Raskolnikov terden sırsıklam uyandı. Soluk soluğaydı. Yattığı yerden korkuyla doğruldu. Bir ağacın altına oturup derin derin soluyarak: “Tanrıya şükür, yalnızca bir düşmüş! diye söylendi. İyi ama anlamı ne bunun? Sakın bir nöbet başlangıcı olmasın? Tanrım, ne korkunç bir düştü!..” Dövülmüş gibi ezik, yorgun duyumsuyordu kendini. Kafası karmakarışıktı, bir karamsarlık çökmüştü içine. Dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerinin arasına aldı.
“Olacak şey mi bu? diye söyleniyordu bir yandan da. Tanrım! Yapabilir miyim ben böyle bir şeyi? Baltayla kadının kafasını parçalamak, ılık, yapışkan kanlar içinde yüzerek, kilitler kırmak, hırsızlık etmek, tirtir titremek, elimde balta, kanlara bulanmış olarak gizlenmek… Tanrım! Yapabilir miyim hiç ben böyle bir şeyi?”
Bunları söylerken tirtir titriyordu. Sonra doğruldu. Şaşkınlık içindeydi.
“Neler söylüyorum ben! Bütün bunlara katlanamayacağını! zaten bilmiyor muydum? Ne diye üzüp duruyorum böyle kendimi? Daha dün, deneme için gittiğimde kesinlikle anlamamış mıydım dayanamayacağımı? Öyleyse su anda ne oluyor bana? Ne diye kuşkulandım bugüne değin kendimden? Daha dün merdivenlerden inerken, bunun son derece aşağılık, iğrenç, alçakça, alçakça… bir şey olduğunu söylemiyor muydum? Düşüncesi bile tiksindirmiyor muydu, dehşete düşürmüyor muydu beni?.. Hayır, yapamam, dayanamam böyle bir şeye! Şu bir aydır yaptığım bütün hesaplar en küçük ayrıntısına dek doğru olsa bile, hiçbir şeyi unutmamış bile olsam, hayır… yapamam. Tanrım! Yapamam diyorum ama, neden hala kararsızım? Yapamam, dayanamam diyorum ama neden hala…”
Ayağa kalktı, nasıl olup da burada bulunduğuna şaşmış gibi çevresine bakındı ve “T…” köprüsüne doğru yürümeye başladı. Yüzü kireç gibi olmuştu, gözleri yanıyordu, her yeri sızlıyordu. Ama yine de daha rahat solumaya başlamıştı. Uzun süredir altında ezildiği korkunç bir yükten kurtulmuş gibiydi, içinde bir hafiflik, bir rahatlama duydu. “Tanrım!” diye yalvardı. ” Sen bana yolunu göster! Ben o lanet olasıca hayalden vazgeçiyorum!”
Köprüyü geçerken sessiz, dingin Neva’yi, güneşin kızıl ışıklar içinde batısını seyretti. Bitkindi, ama yorgunluk duymuyordu. Yüreği bir aydır içinde ezildiği bir bukağıdan kurtulmuştu sanki. Özgürlük! Özgürlük!.. Artık büyülerden, büyücülerden, cinlerden, zebanilerden kurtulmuştu!
Sonraları Raskoinikov bu günleri, bu günlerde basma gelenleri dakikası dakikasına, noktası noktasına anımsadığı zaman, son derece sıradan bir olayı neredeyse bir körinanç şeklinde, alınyazısını belirleyen şey olarak nitelendirmişti. Bu olay suydu: Böylesine yorgun, bitkin olduğu halde, evine en kestirme yoldan değil de, Samanpazarı’ndan dolaşarak gitmişti. Niçin bu yolu seçtiğini bir türlü anlayamıyor, açıklayamıyordu. Gerçi iki yol arasında öyle fazlaca bir fark yoktu, ama yine de gerekmediği halde, şurada kestirme yol dururken kendisi uzun olan yolu seçmişti. Aslında evine dönerken geçtiği yolları çoğu kez anımsamazdı. Ama şimdi soruyordu: Geçmesi için hiçbir gerekliliğin, hiçbir zorunluluğun bulunmadığı Sarnanpazarı’ndaki bu tümüyle rastlantısal karşılaşma, neden bir başka zaman değil de şimdi, yaşamının böyle bir anında, alınyazısı üzerinde en güçlü, en belirleyici etkinin ancak böylece oluşabileceği bir ruhsal durumdayken gerçekleşmişti? Sanki bile bileydi her şey!
Samanpazarı’ndan geçtiğinde saat dokuza geliyordu.
Dükkanlardaki, barakalardaki, kayıklardaki satıcılar, ayaküstü tezgah kurmuş olanlar, hepsi, tıpkı müşterileri gibi evlerine gitmeye hazırlanıyorlar, mallarını toparlayıp, dükkanlarını kapatıyorlardı. Bodrum katlarındaki aşçı dükkanları çevresinde, Samapazarı’nın o pislik içindeki dayanılmaz kokulu avluları dolaylarında, en çok da meyhanelerin çevresinde her türden esnaf, sanatkar, tüccar, serseri dolaşıyordu. Raskoinikov sokağa çıkıp amaçsız dolaştığı günlerde, buralardaki ara sokakları çok severdi. Buralarda hiç kimse onun o dökülen kılığına küçümseyerek bakmazdı, kimsenin dikkatini çekmeden, kimsenin ayıplamasından korkmadan dilediğin gibi dolaşabilirdin buralarda. Alanı tam “K…” sokağına bağlayan yerde, köşede, bir karı-koca iki ayrı tezgah üzerinde iplik, kurdela, mendil, basma gibi şeyler satarlardı. Onlar da evlerine gitmek üzereydiler, ama o sırada yanlarına gelen tanış bir kadınla konuşmaya dalmışlardı. Bu kadın Lizaveta İvanovna idi, ya da herkesin kısaca çağırdığı gibi, Lizaveta: Raskolnikov’un saatini rehine koymak ve deneme yapmak için dün ziyaretine gittiği çok küçük dereceden bir memurun dul karısı tefeci Alyona İvanovna’nın kızkardeşi Lizaveta İvanovna… Raskoinikov ne zamandır Lizaveta hakkında hemen her şeyi biliyordu. Hatta kadın da onu az çok tanırdı.
Uzun boylu, hantal, ürkek, uysal, biraz aptal, otuz beş yaşlarında geçkince bir kızdı. Ablasının kölesi gibiydi; gece gündüz onun için çalışır, ondan çok korkar, hatta arada bir dayak atmasına bile boyun eğerdi. Elinde bir bohça, karı-koca satıcının önünde duruyor ve sessizce onları dinliyordu. Ateşli ateşli bir şeyler anlatıyordu karı-koca kendisine. Bu karşılaşmada şaşılacak bir yan olmamasına rağmen, Raskolnikov kadını görünce, aşırı şaşkınlığa benzer bir duyguya kapıldı. “Lizaveta İvanovna” diyordu satıcı adam bağıra bağıra, “kendiniz karar verin bu işe siz!..
Yarın yedi gibi gelin. Onlar da bizde olurlar…”
Liza kararsız, düşünceli:
“Yarın mı?” dedi uzata uzata.
Satıcının karısı yaman bir kadındı. Bir çırpıda:
“Alyona İvanovna da sizi iyi korkutmuş hani!” dedi. “Bakıyorum, çocuk gibisiniz. Üstelik öz
ablanız bile değil kendisi. Ama sizi dileğince yönetiyor.”
“Bu kez Alyona İvanovna’ya hiçbir şey söylemeyin” diye satıcı kadının kocası söze girdi. “Benim size vereceğim öğüt bu. Ona haber vermeden, ondan izin istemeden gelin bize. Sizin çıkarınıza olacak bir is bu. Daha sonra ablanız da bunun böyle olduğunu anlayacak.” “Gelsem mi acaba?”
“Yarın… Saat yedi gibi… Onlar da bizde olacaklar. Kendiniz karar verin artık bu işe!”
“Semaveri de yaktık mıydı…” diye ekledi satıcının karısı. “Olur, gelirim” dedi Lizaveta. Hala düşünceli, kararsızdı. Sonra yürümeye başladı.
Raskolnikov bu sırada yanlarından geçmiş bulunuyordu ve konuşmanın gerisini duyamamıştı.
Konuşmalarının bir kelimesini bile kaçırmamaya çaba göstererek, belli etmeden, ağır ağır geçmişti önlerinden. İlk şaşkınlığı yerini korkuya bırakmıştı. Hiç beklemediği bir anda, birdenbire ve tümüyle rastlantısal olarak, yarın aksam saat tam yedide, kocakarının kızkardeşi, biricik can yoldaşı Lizavefa’nın evde olmayacağını, böylece de kocakarının büyük olasılıkla evde tek basına olacağım öğrenmiş oldu.
Bulunduğu yerden evine birkaç adımlık bir yol kalmıştı. Ölüme yargı giymiş biri gibi girdi odasına. Hiçbir şey düşünmüyordu, düşünecek durumda da değildi. Ama artık ne yargılama, ne irade özgürlüğüne sahip olduğunu, her şeye bütünüyle karar verilmiş bulunduğunu birdenbire ve bütün varlığıyla duydu. Hiç kuşku yok ki, tasarısını uygulamak için yıllarca elverişli bir fırsat kollamış olsaydı bile, aklından geçenleri başarıyla sonuçlandırmak bakımından, şu anda birdenbire karşısına çıkandan daha güvenilir bir fırsat çıkması olanaksızdı. Öldürülmesi tasarlanan falanca kişinin, yarın filan saatte evinde yalnız olacağını, kuşku uyandırabilecek herhangi bir soruşturmayı gerektirmeden, büyük bir kesinlikle ve doğru olarak öğrenebilmek, doğrusu az şey değildi.
VI
Birkaç gün sonra satıcıyla karısının Lizaveta’yı evlerine neden çağırdıklarını da öğrendi.
Hiçbir olağanüstü yanı bulunmayan, son derece sıradan bir durum vardı ortada. Dışardan gelme, yoksul düşmüş bir aile, bazı kadın eşyalarını satıyordu. Pazarda satmak hesaplı olmadığı için, bunları satabilecek bir kadın arıyorlardı. Lizaveta da bu işlerle uğraşıyordu:
sattıklarından komisyon alırdı. Oldukça deneyimliydi bu alanda. Çok dürüsttü, her zaman son fiyatı söyler ve mal onun söylediği fiyattan satılırdı. Demin de dediğimiz gibi az konuşurdu,sessiz, ürkek bir kadındı…
Ama Raskolnikov son zamanlarda körinançlı biri olup çıkmıştı. Bunun izleri sonraları da silinmeden öylece kaldı kendisinde. Bütün bu olup bitenlerde hep gizemli birtakım etkiler, şaşılası rastlantılar görmeye eğinik oldu. Daha kışın, Pokoryev adında, tanıdığı bir öğrenci, Harkov’a giderken, söz arasında, eğer rehine bir şeyler bırakmak isterse, Alyona İvanovna adında bir rehinci kocakarı olduğunu söyleyerek, adresine vermişti. Raskolnikov derslerden aldığı parayla iyi kötü idare edip gittiği için uzun süre kadına başvurmak gereğini duymamıştı. Bir buçuk ay kadar önce Pokoryev1 in verdiği adres .aklına geldi; rehine bırakılabilecek bir iki şey vardı elinde:.bunlar, babasından kalma gümüş bir saatle, evden ayrılırken kızkardesinin anı olarak kendisine armağan ettiği, üzerinde üç küçük kırmızı tas bulunan altın bir yüzüktü. Önce yüzüğü götürmeye karar verdi ve verilen adrese gidip kocakarıyı buldu. Rehinci kadın üzerine doğru dürüst hiçbir ilgisi olmamasına karşın, daha ilk görüşünde kadına karsı önlenemez bir tiksindi duydu içinde. Yüzüğe karşılık kadından “iki kağıt” almış, dönerken berbat bir meyhaneye uğramıştı. Bir çay söyleyip oturmuş ve düşünmeye dalmıştı.
Tıpkı bir civcivin yumurtadan baş uzatması gibi, onu fazlasıyla meşgul eden bir düşünce belirmeye başlamıştı kafasında.
Hemen yanıbaşrındaki bir başka masada hiç tanımadığı, sonradan da anımsayacağı bir öğrenci ile genç bir subay oturuyordu. Birlikte bilardo oynamışlar, şimdi de çay içiyorlardı. Raskolnikov birden öğrencinin tefeci Alyona İvanovna’dan sözetti-ğini ve subaya kadının adresini verdiğini duydu. Bu kadarı bile Raskolnikov’a şaşılacak bir şey gibi göründü: kendisi şu anda oradan geliyordu ve şu işe bakın burada da tefeci kadından sözediliyordu. Kuşkusuz bu bir rastlantıydı, ama o kendini şu anda son derece olağanüstü bir etkilenim içinde duyarken, bir başkası sanki önün üzerine üzerine varıyordu: öğrenci birdenbire arkadaşına Alyona İvanovna üzerine ayrıntılı bilgiler vermeye başlamıştı:
“İyi kadındır, kendisinden her zaman para alınabilir. Müthiş zengindir, bir çırpıda beş bin ruble verebilir, ama bir rublelik bir rehini de geri çevirmez. Bizim çocuklardan pek çoğu kendisine rehin bırakmışlardır. Yalnız korkunç bir kadındır…”
Ve öğrenci, tefeci kadının nasıl kötü, çekilmez bir kadın olduğunu, borcunu ödemekte azıcık
geciksen bile rehine bıraktığın eşyaya nasıl el koyacağını anlatmaya başladı. Rehin karşılığı olarak eşyanın gerçek değerinin dörtte birini verir, buna karşılık ayda yüzde beş, hatta yüzde yedi faiz alırdı, vb. Öğrencinin çenesi açılmıştı: kocakarının bir de kızkardeşi olduğunu, ancak bücür cadalozun 1.80 boyundaki Lizaveta’yı sürekli dövdüğünü, bir çocuk gibi baskı altında tuttuğunu anlattı. Sonunda: “Doğrusu şaşılacak şey!” diye bağırdı ve bir kahkaha attı.
Lizaveta’dan konuşmaya başladılar. Öğrenci sanki özel bir hoşnutlukla sözediyordu Lizaveta’dan ve sürekli gülüyordu, subaysa öğrenciyi büyük bir dikkatle dinliyordu. Sonunda çarnaşırlarını yıkaması için kadını kendisine göndermesini rica etti. Raskolnikov konuşmanın bir kelimesini bile kaçırmamış ve bir anda her şeyi öğrenmişti: Lizaveta tefeci karının küçüğüydü ve üvey kardeşiydi (anneleri ayrıydı); otuz’ beş yaslarında bir kadındı. Gece gündüz ablası için çalışır, evin bütün yemek, çamaşır işlerini o yapardı. Ayrıca parayla dikiş diker, temizliğe gider ve bvtün kazancını ablasına verirdi. Kocakarı izin vermedi mi hiç kimseden ne bir sipariş, ne herhangi bir iş alabilirdi. Tefeci karı vasiyetnamesini hazırlamıştı ve Lizaveta sandalye vb. gibi ev eşyaları dışında kendisine beş para bırakılmadığını, ablasının bütün parasını, ruhunun sonsuz dinginliği uğruna N… ilinde bir manastıra bıraktığını biliyordu. Lizaveta köken olarak memur değil, esnaf bir aileden, geliyordu, boyu çok uzun, vücudu bi-çimsizdir, kocaman ayaklı, çarpık bacaklıydı. Ayağında hep keçi derisinden eski ayakkabılar bulunurdu, ama temiz, düzenli bir kızdı. Öğrenciyi en çok şaşırtan, güldüren şeyse, Lizaveta’nın durmadan gebe kalmasıydı…
“Hani çirkindi kendisi?” dedi subay.
“Öyle, O kadar esmer ki, kadın kılığına girmiş bir asker sanki. Ama umacı gibi de değil.
Yüzünden, gözlerinden iyilik akar. Hem öylesine ki… Kendisini pek çok insanın beğenmesi de bunu kanıtlamaz mı…? Sessiz, uysal, hiç karşı koymaz, her şeye boyun eğer. Hele gülümseyişi.. Basbayağı güzel..”
“Yoksa onu beğeniyor musun?” diye sordu subay gülerek. “Tuhaflığını…” dedi öğrenci. Sonra ateşli ateşli ekledi. “Hayır, bak sana asıl ne diyeceğim: şu lanet kocakarı yok mu, en küçük bir vicdan acısı duymadan öldürür ve soyabilirim kendisini.”
Subay yeniden güldü. Raskolnikov’sa titredi. Şaşılacak şey doğrusu!
Öğrenci yine ateşli:
“Sana ciddi bir soru” dedi: “Deminki sözlerim kuşkusuz sakaydı. Ama bak: bir yanda anlamsız, aptal, kötü, hiç değerinde, hastalıklı, kimseye beş paralık yararı olmayan, tam tersine zararlı, niçin yaşadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl olsa kendiliğinden ölecek bir kocakarı var. Anlıyor musun? Anlıyor musun?”
“Anlıyorum” dedi subay, bakışlarını heyecanlanan arkadaşının üzerine dikmişti.
“Dinle: öte yanda da destek göremediklerinden yok olup giden, binlerce genç, diri güç var.
Kocakarının manastıra bağışladığı parayla binlerce güzel girişimin temelleri atılabilir!
Yüzlerce, binlerce insanın yaşamı düze çıkarılır; onlarca aile yoksulluktan, ahlaksal çöküşten, yokoluştan, cinsel hastalıklar hastanelerine düşmekten kurtarılabilir… Bütün bu işlerin hepsi kocakarının parasıyla yapılabilir. Kendisini öldürüp parasını alacaksın, sonra da bu parayı tüm insanlığın yararına, hayırlı işlere harcayacaksın… Ne dersin: bir küçük cinayet, binlerce güzel işe değmez mi? Bir hayata karşılık kurtarılmış binlerce hayat… Bir ölüm ve yüzlerce hayat…
Matematik bir işlem burada söz konusu olan! Kaldı ki toplumsal denge içinde bu veremli, aptal, kötü yürekli kocakarının ne gibi bir yeri ve anlamı olabilir ki? Bir bitin ya da hamamböceğinin hayatından daha değerli olmasa gerek bu kadının hayatı. Onlar kadar bile değildir, çünkü kocakarı zararlı. Başkalarının hayatını tüketiyor. Geçenlerde öfkelenip Lizaveta’nın parmağını ısırmış, az kalsın parmağından oluyormuş kadıncağız!”
“Yaşamaya değer biri olmadığı besbelli” dedi subay, “ama elden ne gelir, doğa söz konusu burada.”
“Evet, ama kardeş, doğa düzeltilir, doğaya bir yön verilir. Öyle olmasaydı insanoğlu körinançlar bataklığında yokolur giderdi. Bir tek büyük adam yetişmezdi. ‘Görev, vicdan’ gibi birtakım sözler ediliyor, bunlara karsı bir diyeceğim yok, ama bu kavramları nasıl anlamalıyız biz? Dur, dinle, sana bir soru daha sorayım!”
“Hayır, sen dur, dinle, ben sana bir soru sorayım.” “Evet?”
“Oturmuş burada bana söylev veriyorsun, ama söyle baka- . lım: kendin bu kocakarıyı öldürebilir misin?”
“Elbette ki, hayır! Eşitlik konusunu vurgulamaktı benini amacım… Yoksa benim kişiliğimi ilgilendiren bir durum sözkonusu değil burada…”
“Bence sen daha bu konuda kesin bir karar verebilmiş değilsin… Üstelik bu işin eşitlikle falan da bir ilgisi yok. Haydi bir parti daha oynayalım!”
Raskolnikov heyecandan ölecek gibiydi! Hiç kuşkusuz bütün bunlar, gençlerin kendi aralarında pek sık olarak konuştukları ve Raskolnikov’un başka biçimlerde ve başka konular arasında pek sık olarak duyduğu son derece sıradan konuşmalardı. Ama neden özellikle simdi şu anda, kendi kafasından da tıpkısı tıpkısına benzer düşünceler geçtiği bir sırada böylesi bir konuşmaya tanık olmuştu? Neden özellikle şu anda kafasında kocakarı ile ilgili düşüncelerin oluşmaya başladığı bir sırada, onunla ilgili bir konuşmanın üzerine gelmişti?.. Bu rastlantı Raskolnikov’a hep şaşılası bir şey gibi görünmüştür. Bu konuşmada gerçekten de yazgısal bir buyruk, önceden belirleyicilik varmışçasına, bu önemsiz meyhane konuşmasının, olayların sonraki gelişimi bakımından Raskolnikov üzerindeki etkisi büyük olmuştur…
Evine döner dönmez kendini divanın üzerine attı ve bir saat hiç kımıldamaksızın öylece oturdu. Hava kararmaya başlamıştı. Ne mumu vardı, ne de mum yakmak aklına geldi. Bu bir saat içinde herhangi bir şey düşünüp düşünmediğini hiçbir zaman anımsayamadı. Sonunda bir süre önceki nöbete yakalanmak üzere olduğunu duydu. Birden, büyük bir sevinçle, divana yatabileceğim akıl etti; az sonra da kurşun gibi ağır bir uykuya gömüldü.
Son derece uzun, düşsüz bir uyku oldu bu. Ertesi sabah onda Nastasya girdi odasına ve güçlükle, dürterek uyandırabildi kendisini. çayla ekmek getirmişti, Nastasya. çay yine artıktı, ve yine Nastasya’nın çaydanlığındaydı.
“Uyuyor, habire uyuyor!” diye bağırdı Nastasya öfkeyle.
Yerinden zorlukta doğratabildi. Bası ağrıyordu; ayağa kalkıp bir iki adım attı, sonra yine divanın üzerine yıkıldı.
“Yine mi. uyuyacaksın?” diye bağırdı Nastasya. “Hasta mısın. yoksa?” Karşılık vermedi. .
“çay ister misin?”
“Sonra…” diye fısıldadı güçlükle, gözlerini yemden kapayıp, duvardan yana döndü, Nastasya başı ucunda dikiliyordu.
“Belki de gerçekten hasta” dedi sonunda ve çıkıp gitti.
Öğleden sonra saat ikide, bu kez elinde çorba kasesi, yeniden geldi. Beriki öylece yatmaya devam ediyordu. çaya dokunulmamıştı. Nastasya öfkeyle sarsmaya başladı onu. Bakışlarında tiksinti vardı:
“Ne uyuyup duruyorsun be!”
Delikanlı doğrulup oturdu, ancak hiçbir şey söylemedi. Gözlerini yere dikmişti.
“Hasta mısın, değil misin?” diye sordu Nastasya yemden. Ama yine hiçbir karşılık alamadı.
Biraz sustuktan sonra: .
“Bari dışarı çıkıp biraz temiz hava al!” dedi. “Hiçbir şey yemeyecek misin?” diye ekledi sonra.
“Sonra…” dedi delikanlı duyulur duyulmaz bir sesle. “Sen git…”
Bunu söylerken elini sallamıştı. Nastasya biraz daha durdu, bakışlarında acıma vardı, sonra çıkıp gitti.Birkaç dakika sonra delikanlı bakışlarını yerden kaldırdı, uzun uzun çaya, çorbaya baktı. Sonra ekmeğe ve kaşığa uzandı ve çorbadan içmeye başladı.
Üç dört kaşık aldıktan sonra durdu. İştahı yoktu. çok az yemişti. Yemek yediğinin farkında bile değildi. Başağrısı biraz hafiflemişti. Yeniden divana uzandı, ama artık uyayamadı, yüzükoyun, başı yastığa gömülü, kımıldamadan yattı. Sürekli olarak birtakım düşler görüyordu, tuhaf, şaşılası düşlerdi bunlar: en çok da Afrika’da, Mısır çöllerinde bir vahada görüyordu kendini. Bir kervan mola vermiş dinleniyor: develer sessizce oldukları yere çökmüşler: dört yanda çepeçevre palmiyeler var, herkes yemek yiyor. O ise durmadan su içiyor, hem de hemen yanıba-şından şırıldayarak akan bir ırmaktan… Renk renk çakılların, altın gibi ışıldayan kumların üzerinden akan buz gibi, masmavi bir su bu…
Birden bir saatin vurduğunu duydu. Titredi, şaşkınlığından sıyrıldı, başını kaldırıp pencereden bakarak saatin kaç olduğunu kestirmeye çalıştı, sonra sanki birileri kendisini divandan koparıyormusçasına fırlayıp kalktı.
Artık iyice kendine gelmişti. Parmaklarının ucuna basarak kapıya yaklaştı, sessizce aralayıp, aşağıyı, merdivenleri dinledi. Yüreği korkunç biçimde çarpıyordu. Ama merdivenler tümüyle sessizdi, herkes uyuyordu sanki. Hiçbir hazırlık yapmadan dünden beri böyle kendinden geçmiş uyuyabilmesi, ona hem tuhaf, hem korkunç göründü… Belki de saat demin altıyı vurmuştu… Uy kuruluğun da, uyuşukluğun da yerini, birdenbire sıtmalı, nerdeyse şaşkınca bir telaş almıştı. Aslında yapılacak fazla bir şey yoktu. Kafasını toplamak için bütün gücünü harcıyor, hiçbir şey unutmamaya çalışıyordu. Yüreği, soluk alıp vermesini zorlaştıracak bir hızla çarpıyordu. Önce bir ilmik yapıp paltosuna dikmesi gerekiyordu: bir dakikalık bir işti bu. Elini yastığın altına sokup, oraya tıkıştırılmış çamaşırlar arasından, lime lime olmuş, eski, kirli bir gömlek çekti. Beş santim genişliğinde, otuz beş santim uzunluğunda bir parça kopardı. Kopardığı bu parçayı ikiye katladı. Sağlam, kalın, pamuklu bir kumaştan yapılmış geniş paltosunu (biricik paltosunu) çıkardı ve kopardığı parçayı iki ucundan birleştirerek sol koltuk altına paltonun içinden dikmeye başladı. Dikerken elleri titriyordu, ama sonuçta öyle güzel bir iş çıkardı ki, paltosunu yeniden giydiğinde dışardan hiçbir şey belli olmuyordu İğneyle ipliği ne zaman hazırlamıştı, bunlar bir kağıda sarılı olarak masanın gözünde duruyordu. İlmik konusuna gelince, bu, kendisinin son derece ustalıklı bir buluşuydu: baltayı asmaya yarayacaktı ilmik. Sokaklarda elinde baltayla yürüyemezdi. Baltayı paltosunun içine gizlese bile, yine eliyle tutması gerekecekti ki bu da hemen göze çarpardı. Şimdiyse sapını ilmiğe geçirdi mi, yol boyunca koltuk altında tehlikesizce durabilirdi balta. Elini yan cebine sokarak, sallanmasın diye baltanın sapını da tutabilirdi. Paltosu çuval gibi geniş olduğu için, cebinden içerde bir şeyleri tuttuğu hiç belli olmazdı. Balta sorununu ilmikle çözümlemeyi iki hafta kadar önce akıl etmişti.
İlmik işini bitirdikten sonra, elini “Türk işi” küçük sedirle döşeme arasına sokup sol köşeyi araştırdı ve epey önce hazırlayıp buraya gizlediği rehini çıkardı. Gerçekte bu bir rehin falan değil, boyutları gümüş bir tabakayı andıran, düzgünce yontulmuş bir tahta parçasıydı.
Gezintiye çıktığı bir gün bir atölyenin avlusunda rastlantıyla bulmuştu bu tahtayı. Daha sonra, yine yolda bulduğu düzgün ve ince bir demir levha/ı ekledi tahtaya. Tahtayla demir levhayı üstüste koyup (demir, tahtadan biraz küçüktü) iplikle çaprazlama olarak sımsıkı birbirine bağladı. Sonra bunu temiz, beyaz bir kağıda özenle sardı, paket yaptı, paketi de çözülmesi son derece ustalık isteyen bir biçimde bağlayıp düğümledi. Amacı, kadın paketi açabilmek için düğümle uğraşırken zaman kazanmaktı. Madeni plakayı, kocakarının bu “sey”in tahta olduğunu hiç değilse ilk bakışta anlamaması için eklemişti. Bütün bunlar ne zamandan beri sedirin altında gizli duruyordu. Tam rehini eline almıştı ki, dışardan birinin bağırdığını duydu:
“Saat altıyı geçiyor!” “Geçiyor mu! Aman Tanrım!”
Hemen kapıya atıldı, kulak kesilip çevreyi dinledi, sonra şapkasını kaptığı gibi bir kedi sessizliğiyle on üç basamaklık merdivenden inmeye başladı. Yapılacak en önemli iş vardı şuanda önünde: mutfaktan baltayı çalacaktı. İşini baltayla görmeye uzun zaman önce karar vermişti. Bir de sustalı bahçıvan bıçağı vardı, ama bıçağa, bıçaktan da çok kendi gücüne güvenemiyor-du; bu nedenle kesinlikle balta üzerinde durmuştu. Yeri gelmişken, aldığı kesin kararlarla ilgili bir özelliği belirtelim; tuhaf bir özelliği vardı bu kararların: verdiği her karar kesinleştikçe gözüne çirkin ve anlamsız görünüyordu. Bütün o dayanılmaz iç çekişmelerine karşın, düşüncesinin gerçekleştirilebilir bir şey olduğuna bir an bile inanmamıştı.
Eğer her şeyi son ayrıntısına dek gözden geçirip, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesin karara varabilmiş olsaydı, böyle bir durumda, tasarladığı şeyi gerçekleştirilmesi olanaksız,iğrenç bir şey olarak nitelendirir ve herhalde yapmaktan vazgeçerdi. Ama daha çözümlenmemiş, belirsiz bir sürü şey vardı. Baltayı nereden bulabileceği sorunu onu hiç düşündürmemisti, kolayca çözümlenebilecek bir küçük ayrıntıydı bu. Nastasya, özellikle de aksamları, evde pek bulunmazdı, ya komşu gezmesine çıkar, ya bakkala giderdi; mutfak kapısını da her zaman ardına kadar açık bırakırdı.
Pansiyon sahibi kadınla sürekli kavgalarının nedeni de buydu zaten. İste böyle bir anda sessizce mutfağa girip baltayı almak, bir saat kadar sonra da (her şey bittikten sonra yani)
getirip baltayı aldığı yere koymak işten bile değildi. Ama bazı kuşkulu durumlar da yok değildi: bir saat sonra baltayı yerine koymak için geldiğinde ya Nastasya mutfakta olursa? O zaman, Nastasya’nın çıkmasını beklemek için geçip gitmesi gerekecekti. Peki ya Nastasya bu arada baltayı arar ve bulamayınca da bağırıp çağırmaya baslarsa? Al sana kuşkulu bir durum, ya da en azından kuşkuya yol açabilecek bir olay!
Ama bu, üzerinde düşünmeye bile gerek görmediği bir ayrıntıydı, kaldı ki böyle bir şeyi düşünmeye zamanı da yoktu. Ana sorunu düşünüyordu o, böylesi ayrıntıları ise her şeye aklının yatmasından sonraya bırakıyordu. Ama her şeye aklının yatması olanaksız gibi bir şeydi. En azından ona böyle geliyordu. Birgün, artık düşünmeye son verip, doğruca oraya gidebileceğini hayalinden bile geçiremiyordu. Dahası, geçenlerde yaptığı deneme bile (yani yeri son bir kez daha gözden geçirmek için gidisi), “ne diye hayal kurup duruyorum, gidip kendi gözlerimle görmeyi bir deneyeyim!” türünden, gerçeklikten uzak, yalnızca bir deneme olmaya yönelik bir girişimdi, ama buna bile dayanamamış ve vazgeçip öfkeyle kaçmıştı. Öte yandan hiç değilse sorunun ahlaksal çözümlemesini bitirmiş, her yönden kendine inancı bilenmiş ve artık kendine bilinçli olarak karşı koyabileceği bir nokta kalmamış sanılabilirdi.
Ama işte şu anda kendine hiç de inandığı yoktu. Sanki kendi istemiyor da birileri buna onu zor-luyormuş gibi, yan çizecek, kaytaracak boşluklar arıyordu. Her şeye bir anda karar vermesine yol açan rastlantının yer aldığı şu son gün, üzerinde mekanik bir etki yapmış gibiydi: sanki biri elinden tutmuş ve karşı konulmaz bir güçle ve hiçbir karşı koymaya yer bırakmayacak bir biçimde çekip sürüklemişti kendisini. Sanki elbisesinin eteğini bir makinanın çarklarına kaptırmış, makina da onu kendine çekmeye başlamıştı.
Başlangıçta -epey önceleri ama- onu şu sorun düşündürüyordu: hemen bütün suçlar nasıl oluyor da böylesine kolaycacık ortaya çıkıyor ve hemen bütün suçluların izleri böylesine çabucak bulunabiliyor? Düşündükçe ilginç birtakım sonuçlara vardı: ona göre bunun başlıca nedeni, suçun gizlenmesindeki maddi olanaksızlıktan çok, suçlunun kendisinde aranmalıydı; hemen her suçlu, suçu işlediği sırada; yani aklın, iradenin, dikkatin en yoğun olması gerektiği anda, akıl ve irade yönünden güçsüzlüğe düşüyordu; akıl tutulması ve iradeyi kaybetme tıpkı bir hastalık gibi geliyordu.
Fyodor Dostoyevski
Suç ve Ceza’dan bir bölüm
merhaba yayınlamış oldugunuz radyo tiyatrosu için çok tesekur edrım suç ve cezanın diger bölümlerini de yayınlarmanızı rica edıyorum. hoscakaln!
Cvp:
Teşekkür ederiz bir aksilik olmasa her cuma günü iki bölüm yayınlayacağız.
Selam ile.
İLGİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM. HOSCAKALIN!!!
cvp:
Biz teşekkür ederiz.
Kitabını okumakta zorlanmıştım böyle çok daha akıcı olmuş 🙂 Yalnız bölümler için ayrı bir topic olsaydı çok daha iyi olurdu böyle biraz karışık olmuş en saon 14. bölümde kalmıştım bulamadım şimdi 🙁
Cevap
İkişer bölüm olarak yayınladığız radyo tiyatrolarının altında sonraki ve önceki bölümlerin linki oluyor.
14. ve 15. bölüme http://www.cafrande.org/?p=36986 adresinden ulaşabilirsiniz.
Teşekkürlerimi sunuyorum, uykusuz gecelerime bir yoldaş bulmuş gibiyim…