Birikim bilimi ve Tarihin Büyük Mirası: İbrahim ile Muhammed – Dr. Hikmet Kıvılcımlı

İnsanlık tarihinin en yazısız vahşi çağlarına ait belgeler bile, evrimsel yorumları, ilerletecek birikimler yaptı. Yine yazısız barbarlık çağlarıyla ilgili belgeler; karanlık kalan antik medeniyetler tarihiyle ilgili arkeolojik kazılar; tabletlerin eski çivi yazılarının çözümlenişiyle okunması; bu konulardaki arkeolojik yorumlar inanılmaz birikimler yaptı. Günümüzdeki iletişim ağının evrencil donanımı ve hızlanışıyla da bu birikimler hemen herkese ulaşabilecek yakınlığa geldi.
Bu durumda evrimcil görüşlerin sıçrama yapmaması düşünülmezdi. İster, istemez, bu birikimlerin üzerine oturan batılı aydınların üniversite çevresinde olsa da din yorumları maddeci bir ivme kazandı. Tevrat ve İncil’in Sümer’deki köklerine kadar inildi. Bu görüşler 12’nci ve 16’ncı yüzyıllara kadar iniyordu. Daha da geliştirildi.
Ancak bilgilerin üst üste yığılması gerçekten onları bilince çıkarmak anlamına gelmiyordu. Asıl önemli olan Tarihin gidiş kanunlarını bulmak ve yorumunu bu kanunlara göre yapmak idi. Ve daha önemlisi hayatı bu kanunlara göre yeni baştan örmek idi.
Bu zaruretlere uyulamayınca yazan ve söyleyenlerin kendileri bile ne yazıdıklarını ve ne söylediklerini unutabilirlerdi. Doğal olarak hayat kendi kanunları merkezinde müdahalesiz akıp giderdi.
Kültür, kuru bilgiler (kütüphaneler) kırkanbarı değildir. Ekonomi temelli bir toplum sisteminin o temellerde sımsıkı bağları bulunan çatı hatta gövdeye uzanan katlarıdır.
Bu yüzden kuru bilgiler hayatla ilgisi kalmadığı ölçüde uçup giderken, hayatın kanunları bizzat hayatı oluşturduğu için her insanın iliğine kemiğine bürünerek yaşayıp giderler. İşte kültürün bilince çıkarılması, hayatın kanunlarının bilince çıkarılması temelinde kalıcı adımlar atabilirse ve bilince çıkarılanlara ayak uydurabilirse ilerletiği zaferler kazanabilir. Kültür yeni baştan bir sistem kurabilirse kültür olur.
Kur’andaki Allah sistemi, kendinden hemen önceki İncil ve Tevrat’tan değil, en eski ortodoks Hz. İbrahim geleneceğinden alınmadır. Çünkü Tevrat ve İncil’in yazıları değil ama, Musa ve İsa’ya yansıyan asıl Temel ruhu yine ibrahim geleneğinden alınmadır.
Fakat hepsinin Allah sistemini yorumlayışı farklı farklıdır. Hepsi bir tek Allah’a inanmakla birlikte yaşadıkları koşullar bakımından tarihsel görevleri başka başkadır. Ve her insan gibi onlarda kendi çağlarının birikimleriyle düşünüp davranırlar. Bu ölçüde ayrılıklar adım adım geliştirimler olur.
Hz. İbrahim zamanı: kabaca zamanımızdan 4000 yıl öncedir: İsa öncesi 1900 yılları Hz. Musa zamanı: zamanımızdan 3000 yılı aşkın bir zaman öncedir. İsa öncesi 1300. Hz. isa Zamanı: Zamanımızdan 2000 yıl öncedir. Hz. Muhammed Zamanı: Zamanımızdan 1400 yıl kadar öncedir.
İbrahim ile Muhammed araşında en azından 2500 yıllık bir zaman farkı bulunur. Bu çağlar farklıdır. Her çağ, toplum biçimleri gelişim kanunlarının yepyeni açılımlara girdiği hatta başkalaştığı bir altüstlüğü veya altüstlükler zincirini kapsar. Oysa İbrahim ile Muhammed zamanı arasında bir çağ değil birkaç çağ farkı vardır.
İbrahim henüz, antik tefeci bezirgan medeniyetlerinin LOKAL aşamasını aşıyordu. Irak-Mısır-Hint ve Çin tefeci bezirgan medeniyetleri kendi içlerinde birbirlerine pek açılamayan, ticaret yollarıyla bağlı ama geliş gidişleri ancak çok zor koşullarda kervanlarda askercil korumalar altında yapabiliyordu. Aralarında barbar toplulukların ölümcül bendleri bulunuyordu. Sadece Orta Ticaret Yolu en işlek olanıydı. Kuzey ve Güney Ticaret yolu pek işlek değildi. Ve medeniyetler henüz BİTKİCİL denecek yavaşlıkta lokal gelişiyordu. Daha hareketli HAYVANCIL medeniyetler çağına geçilmemişti. Bu aşama henüz Grek medeniyetiyle açılmaya hazırlanıyordu.
Oysa Muhammed zamaninda tefeci-bezirgan medeniyetleri lokal aşamayı çoktan aşmış evrencil aşamaya geçmeye hazırlanıyorlardı. İslam Medeniyeti, EVRENSEL tefeci bezirganlık aşamasını açtı. Muhammed bu aşamayı, Kur’an’ın Arabistan’da iktidar olmasıyla temellendirdi.
Medeniyetler arasındaki barbar toplulukların medeniyete (sınıflı topluma) çözülüşlerini hızlandırarak ve tabii ki bu sayede medeniyetleri de canlandırarak antik ticaret yollarını işlek biçimde birbirlerine ve medeniyetlere bağladı: tefeci-bezirganlık evrensel çağına ulaştı. Tarihin kontenjanında medeniyete geçebilecek kent kalmadı. Böylece Hz. Muhammed’in bu tarihsel görevini kavrayarak “Son Peygamber” öngörüşü gerçek oldu.
Peygamberlik, bilhassa kutsal kitap inmiş peygamberlik Kent’ten Orijinal medeniyete geçecek barbar toplulukların yaratığıdır.
Arabistan barbarlığı ve tefeci-bezirganlığı, çökkünleşen Mısır- Habeş İran-Bizans-Hint ve uzakta da olsa Çin medeniyetleriyle (durgunlukla) kuşatılmıştı. Orta ve Kuzey Ticaret Yolları bu yerlerde tıkanmıştı. Onlara düşen hemen Kızıldeniz Umman’a ve Hint Okyanusu’na açılan Güney Ticaret Yolu idi. O yolu kullanıp birikim yapabilirler. Ve Orta ile Kuzey ticaret yoluna huruç edebilirlerdi. Öönlerinde bir tek engel vardı: Mekke’nin daha doğarken çürümeye başlayan Ebu-Sufyan tefeci-bezirganlığı. Yoksul tefeci-bezirganlar topraklarını tefecilere kaptırmış Medine köylüleri esnafları ve bedevileri, Muhammed’in bu sezilerini ruhlarında ve bedenlerinde duymakta ve başarı azmiyle teşkilatlanmakta gecikmediler. Hatta bu konuda Muhammed’den daha ileri gerçekci ve medeniydiler. Kur’an’ın hemen her ayetinde mala mülke-medeniyete tapmanın, medeniyet çöküşüyle ve Allah’ın cehennemcil gazabıyla cezalandırılacağının bildirilmesi; Allah korkusu ve sisteminin daima hatırlatılmasından alacağımız bir derste budur: Medeniyete geçen barbarlara medeniyet özendirilmiyor. Medeniyete sevkedilmiyor; daha çok medeniyete geçilmişce, medeniyetin, kendilerinden önceki medeniyetler gibi şaşa ve zulüm içinde çürüyüp yıkılmaması için Allah hükümleri hatırlatıyor. Çünkü Muhammed zaten görüyor ve yaşıyor: Arabistan barbarlığı medeniyete geçmekte kendisinden daha çıkarcı ve daha hızlı: Muhammed 40’ına kadar yoksulluğu da zenginliği ile dünya ahvalini (medeniyeti) de yaşayıp doymuş, artık maneviyat hümanizm arıyor. Ve bildiği kaybettikçe özlediği komün kollektivizmine sarılıyor. kur’an o bezeyişlerle doludur. Burada kısaca birikim açısından yararlı olmakla birlikte kafa karıştıran iki uzmana işaret edelim.
Bu durumda Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın, Sümer kültüründen alınma-gelenek olduğunu belgelemek İbrahim-Musa-İsa ve Muhammed’in gizemini (şuuraltını) ve yaşadığı toplum biçimlerini açıklamaz. Dolayısıyla dinlerin madde ve ruhu (gizemli şuuraltı) anlaşılmaz kalır. Mistik dürtüler, toplumsal ve kişisel hezeyanlarla bütünleşerek insanlığın irili ufaklı alçaltıcı zincirleri olmaya devam ederler.
James George Frazer’in 19 uncu yüzyıl sonunda yaptığını, 20′ nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren samuel Noah Kramer, İlk Irak Medeniyeti sümer’de yoğunlaşarak yapmaya çalıştı. Ama bunu daha önce Berosse Tarihi, ve Andre Parrot’un sümer tarihi yapmıştı bile…
Yine de her iki çaba da boşa gitmedi. Frazer, bütün kültürlerini barbar hatta vahşi temellerine işaret etti. Kramer medeniyet kültürlerinin Sümer’deki köklerine işaret etti. 1
Ancak her ikisi de belgelerin toparlanışı ve karşılaştırmalı parelelliklerini gösteren karmaşık birikimlerden öteye geçemediler.
Çünkü toplum biçimlerinin gelişim kanunlarıydı asıl olan: Kültürler o kanunlara kopmaz bağlarla bağlı etki tepki içinde gelişiyorlardı. Kanunlar ele geçmeden hangi kültürün nerede ve ne zaman hangi sebeble ortaya çıkıp battığı veya benzer parelelliklerle ortaya çıkarken, neden benzer paralellikler içinde battığı ve yeniden ortaya çıktığı bilinemiyordu. O zaman gelişim kanunlarını bulmadan bilgileri üst üste yığmak ne işe yarayabilirdi? Toplum biçimlerinin gelişim kanunlarını bulmaya yarayabilirdi. Ve buna yaradı. Bu yüzden bu tür bilimler birikim bilimi olmaktan öte geçemediler. Ancak bu birikimler olmadan da asıl kanunları arayıp bulan tasnif bilimi kendini ortaya koyamazdı…Bu böyledir diye birikim ile tasnifi karıştırmamalıyız…. İbrahim ile Muhammed’e dönelim: farklı çağlar farklı sentezler getirmiştir, demiştik.
Hz. Muhammed’in yaşadığı çağ ve bu çağın determinizmiyle aldığı bilgiler yorumları ve uygulayış bu yüzden Hz. İbrahim’den çok farklı oldu. Kabaca bakıldığı zaman, aynı Allah sistemine inanıyor ve uyguluyorlardı. Ama bilgiler yorumlayış ve uygulayış (en az 2000 yıl sonra ve antik çağların içinde kutsallar çağı olarak anılabilecek bir başkalaşımın alt üstlüğün eşiğinde) şüphesiz ki aynı kalamazdı. Nasıl Sümer’deki din anlayışı, Hz. İbrahim’de başkalaşmışsa, Muhammed ve Kur’an’da da çok farklılaşmıştı.
Bu başkalaşım: kalite sıçrayışı, Allah sistemine bakılarak yüzeysel bilgi yığılımı ve karşılaştırmalarıyla (Aristo mantığıyla) çözümlenemezdi. Tarihsel gidişin aydınlatılmasıyla ele geçirilip günümüzde yararlı olabilir hale getirilebilirdi.
*

Muhammed komünün kollektif aksiyon ruhunu iliklerine dek yaşayan berrak zekalı-gerçekci aşiret çocuğuydu. “El Emin” ünvanını genç yaşta alabilecek kadar dürüst, saf, temiz idi. Berracık çocuk beynine düşen her olayı sentezlere ulaştırabilme yeteneğini geliştirebilecek evrencil çelişkiler (ticaret yolları) içinde yetişmişti. Bu yeteneğini, her olayı yorumlamaktan ve hükme bağlamaktan çekinmeyen cesaretiyle, peygamberlik: tarihsel devrim sırasında (23 yıl boyunca) dahiyane öngörülere ve ayetlere sıçratmaktan geri durmadı.
Bu gerçekçi bilimsel sezilere denk düşen yorum ve kararları, elbette Hz. İbrahim’in Allah geleneğiyle çelişecekti. Skolastik eski Allah sistemini apaçık bozamasa da, kendi içinde Allah’ı kavrayışını, yaşadığı ve yorumladığı tarihsel devrim olayları paraleline sokarak alabildiğine insancıllaştırdı: tarihsel determinizme yaklaştırdı. Yaşadığı çağ, antik Tarihin orijinal medeniyetlerinin sonunu müjdeliyordu. Bundan sonra, göçebe barbarların medeniyet rönesansları çağı açılacak ama bu sadece eskinin yeniden canlanarak bir adım daha ileriye gidilmesini ve modern Sosyal Devrimler çağının açılmasını hazırlayacaktı. Bu yüzden Muhammed, tarihin büyük mirasının yaratığı olarak başka türlü davranamazdı. Muhammed ve Kur’an’ın olduğu gibi, tarihin O’nu yarattığı gibi yorumlanamaması ise, tarihin bu büyük mirasına ihanet olur. Olsun denemez. Küçük ihanetlerimizin ve yenilgilerimizin bile, tarihin bu yanlış yorumlanışlarına gidiş kanunlarına aykırı pozisyon almamıza bağlı kaldığını unutmamalıyız. Kuran’ın her zaman hatırlattığı gibi Allah’ın kanunlarına karşı gelmenin her zaman bir cezası vardır…
14 üncü İbrahim Suresi 51 inci ayet:
“Allah her nefsi kazandığıyla cezalandırmak için çabuk hesaplıdır. ”
45 nci ayet:
15 inci Hicr Süresi, 23 üncü ayet:
“Kendi özlerine zulmedenlerin (Ad ve Semud gibi) yurtlarında yerleştirildiniz, onlara nettiğimiz (nasıl cezalandırdığımız) sizce bilinmişti; ve sizlere örnekler de getirmiş idik”
“Ancak biz diriltiriz, biz öldürürüz, biz kalırız”
Kalıcı olan sadece tarihsel determinizmin kanunlarıdır. Madde ve mana ondan gelir ona döner:
96 ıncı Ahlâk Suresi, 8 inci ayet:
“Dönüş Rabbi’nizedir”
99 uncu Zelzele Suresi, 7 ve 8 inci ayetler:
“Kim bir zerre denli iyilik yapmışsa bulacak onu”
“Kim bir zerre denli, şerre sapmışsa bulacak onu”…
Kur’an’dan yüzlerce yıl sonra yaşamını tarihsel maddecilikte savaşarak geçirmiş bizim deyişlerimizle, Kur’an ayetlerinin paralelleşmesi tesadüf sayılabilir mi?
Sadece bizim değil, bu ve benzeri nice ayetin modern insana bile hâlâ sempatik gelmesi, sempatiklikten öte; yakın, insancıl, akılcıl, diyalektiğe uygun gelişinde, daha gerçekçi yorumlar aramamalı mılıyız?
“İnsan’a ameli gösterilecektir”
İnsan ne işlediyse onunla ödüllenip cezalandırılacaktır; veya daha güzeli Kur’an deyişiyle “Kim zerre ağırlığınca hayıra ve şerre sapmışsa bulacak onu!”
Gerçekten de öyle değil midir? Tarihsel determinizm, kendi kanunlarına uymayanları önce ve sonra ardı arkası kesilmez mesajlarıyla uyarır; dersini alamayanların sonu gerçekten cehennemcil ateşler kadar yakıcı devrimler karşı devrimler ve savaşlar olur… Savaşlar ve devrimler bu kadar ölümcül ve dirimcil yakıcı – yaşatıcı uyarılardan bile dersini alamamanın cezası ne ola ki? yaşayamamak sürünmek!
Toplum biçimlerinin gelişimi kacaba da olsa keşfedileli neredeyse bir asır oluyor. Morgan Marks ve Engels’ten beri, konu üzerindeki yeni birikimler de yine yüz yıldır kütüphaneleri müzeleri doldurdu. Ama hâlâ tarihte kanun aramak, olmadık işe girişmek gibi karşılanıyor… Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in yaşadığı toplum biçimleri çözümlenemezse o toplum biçimlerinin denk düştüğümüz kültürleri nasıl aydınlatabilir?
İbrahim aşağı barbar anahanlıktan kurbanlık koç kesen orta göçebe barbarlığa ve Kabe’yi kurup kent tohumunu atan yukarı barbarlığa kadar bütün komünal toplum biçimlerini 300-500 kişilik aile efradıyla yaşamakla kalmaz. İlk Irak medeniyeti sümer kentlerinden kalkıp, Anadolu’ya, savunmalar eşliğinde bezirganlık yaparak göçerken, kıtalararası medeniyetleri de tanır. İlkel sınıfsız toplum: kankardeş cennetiyle, medeniyetin sınıflı toplum: düşman kardeşler cehennemini, en canalıcı özelliklerinden karşılaştırmalı olarak iliklerine dek hisseder. Ama Aşağı Barbar ve Orta Barbar toplum (ve kültür) kökleri O’nu daima geri çeker. Ne kendisi ne de kardeşi oğlu Lut, çevre medeniyetlere yeni bir diriliş (rönesans) verebilecek güçte değillerdir. Yeni orijinal bir medeniyet yaratacak yukarı Barbar (kent) aşamasını da henüz tohum olarak içlerinde filizlendirmektedirler. Sınıflı toplum cehennemiyle kuşatılmışlardır. Tek çareyi işlek olmayan tenha Güney Yolu üzerindeki Arabistan Yarımadasına bu kent tohumunu saklayıp geliştirmekte bulurlar. Hz. İbrahim’in mucizesi komüncül kankardeşlerini medeniyet denen sınıflı topluma geçirmek değil, medeniyetten koruyarak aşağı barbarlıktan orta göçebe barbarlığa geçirmek ve kent: yukarı barbar tohumunu içlerinde filizlendirmek olmuştur.
Hz. Muhammed ise, İbrahim atasından 2500 yıl kadar sonra çoktan kentleşmiş Arap toplumunu Güney Ticaret Yolu üzerinde medeniyete geçirmekle kalmaz; uzun ömürlü bir medeniyet yaratabilmenin temellerini atar…

*

Bu kadarcık bir tarihsel senteze ulaşamıyorsak eğer; kütüphaneler dolusu uzmanlıklarımız, araştırmalarımız, onlarca yıllık nasırcıl: dönüp dönüp aynı şeyi okuyan emeklerimiz ne işe yarar.
“Bu tarihsel gelişi kabaca olsun sentezleştirmemek” sözü bile fazla; hâlâ bu tür yorumlara yöneliş, bu tür yorumlarda yoğunlaşma bile yok denebilir.
Tartışmalar bu yönde gelişebilirse peygamberler veya dinler de yerli yerlerine oturabilir; gereksiz toplumsal ve kişisel hezeyanlar kısa kesilip üretim ve yaratıcılık yarışına geçilebilir.
Artık erüdüsyon kırkanbarlıklarını aşmanın zamanı geldi de geçiyor.
Su kaynama noktasına ulaşınca (yeterli basınç da olmuşsa) buharlaşma gerçekleşir. Sürekli kaynatmanın alemi yok, artık suyu tüketmeden buhar elde etmenin daha verimli yollarına bakmalıyız.; değirmen taşlarının arasında öğütülecek tane çoktan un olmuşsa, değirmeni döndürüp taşları boşuna yıpratmanın akıllıca bir yanı yok, ekmek yapmaya geçmeliyiz.

“Bugün sizin için, dininizi olgunlaştırdım size nimetimi (kutsal kitaplarımı) tamamladım. ve size din olarak İslamı beğendim” (Maide Suresi 513 üncü ayet)

Beğenmediğimiz Muhammed, kendinden önceki birikimlerin yeterliliğini sezmişti. Bu birikimler sadece paygamberler, dinler, kutsal kitaplar alanında değildi, her alandaydı. Zaten her alan, kutsal kitaplar ve peygamber öyküleri içine girmiş bulunuyordu. Veya dinlerin nüfuz edip içine almadığı bilgi alanı yoktu. Sadece yeni çağın yeni sentezlerini içinde hissedebilecek gücü kendisinde bulabilmesi yeterli olabilecekti. Başlayınca arkası gelebilirdi. Çok geçmeden, Medine’nin kendisine kucak açmasının (Hicretin) 7’nci yılında kendisinin en son peygamber olduğunu ve en olgun dini yaratma görevinde olduğunu bütün hücreleriyle hissetti…
İnsanın kendisini, böylesine zorlu bir göreve ataması elbette yüzlerce yılda bir gelen toplumsal yaratımın işidir. Ancak kişilerin kendi özel güçleri, topluma rağmen ileri atılış dinamizimleri hiç mi yoktur. Bu gücü hepimiz kullanıyoruz aslında. Ama çıkarcı nahoş bilinçaltı aksiyonlarımızda. Bir de sentez yapabilme gücümüzde denemeliyiz kendimizi. Birikimler her alana yayılıyor. Sürat şaşırtıcı… Yaratıcı doğumlar yeterli değil, daha doğrusu yok denecek kadar az…

Dr. Hikmet Kıvılcımlı
ALLAH-İBRAHİM-MUHAMMED-BİLİM (Birinci Bölüm)
1- BİRİKİM BİLİMİ ve TARİHİN BÜYÜK MİRASI: İBRAHİM İLE MUHAMMED

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz