“Birlikte indik. Yan yana yürüyorduk.” Macera – Orhan Kemal

orhan kemalVapurda omuz omuzaydık. Bunaltıcı, öğürtücü, uyku getiren bir sıcak oflatıp puflatıyordu. Sağa sola bakınırken dipte t dipte bir kişilik bir yer keşfedip, usullacık gittim. Tam da pencerenin önüydü. Derhal oturdum.
Karşımda, fazla kavrulmuş bir kahve tanesini hatırlatan kırış kırış bir kocakarıyla ilk bakışta dikkati çekecek hiçbir özelliği olmayan, zayıf bir kız oturuyordu. Başında acı kırmızı bir eşarp, sırtında omuzları düşük, kirli bir erkek ceketi, çıplak ayaklarında ipsiz, keten lstikler.
Kocakarı eski bir tiryaki alışkanlığıyla cigara içmekte, kız da bozuk bir çakmakla oynamaktaydı. Arada çakmağı açıyor, yayını, taşlarını filan çıkarıyor, tekrardan takıyordu. Bunu bir, beş, on defa tekrarladıktan sonra müthiş bir can sıkıntısıyla içini çekip genleşti. İşte o sıra gözgöze geldik. Bu bir anlık gözgöze gelişte ondaki bir çift fevkalde aydınlık kahverengi gözün farkına vardım. Uzun, siyah kirpikli, ışıl ışıl gözler..

Dikkatle bakışım onun da dikkatini çekmiş olmalı ki, çakmağını söküp takarken o da dikkatle bakmıya başladı. Bir ara gülümsedi hatta Omuz omuza vapuru, uyku getiren, öğrütücü, kaşındırıcı sıcağı unutmuştum. İstiyordum ki daha sık, daha uzun uzun baksın, gülsün, bir şeyler sorsun…

Çakmağını birden yere düşürdü, fakat eğilip almadı. Yüzüme bakıyordu. Benim vermemi istiyor gibi. Bense… «A a… Daha neler. Kızı yerinde şeyle…» diyeceklerinden çekiniyordum. Etrafı kolladım. Kocakarı uyukluyor, ötekilerse.. Herkes kendi aleminde…

Eğildim, çakmağı yerden alıp uzattım. Teşekkür etti, gülümsedi. Sonra kocakarıya baktı. «Şimdi onu nasıl matrağa alacağım, bak» demek istiyerek göz kıptı. Kocakarı başka alemdeydi. Dirseği ile dürten beriki:

— Haminne, dedi, ben bu çakmağı satacağım! Gözlerini hafifçe aralıyan kocakarı, başını ağır ağır

salladı.

— Satamaz mıyım yani?

— Satarsın.

— Beş liraya satacağım hem de..

— Aferin.

— Parasile ne alacağım biliyor musun?

— Haminne, hişt haminne be!

— Ne var?

— Parasile ne alacağımı biliyor musun?

— Ne alacan?

— Ruj, pudra, oje…

Kocakarı lehavle çekerek, kıza sırtım dönmek istedi..

Kız:

— Günah mı? dedi, ruj, pudra, oje günah mı yani?

Kocakarı cevap vermedi. Fakat şeytan kız rahat bırakmıyordu ki.

— Dudaklarımı bir güzel boyıyacağım, tırnaklarımı da. Yüksek topukluyu giydim mi, Allah! Herkes bana bakacak.

Kocakarı homurdandı.

Beriki:

— Ne o? dedi, ne var?

— İyi şeylere heves et.

— Beyoğluna bile çıkacağım. Kolumda çanta, başımda eşarp. Herkes bana bakacak. Laf atan atana, peşime düşen düşene..

Kocakarı söğüp sayacak kadar hırslanmıştı.

— Çocuk, dedim, bakmayın kusuruna..

— Çocuk mu? Neresi çocuk bunun? Ben onun kadarken ikinci çocuğumu emziriyordum!.

Kız makaraları koyuverdi.

Kocakarı:

— Edepsiz! dedi, açıkta bir şey gördün galiba. Etraftan da utanmıyor, rezil..

Kız durup durup gülüyor, gülmekten iki kat oluyordu.

Kocakarı birden öfkeyle fırladı:

— Kız sus ha, dedi, sus, vallahi kendimi kaldırır atarım denize!

Gözleri dönmüştü, sahiden de atabilirdi. Kırışık boynunun sarkık derileri titriyordu.

Kıza:

— Yapma.

Dedim. Sözümü tuttu, hatta ciddileşti. Sonra da elindeki çakmağı denize fırlattı.

Kocakarı yerine oturmuştu.

— Şimdi de küstü., dedi, kuyruklarından da kıl aldırmazlar!

Bana döndü:

— Nine olacağıma keşke taş olsaydım. Kızgın güneşin altında bütün gün beynim kaynıyor. Nedir, torunlarıma bir lokma ekmek götüreyim diye. Yaşım yetmiş. Bugün yumsam gözümü, dökülür kalırlar.

— Bundan başka var mı?

— İki oğlan daha var. En büyükleri bu. Bu da işte görüyorsun, delinin biri.

Kız:

— Evet, dedi, delinin biri.

— Ne nasihattan anlar, ne bir şeyden. Bütün gün sabahın beşinden akşamın yedisine, bazan sekizine kadar, o güneşlerde…

— Ne iş yapıyorsunuz?

— Güvercin yemi satıyorum evladım. Güneş, sıcak, ter. Şu tepem kaynıyor. Elimde ıslak bezler. Tepeme koyuyorum. Bir de bakıyorum ki kuruyuvermiş.

