de çok derinlerde bir varoluş sorusu yer almış gibidir. Gerçi bu çok eski bir sorudur ama, bir sanatçıyı bireyciliğe, yadsımacılığa, mistisizme, toplumculuğa, daha bir sürü öğretiye ya da düşünce biçimlerine götürmesi bakımından oldukça önemlidir. Dıranas nereye yönelmiş, nerede kalmıştır? Bence çok kendine özgü ve yoğun bir şiire el atmış, dili başarıyla kullanmış, politikaya katılmakla da, önündeki bu görkemli şiir yolunu kendi elleriyle tıkamıştır. Bir şiirinde, yumuşak, dargın, pathétique bir ses yakalayarak, “unutuş”la konuşur:
Ey unutuş! kapat artık pencereni.
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Ahmet Muhip’in doğası, yoğun bir şiir dünyasıdır belki de. Şu güzel söyleyişi, kim bilir kaç şair kıskançlıkla aramıştır:
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir
İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Cahit Sıtkı’da, bu ölüm korkusuyla bunalmış şairde ise doğa, daha bir açık seçiktir. Tarancı’daki “mütevekkillik” duygusu, bir yandan ölümle eğitilirken, bir yandan da doğa tarafından kovalanmaktadır. Bana kalırsa, şiirlerine sık sık ölümü yerleştirmesi biraz da yapaydır; yaşama isteğini açığa vuran bir “contraste” niteliğindedir. Gene de bu uyumsuzluk, Tarancı’nın “sürgün adam” siluetini yok etmez. Sürgünlüğünü, tedirginliğini, sanki doğuştan edindiği yalnızlığını doğanın bütün sıcak renkleriyle örtmek ister. Katlanma, olanı olduğu gibi kabullenme duygusu içinde, ölümün yapay da olsa “tehdit”ine karşı doğayı yardıma çağırır gibidir:
Ve gönül tanrısına der ki:
— Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Hem nicelik, hem de nitelik bakımından şiirden daha çok şiir yazmak isteyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yirmiyi aşkın kitabı var. Onun için de, ayrıntılı bir incelemeye girişmeden söylenecek her söz yüzeyde kalacaktır.
Cemal Süreya’nın çok iyi belirttiği gibi, Dağlarca’nın iki dönemi vardır: Sezgi dönemi, akıl dönemi… Bence sezgi dönemine giren şiirler, Havaya Çizilen Dünya’dan, Âsû’ya kadar, yirmi yıl içinde yazdığı şiirlerdir. Büyük bir imgelem gücüyle beslenen soyut bir doğa yaratır bu şiirlerde. Şair, ne dünya ile yetinir, ne de evrenle. Her şeyi değiştirir, allak bullak eder, sonsuz soyutlaştırır da, sonra bu “her şey”i, gözden uzak, ıssız-tenha bir yerde gizlice somutlayıverir sanki. Olağanüstülük, olağanlığa dönüşür, öylece seyrettirir kendini bize. Dağlarca’nın şiiri ele geçmeyecek kadar kaygan, gözle görülemeyecek kadar da saydamdır kimi zaman. Anlaşılması, görülmesi için katılaşmayı, kirlenmeyi bekler. Yani yılları… Nitekim beklemiştir de. Onun için de her şiiri olmaklarla doludur, aynı zamanda bir şiir eğitimiyle. Onun zaman ve mekân anlayışı da sonsuzluğu, “dayanılmaz”ı çıkarır karşımıza. Bir an yakalar, bizi öylesine yaklaştırır ki dünyaya, hiçbir şey göremez oluruz. Gene bir an yakalar, öylesine uzaklara iter ki bizi, ancak bir kozmonotun yürek çarpıntılarıyla gözleyebiliriz dünyayı. Arada bir, şöyle bir dinlenme vakti, dengeli bir ortam kurduğu zaman da, yadırgarız sanki Dağlarca’yı.
Çürümeyle canlanmanın dramını barındıran doğa, mitosa gebedir. İşte bu gebe doğa insan eliyle doğurur. Biz, 1940-45 arası üç el görüyoruz bu doğumu hazırlayan: Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet. Ne var ki, bu üç şairden hiçbiri bir mit yaratamamıştır ama, hümanizmin gerçek temsilcileri olmayı rahatça başarmışlardır. Doğanın yaşamaya kesinlikle girişi; şiirle, insanla birlik kıvamlanması, “Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi…” değil de, “İnsan gibi” olması, yani insanda gerçekleşip insanda tanımlanması, Nâzım Hikmet’ten sonra, O. Veli, O. Rifat, M. Cevdet’le yeniden başlar. Yeniden başlar, diyorum, çünkü Nâzım Hikmet şiirindeki keskin özellikler; benzetiler, mecazlar, istiareler, vurguların çıkardığı madensel sesler, kırıla kırıla akıp giden mısralar, yer yer aşırı renklilikler, yerini, daha önce benzeri olmayan bir yalınlığa bırakır. Başka bir hava, başka bir dil, başka bir anlatım kazanır şiirimiz.
Orhan Veli, insan, doğa ve yaşama sevgisinin bu öncü şairi, Yenisi’ne kadar, deyim yerindeyse, etliye sütlüye karışmamıştır pek. Garip’in önsözünde de belirttiği gibi, halkın beğenisini, halkın ekonomik sorunlarından ayrı olarak işlemeyi yeğ tutmuştur. Yenisi’nde ise, kısa kısa saptamalar dışında, şairin dünya görüşü apaçık belirlenemez. Karşı adlı kitabında, “Sizin İçin”, “Bedava”, “Ahmetler” gibi şiirlerinde, satirik ve anekdotik bir tavırla toplumculuğa yanaşır. 1949-50 arası yazdığı şiirlerle olsun, Yaprak dergisindeki davranışlarıyla olsun toplumculuğu benimser.
Adı geçen her üç şair de, Garip döneminde, şiirlerine eylemci bir yön veremezler. Diyebilirim ki, şiirlerinin üzerindeki sansür, onların koyduğu bir sansürdür. Giderek, içlerindeki yaşama sevincini doğayla bezeyip insanlığa boşaltırlar. Bir bakıma, “İnsanoğlunun tarihini biz yapmış olduğumuz halde, doğanın tarihini biz yapmış değiliz” sözünü tersine çevirip doğaya bir öncelik tanırlar. O. Rifat, Aşağı Yukarı, Karga ile Tilki, Elleri Var Özgürlüğün adlı kitaplarıyla; M. Cevdet, Telgrafhane, Yanyana, ve Kolları Bağlı Odiseus ile toplumcu şiiri sürdürürler. O. Rifat’ın “Telefon” şiiri şöyle biter:
Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik
M. Cevdet ise, “Anı”sıyla kendi şiirinin doruğuna çıkar:
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken o dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
“Sadece kelimelerin saltanat ve sefasını sürmek isteyen sanatçıları her zaman yadırgamışımdır. Usta şair iseler hayranlık duymuş, ama hiçbir zaman içten sevememişimdir” diyen Behçet Necatigil, doğayı “Halk Şiiri”ne özgü deyişlerle coşturan Cahit Külebi, doğa-şehir arası gelgitleriyle S. Kudret Aksal, akılcı şiirleriyle S. Birsel, daha başka İ. Berk, N. Cumalı, A. İlhan, M. Eloğlu gibi nice iyi şairler, doğayla yakın uzak ilişkiler kurmuşlardır.
Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Kemal Özer, Ülkü Tamer gibi 1950-55 sonrası, şiirimizi apayrı bir yörüngeye oturtan şairlerde ise doğa sorunu, ayrı bir yazı konusudur.
Şunu da belirtmek isterim ki, bugün yeni yetişmekte olan şairlerin, diyalektik açıdan “doğa-insan-şiir” ilişkisini yeniden ele almaları, bu ilişkiyi felsefi temellerine de inerekten derinleştirmeleri, şiirimize yepyeni boyutlar kazandıracaktır. Çünkü ölümsüzlük insanda değil, şiirdeki insandadır. Şairse ölünce su, bitki, kum da olabilir ama, gerçekte yeniden insan olur, durmadan yenileyerekten kendini.
Papirüs 1 (Haziran 1966)
Edip Cansever – Şiiri Şiirle Ölçmek – Yapı Kredi Yayınları – 2009