Gözleri yaşardı.

— Allah yarabbi, dedi, almaz canımı ki onlar da kurtulsun ben de..

Pencereden küskün küskün bakmakta olan torun birdenbire döndü. Kahverengi gözlerine sanki güneş vurmuştu. Ninesinin boynuna sarıldı, başını ihtiyarın omuzuna koydu.

— Nineciğim, canım nineciğim..

— Canın nineciğin oldum şimdi değil mi? Beni üz üz de..

— Üzmem, Vallahi üzmem bir daha.

— Evet üzmezsin. Üzmezmiş..

— Vallahi üzmem, billahi üzmem.

İhtiyarın kavruk yüzü güldü. Sonra kuru elleri torununu kucaklayıp kendine çekti.

— Yavrum benim..

— Nineciğim. Sen hiç ölme emi?

Kocakarı göz kıptı.

— Eh. Hiç ölmem.. (İçini çekti) Aaah ah. Şu tatlı dilleri de olmasa, bu kahırlı dünyanın hiç çekileceği yok.

— Babası yok mu? diye sordum.

Cevabı kız verdi:

— Var. Edirne’de. Bir orospuyla kaçtı gitti.

Kadın:

— Gözü çıksın!, dedi, hayırsız. Bunlar benim Pembemin yadigarları asıl.

— Pembe kızın mı?

Gözlerini kuruladı..

— Kızım.

— Ne oldu?

— Doğururdu dördüncü çocuğunu, ters geldi…

Vapur Fener iskelesine yanaşıyordu, inmem lazımdı ama gelmedi içimden. Peki, ya Kaathanede oturuyorlarsa?

Balatta kalktılar. Ben de kalktım. Birlikte indik. Yan yana yürüyorduk. Sağda bir sokağa saptık. Acı acı sidik kokan harap bir duvarın yanından, ufacık bir ampulün zorla aydınlattığı geniş bir meydanlığa çıktık. Bir yanımızda kayık, mavuna kadavraları öbür yanımızda, kimbilir hangi Avrupa memleketine sevkedilecek hurda demir yığınları. Hava mazot kokuyor, tozlu gecenin derinliklerinden fabrika iniltileri geliyordu.

Birdenbire Ayvansaraya çıktık. Karşıda, aydınlık göğe yaslanmış karanlık evler kalabalığı.

Yavedut caddesini karşıdan karşıya geçecektik. Tekmil vidaları ile gıcırdıyan hantal bir otobüs önümüzden ağır ağır geçip, Defterdara doğru gitti.

Karşıya geçtik.

Kız neler anlatmıyordu!

Bir Ahmet abi vardı, seyyar sebzeci.. Onunla her zaman Balat sinemalarına giderlerdi. Birinde Kaathaneye gitmişlerdi. Kaathanede Ahmet abi çiklet almıştı, dondurma, gazoz.. Sonra kayığa binmişlerdi. Ahmet abi onu sık ağaçların altına çekmiş, ıslak toprağa yan yana oturmuşlardı. Karşıda ağır ağır gidip gelen nöbetçi askerin postallarına dalmıştı. Bir de bakmıştı ki, Ahmet abi sırtüstü uzanmış uyumuyor mu? Eteklerini tuta tuta, usulcacık kalkmış, yallah!

Ya vapura gelirken, yolda? Önüne fitil gibi sarhoşlar çıkmıştı da «Hadi be siz de.. diye boşvermişti.

Ya o sarı oğlan? Pembe pembe yanakları vardı ama, sulunun biriydi. Öpmek isteyince, oğlanı bir itmişti ki, eh.. Oğlan yallah hendeğe, ötekiler peşinden seğirtmişlerdi. ama, nerdee…

Ertesi gün met bide surat bir karış. Bir karış da ne? İstediği kadar surat etsin.. Bu, kaşlarını çatıp dilini çıkardı mı, tamam.

Başındaki kırmızı eşarbı Amet abi almıştı. Amet abi ona daha neler alacaktın… Yüksek topuklu iskarpin, Amaroza entarilik vual çorap, mavi eşarp.. O zaman Beyoğlu sinemasına gideceklerdi…

Elektrikleri arkamızda bırakıp dalıyoruz yıkık duvarların harap karanlığına. Yukarda aysız gökyüzü, donuk yıldızlar. Havada gübre kokusu.

— Sen de ninenle birlikte mi yem satıyorsun?

— Bazı bazı.

Ninesi:

— İsterse öyle satar ki, dedi cin gibi.

— Subay, memur, bayan… Kim olursa olsun. Bir asıldım mı, elimden kurtulamazlar. Allah gençliğini bağışlasın sevdiğin çift olsun dedim mi enayilerin ciciği gevşeyiverir, toslarlar çeyrekleri, onlukları…

Karanlığın içinde birdenbire çocuk sesleri peydahlandı. Sesler gittikçe yaklaşıyordu. Az sonra iki küçük karaltının koşarak geldiğini farkettim.

Kız:

— Kardeşlerim!

diye, eşarpı uça uça koştu.

Döndüm.

Karanlıklarda uçuşan ateş böcekleri. Aşağılara serili Haliçte vapur karaltıları.. Yavedut caddesine doğru ağır ağır iniyorum. İçimde pırıl pırıl bir çift göz, Amet abi, koyu yeşil ağaçlar kalabalığı, ıslak toprak, kovalanan bir kızın uçan etekleri ve acı kırmızı eşarpı…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz