Kendisinin bir tanrıtanımaz olduğunu söyleyen Yahya Kemal, şiirlerindeki Tanrı’ya tanıdığı yücelikleri nasıl açıkladığı sorulunca: “O halkımın itikadıdır” demekle neyi anlatıyor acaba? Şiirin koyduğu yaşama bağlılıktan başka nedir bu? Nice yontucu, besteci, ressam, hep kendi yaşamalarının koyduğu konuları mı yazmış, çizmiş, yontmuştur? Peki, bütün bunlara karşın hâlâ da niçin bir ozan, bir ressam, bir besteci, şiirin, resmin, bestenin koyduğu yaşama, yaşam gözüyle bakar? Kendisini bu yeryüzünde bir o belirleyeceği, doğrulayacağı, tanıklık edeceği için elbet. Yaşarken kendisini niçin bir ölüye benzetiyor, Sartre? Yazamadığı için. Yaşadığını başka türlü nasıl tanıtlayabilir yazmadıkça. Yazamayan, çizemeyen, yontamayan her yaratıcı yaşayan bir ölüdür.
Bitimsiz bir varoluş biçimi diye adlandırabileceğimiz doğayı yadsımak kimin elinden gelir? Her şeyden önce vardır, sonsuza dek de varolacaktır. Varlığıysa durmadan değişen, çeşitlenen, gelişen zengin bir çizge koyar. Tekdüzeliğe, durukluğa düşmez. Evrimin ta kendisidir. Yalnız bunlar mı? İnsanın, toplumun en doğru yasalarını da o koymaz mı? Bu yüzden olacak kimsenin usundan onu yoksamak, hayırlamak geçmez. Bu böyledir ama, kimi yaratıcılar onu onayıp, onunla yine de ilgisiz kalabilmiştir. İlgisizlik belki ağır kaçabilir. Onu görmeyebilmiştir. Olüdoğayla yani nesneler dünyasıyla uğraşmışlardır. Özellikle de manzarayı tanımamışlardır. Mallarmé yaşamının en olgun çağında Paris’ten uzaklaşıp bir kır evine çekildiğinde, doğayı görmemezliğe geldiğini, onunla bir alışverişe girmediğini söyler. Manzarayı yoklar ve doğayı ancak kar altında görmeye dayanabilir. Dinginlikle ancak o zaman bakabilir manzaraya. Her türlü dışsal alışverişe gözünü kapayıp, yalnız kendini bulma, kendini koyma. Bir çeşit zırhlanma doğaya karşı. Benim, manzarayla ilişkim de böyledir. İlgisizimdir, ya da çok kısa sürer bu ilgim, manzarayı çabuk yoklayabilirim. Kısaca, manzarayı, bir yaratma aracı olarak görmem. Hele karşıma hiç almam. Varolduğu için değildir bu ilgisizliğim, nice varolan şeylere bir resme, bir yontuya, bir kitaba, bir şiire bağlanmamazlık edebiliyor muyum? Hayır, bunun için değil, salt ilgilendirmediği için. Gerçi bir ağaç, bir yaprak, bir ağacın, bir yaprağın büyüyüşü, dal budak salısı her gün aldığı biçimler; ya da bir suyun, incecik akan bir suyun bu dünya yüzündeki yolculuğu; bir balığın, bir böceğin yapısı, yaşamı, bir ormanın soluk alışı korkunç ilgilendirir beni. İnsanların tarihi gibi suların, ormanların, bitkilerin, hayvanların tarihini de bilmek isterim. Bir yaprağa, bir böceğe, toprağa, göklere bunun için eğilirim. Ama hep bilmek, öğrenmek istememdendir bu. Yeryüzünün bir dökümünü yapmak, kaynakçasını çıkarmak için. Sığınmak için değil. Bilerek bir yana atmak doğayı yani. Bütün klasik çağ sanatçıları gibi. Hem yalnız klasik çağ mı? Benin, manzarayla, doğayla ilgim ilersi. için, bu yeryüzünü depolamak, tanımak içindir. Yoksa bir yaratma aracı olarak ne gökler (evet, ne gökler), ne günbatımları, ne güneşler, ne sular baskısı altına alırlar beni. Bir gereçler evreni diye bakarım manzaraya. Bir yatırım.
Hem manzara dediğimiz da nedir? Alın denizi. Tekdüzeliğin kendisidir. Bütün sıvılar gibi de yer ve biçim düşkünüdür. Bir rengi de yoktur; vardır ama emanet bir renktir o, kendisinin değildir. Etkisini de (bakılmak olan etkisini) en kısa sürede yitirir. Yatay bir çizgidir, bütün yatay çizgiler gibi de devime ters düşer. Nesnelerle karşılaştırırsak, sevgili nesneler gibi insan yaşamına karışmaz. Bakar yalnız. Bir manzara olarak budur koyduğu. Hem yalnız deniz midir alışılan, eskiyen? Bütün manzara alışılır, eskir. Yeniliği, çarpıcılığı bir anlıktır.
Egemenliğinize aldınız mı silinir, yiter. İçinde olmadıkça, yaşamadıkça bütün manzara duruktur. Algılanır ancak, o kadar. Nesnelerin, ölüdoğanın koyduğu dünya yanında sönüktür, fakirdir. Nesnelerin zenginliğini bulamayız manzarada. Her şeyden önce de insanlığını. İnsandan sonra, insana en yakın şeylerdir nesneler. Yalnız insanın buyruğunda çalıştıkları için değil, insan ilişkilerini en yalın biçimde yansıttıkları, insanla en çok alışverişe girdikleri için. İnsanın dışında başka nerde vardır nesnelerin saçtığı kardeşlik, zenginlik? Nesnelerin yanında azınlıktadır manzara. Bir öksüz yaşamıdır benim biçtiğim manzaraya. Bu yüzden Morelli manzarayı yadsıyıp şişelerin resmini yapmadı mı bütün yaşamı boyunca. Nedir Morelli’nin bulduğu sıra sıra şişelerde? Şişeleri, gökyüzünden, sulardan, nehirlerden, ormanlardan günbatımlarından daha mı resimsel buluyor? Hayır, elbet. Nesneleri insana, kendine daha yakın bulduğu için elbet. Yalnız Morelli mi? Ya yalnız nesnelerin ressamı olan Chardin? Nesneler asıl görünümlerini onunla almadı mı? Dili tutulmuşların evrenine onunla girmedik mi? İnsan elinden çıkan o koca dünyayı o açmadı mı bize? Yalnız doğayı değil, insanı da resimlerinden atarak başka bir dünyanın kapılarını o açmadı mı? Peki, ya Fracis Ponge? Onların çizgilere, renklere dönüştürdüğü evreni, yazının tarihine geçirerek sessiz evreni daha bir büyütmedi mi? Böylelikle bugün dünyamız çağdaş boyutlara ulaşmadı mı? Nesneler benim için canlı doğanın yanında daha önemli bir yer tutar. Bir kurşun kalem, dünya güzeli bir manzaradan daha etkilidir. Nesneleri dinginlikle karşıma alabilirim. Manzarayı kullandığım gibi kullanmam nesneleri. Hatta hiç kullanmam. Nesneler aramıza duvar koymaz. Ayrılık gayrdık bilmeden birlikte yaşarız onlarla. Bir işin, bir umudun, bir acının, sevincin elinden birlikte tutarız. Bu birlikteyl saçar çünkü nesneler. Manzara gibi bakmakla, bakınmakla yetinmez. Emeğin içinden, tarihinden çıkıp gelmiştir. İnsan emeğinin en doruk uçlarına sahip çıkmıştır. Emeğin kendisidir. Bunun için de emeğin bütün özelliklerini taşır. Bu yüzden bir bardakta, bir sandalyede, bir parça bezde, kâğıtta eski, yeni toplumların tarihini bulabiliriz. İnsanın yarattığı çalışma nesnelerde belirdiği için de, insan kendi varoluşunu onunla saptar, varolur.
Yaratıcının doğayla, manzarayla ilişkisinin tek insanca yönüyse, onu karşısına almaktan çok, onunla savaşıma girmesi çarpışması, hesaplaşmasıdır olsa olsa. Sığınması değildir. Nesnelerin dünyasında insan bu savaşımı yaşadığı için de varoluşunu daha bir duyar, onlara bağlılığı da böyle bir anlamı içerdiği İçin nesne karşısındaki tavrı gerçekçidir. Hem nesneler manzara gibi iletişimden de yoksun değildir. Toplumun, insanın gereksimelerine hep bir yanıt vardır. Devimin, dolaşımın kendisidir. İnsanın çevresinde yer almıştır nesneler, insanla her türlü ilişkiye açıktır. Ozdeğin bütün yasalarına açıktır. En önemlisi de işlevseldir. Sonra da insan buluşunun simgesidir. İnsan yeryüzünde nesneleri çoğaltırken hem evreni genişletmiş hem de kendini değiştirmiş, yaratmıştır. Bütün bunların ötesinde bu sessiz dünya, doğanın yanında ikinci bir dünya olarak kurulmuştur. İnsanla birlikte geliştiği için de boyuna yeni biçimlere girer, yeni boyutlar edinir, eskimez. En çağdaş dünyadır.
Manzarayı yadsıyıp, ölüdoğanın yani nesnelerin dünyasını överken, insanın dünyasını noktalamış oluyorum elbet.
Bir süre önce: “Bir ozan için şiirin yaşamından başka bir yaşam yoktur” diye bir tümce kullanmışım günlüklerimin birinde. Böyle demiş olmama karşın bu bana uzun süre kapalı, karanlık görünmüştür. Bu dünyayı hayırlayıp salt şiirin koyduğu yaşama, yaşam gözüyle bakmak bir soyutlama gibi gelmiştir. Bugün bu tümcede hiç bir karanlık, kapalılık bulmuyorum. Nedir bir ozanın yaşamı? Onu şiirlerinin, şiirlerinin koyduğu yaşamın dışında ne belirleyebilir ki? Katıldığı, doğru bulduğu olaylar, eylemler, başkaldırılar şiirine girmemişse, salt bir katılma, tavır alma olarak kalmışsa, bir yaşam olarak bakılabilir mi onlara? Şiirlerinden başka hiç bir yaşamını, hiç bir şeysini bilmediğimiz Homeros’u Homeros yapan, şiirleri, şiirinin koyduğu yaşam değil de nedir? Yaşamlarını bildiğimiz nice ozanların, bu yaşamalar ne denli güzel, doğru, haklı olursa olsun, şiirlerinin koyduğu yaşamdan üstün tutabilir miyiz? Yalnız ozanlar için midir bu? Bütün yaratıcılar için bu böyle değil midir? Bir bestecinin, bir ressamın, bir yontucunun yapıtlarının dışındaki yaşamdan başka bir yaşamı var mıdır?
Bunun için değil midir ki, Sartre: (Artık gözleri görmediği, kâğıdı eline alıp sözcükler, tümceler üzerinde oynayamadığı, düzeltemediği için) “Vardım, yokum artık!” diyecektir. Böylece, yazmanın dışındaki, yazıya dökülmüş yaşamanın dışındaki yaşamaya, yaşam gözüyle bakmayacaktır. Sanki bugüne değin gördüğü, yaşadığı bu dünya birdenbire yok olmuştur; bu duyanın nice güzelliği, bu dünyadaki nice pislikler, eşitsizlikler kalmamıştır, adına savaşılacak, katılacak hiç mi hiç bir şey yoktur. Güzelim akşamüstüler, sabahlar, deniz kıyıları, bir kahveye çıkmak, bir yüzü alıp gitmek, el sallamak, bir bardağı tutmak yoktur artık. Yeryüzünün bunca güzelliği, insana gitmeyen bunca kötülükler bir kâğıda çıkmadıkça yoktur. Yine bunun için André Gide’de: “Yazdım yazacağımı, yaşadım” diyecektir. Gide ki yaşamayı her şeyin üstünde tutmuş, ona bağlanmıştır; yapıtları sanki onsuz düşünülemez gibidir. Ama yaşadığına değil, yapıtlarına bakıp yaşadığını söyleyecektir.
işte bunun için bugün bana: “Bir ozan için şiirin yaşamından başka bir yaşam yoktur” sözü, yabancı gelmiyor. Peki nedir ozanın şiire koyduğu yaşam? Kendi dışında, bu acun dışında bir yaşama mıdır? Niçin ona, bir ona yaşam diye bakar? Nedir bilinen, yaşanan yaşamalardan ayrıcalığı, ayrılığı? Herkesin yaşadığından bir başkalığı var mıdır? Yoktur. Herkesin yaşamı gibi bir yaşamdır o da. O da herkesler gibi uyur, uyanır, yer, içer. Herkesin nasıl bir işi varsa, onun da yazmak diye bir işi vardır. Dünya görüşü de, dünyaya bakışı da bir ayrıcalık değildir. Yüreği de her insanın yüreği gibidir. Coşkulu, tutkuluysa işinin gereğidir bu. Böyle birinin şiire koyduğu yaşamdan başka bir yaşam değildir. Demek ki, şiirdeki yaşam ayrıcalıklı değildir. Olmamalıdır da. Herkesden başka bir adam değildir ozan. Şu da var: Salt şiirin istediği, çizdiği bir yaşam olamaz mı? Nasıl bir yapı, bir yontu, bir resim, bir beste, kendi yapısı, çatısı gereği kendine bağlı olarak büyümek, bütünlenmek isterse, içeriğine, yapısına ters düşmemek için, sizin elinizden çıkıp kendi buyruğunu sürdürmek isterse, şiirde de böyle size karşın bir yansıma beliremez mi? Şiirin kendi oluşumunun koyduğu bir yaşama? Olur bu. Ama bu yine de ozanın koyduğu yaşamanın dışında değildir. Olsa olsa elinden çıkmış bir yaşamadır, o kadar.
Dahası, yine kimi zaman yalnız şiirin götürdüğü, sürüklediği yaşama bağlanıverir, yaşam olarak onu alır, onu kabullenir. Ölüm, sevi, siyasal, doğa, umut, umutsuzluk, yaşama sevinci, din, ülkü, düş vb. salt bu kavramlardan mı kuruludur yeryüzü? Şiirin koyduğu bu alanlar ozanın her zaman düşündüğü, istediği bir yaşama biçimleri midir? Kimi zaman ozana karşı gelmiş yaşamlar değil midir, bunlar? Kendisinin bir tanrıtanımaz olduğunu söyleyen Yahya Kemal, şiirlerindeki Tanrı’ya tanıdığı yücelikleri nasıl açıkladığı sorulunca: “O halkımın itikadıdır” demekle neyi anlatıyor acaba? Şiirin koyduğu yaşama bağlılıktan başka nedir bu? Nice yontucu, besteci, ressam, hep kendi yaşamalarının koyduğu konuları mı yazmış, çizmiş, yontmuştur? Peki, bütün bunlara karşın hâlâ da niçin bir ozan, bir ressam, bir besteci, şiirin, resmin, bestenin koyduğu yaşama, yaşam gözüyle bakar? Kendisini bu yeryüzünde bir o belirleyeceği, doğrulayacağı, tanıklık edeceği için elbet. Yaşarken kendisini niçin bir ölüye benzetiyor, Sartre? Yazamadığı için. Yaşadığını başka türlü nasıl tanıtlayabilir yazmadıkça. Yazamayan, çizemeyen, yontamayan her yaratıcı yaşayan bir ölüdür. Bu dünyanın varolduğunu bilmek, bu dünyada olmak yetmez ona. Gördüğü, yaşadığı, algıladığı güzel bir şey kâğıda çıkmadıkça, ona vurmadıkça hiç bir şey görmüş, duymuş değildir. Boştur her şey. Katılacağı nice edimler, eylemler, nice güzel olurlarsa olsun elinin üstünde gezdiği kâğıttadır asıl. Orada yaşamalıdırlar, onun elinden çıkmalıdır; öyle kalacaktır çünkü.
O her şeyden önce o kâğıttadır çünkü. Bugününü de, yarınını da o tanımayacaktır. Şiirleridir, şiirlerinin koyduğu yaşamlardır onun bu yeryüzünde iyi kötü yaşadığını gösterecek. Niçin yazıyorumun bir sorusudur da bu. “Çünkü…” diye başlayan bir tümcenin ilk sözcüğü. Evet, niçin yazıyorum? Bir deniz kıyısındaydım. İstanbul’da tifüs vardı, gök asılı çamaşırlar gibi birtakım insanlara rastlarım bir çiçeğin suyunu değiştirdim mitingteydim kısacası, daha böyle yüzlerce edimin, eylemin, olayın tanıklığını yaptığını söylemek, bunları ben gördüm, yaşadım demek için yazıyor elbet. Bütün bu yaşadıklarımı bu dünyaya koydum, orda var ettim, yani “bu dünyadan geçtim” demek için. Dahası, bunun yaşamının büyüklüğüne küçüklüğüne bakmadan, anlatılmaya değer mi, değmez miyi düşünmeksizin yapacaktır. Yazma denilen eylemin, çünkü, bir dil kurma, kendine özgü “bir anlatış biçimi” yaratma olduğunu bilir; böyle bir anlatış biçimi getirmemişse, anlattıklarının yalnız “anlatılan” olarak kalacağından kuşkusu yoktur. Her türlü anlatma bir yaratı biçimine dönüşmedikçe var olmayacaktır. İşte bunun için: “Bir çiçeğin suyunu değiştirdim” tümcesini, bu içeriği küçümsemez. Asıl yaratıcılığın bunu söyleme, seçme biçiminde yattığını anlamıştır. Bunun için yazıyordun
öte yandan, bir yaratıcının yaratılarından yaşama yaşam gözüyle bakması demek, o yaşam biçimlerinin bir yaratı biçimine dönüşmüş olması, dünyanın yanına yeni bir dünya koyması demek değildir de nedir? Şiirin koyduğu yaşamın dışında başka bir yaşam tanımamak bu olmalı. Bir yalnızlığın, bir sevinin, ölümün, yaşamın, umudun, umutsuzluğun, sevincin, acının nesnelleşmesi, sözcük anlamlarını aşıp kendisi olması, öyle var olması,’ yaşamın göbeğine çöreklenmesi, orada yeni evrenler kurmasından başka bir şey değildir. Yaratıcının yapıtına böyle bakması bunun için doğaldır. Bu başka bir dünya tanımamak değildir, olsa olsa kendi dünyasına daha bir sahip çıkma, ona daha bir bağlanma istemidir.
Bu yüzden şiirlerin koyduğu yaşama yaşam gözüyle bakarım ben.
Yazmak, bir yaratma, böylece de bir varoluş sorunudur. Bir yaşamı, bir sesi, bir kokuyu, bir çığlığı, bir nesneyi bir kâğıda, bir yontuya geçirme, orada yaşatma, varetmedir. Bu varoluşu yaratıcının yaşamından koparıp almak, bir başka yaşamlar dünyasına atmak, orada yaşamasını belgeleme, tanıklamaktır. Yaratıyı insanın, doğanın tarihinden geçirip, yine ona atmak, onun içinde varoluşunu sağlamak, orada bitimsizliğini, sonluğunu tamamlamak. Böylece yaratıcısından çıkan yaratıya, yeni bir yaşama hakkı tanımak, girdiği bu yeni dünyada onu kendi başına bırakmak, dünyayla alışverişine, insanlarla kuracağı ilişkiye karşıdan bakmaktır. Yaratılan her şey böyle bir serüvenden geçer. Giderek yaratıcısı da ona yabancılaşır, ondan kopar; bu dünyada gördüğü, yaşadığı nice şey gibi bakmaya başlar ona. Çıkarıp attığı bir giysi, kesip attığı bir saçtır o artık. Bu tür bir eyleme giren her yaratıcı, yaptığı işin kendisi için öldürmek olduğunu bilir. Yeryüzüne gelmek nasıl bir ölüme başlamak, hazırlanmaksa, yazmak da bir tanıklığı bir başka yoldan öldürmektir. Yaratıcının yazarak öldürdüğü nedir? Bir yaşam, bir dünya tanıklığı. Bir birey olarak yaşamı, dünyayı algılayışını bir kâğıda, bir taşa, bir tuvale dökerek dondurmak, yeni bir yaşama bir biçim vermek, onu kalır yapmak. Yaratıcıyı, yazmanın bu eylemi, yaratmanın kendisi demek olan bu öldürme olayı ilgilendirir. O da herkes gibi bu dünyayı gördüğü, bu dünyada yaşadığı için sevinir, gönenir ama, onun asıl sevinci dünyayı yaratmak, onu yeniden kurmak, değiştirmek isteğinde yatar. Dünya onu ancak böyle ilgilendirir; o zaman dünyaya sahip çıktığını anlar. Başlangıçta onun bir öznesi olan dünya, bir kez yaratıldı mı, artık onun gözünde önemini yitirir, silinir. Yine bunun için, yaratıcı bir yaptığına bir daha dönmez. Dönerse, onu yeterince varedemediği, yani kendisi için öldüremediği. bir varoluşu istediğince ortaya koyamadığı için döner. Duyduğu sesler, kokular, acılar, sevinçler, isyanlar durulmadığı, içinden tam atılmadığı için, onu yeniden ele alır; bir yaratı biçimine girene dek de üstüne çullanır. Varoluşun biçimi tektir çünkü. Bir bütüne dönüşmedikçe, bir bütün olmadıkça varolamaz. Yaratıcı tedirginse bunun için tedirgindir. Yapıtını yeniden ele alışı böyle bir anlamı içerir. Yaptığı şeyi çoğaltmak, yinelemek gibi bir amacı yoktur. Olamaz da. Bu dünyanın yaratılışı gibi tek, yine onun gibi bütün, bir sondur koyduğu. Yazmak, böyle yaratısal bir anlam içerdiği zaman öldürmektir. Ancak bu zaman yaratıcı, yarattığı bir şeyle karşılaştığında, “Yazdım!” diyecektir; ilgisizliğini de böyle belli edecektir. Artık yeni yaşamalara, yeni şeylere hazırlanıyordu çünkü. Yeniden dünyanın orasından burasından tutmaya, orasını burasını kurcalamaya başlamıştır. Ya küllenmiş Dirikimleri değişiyordur, ya da yenilerinin ardına düşmüştür. Her zaman öldüreceği şeyler vardır çünkü bu dünyada; yeter ki bir yaşama koysunlar, vursunlar ona. Bir acı, bir sevinç onu bekliyordur hep. Geçmişin, şimdinin, geleceğin tohumları kabuğunu tıklatıyordun dünyaya çıkmak istiyordur. Yaşamasının, bu yeryüzünde olmasının anlamı da bu değil midir? öyleyse sonuna dek açacaktır gözlerini, yüreğini. Sesler, kokular, bakmalar, dokunmalar durmamıştır; yeni boyutlar, yeni anlamlar yüklenmiştir. Yeni yasamalar, yeni varoluşlar kurmaktadır. Bilir bunu. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, doğanın tarihi her gün kendini yenilemektedir. Nehirler yataklarını ya derinleştirmişler, ya taşmışlardır. Gök hergün gördüğü gök değildir artık, ağaç da, tahta da, taş da o değildir. Kentler, evler, sokaklar da öyle. Bu değişimi görüyordur, bu değişimin içinden hiç çıkmamıştır hem. Onun için bir insan yüzüne, bir ceylâna, bir yaprağa, bir bardak suya, bir elmaya yeni bakıyor, yeni görüyor gibidir. Yalnız bunlara mı? Öfkelere, baskılara, pisliklere, erdemlere, acılara da yeni bakıyordur; onlar da yeni yorumlar, yeni bakışlar istiyordur, yeniden üstlerine yürünmek, yeniden bir kâğıda çıkmayı bekliyordur. İçinin içine sığmayısı, tedirginliği, başkaldırısı bundandır, öfke de, baskı da, başkaldırı da yeni biçimini istiyordur. Sevinç de, sevi de. Sevincin de, sevinin de önü temizlenmelidir, duvarlar, telörgüler kalkmalıdır; bu yeryüzünden sürülmelidir. Bunun için elinde yazmak denilen bir tek araç vardır. Onu dileğince kullanmalıdır. Ereğini bununla gerçekleştirecektir. Yazmak araçtır onun için, kendini doğrulayabileceği biricik araç. Sözcükler yeni anlamalara bürünüyorsa, yeni anlamalar kazanmışsa, onların hakkını vermelidir. Varoluşun bu eytişimsel sürecini saptamaktır işi. Orada yaşamaktır. Her şey onun elinde yeniden varolmaya, yani ölüme hazırlanmalıdır. Eline aldığı kalem, somutlaştırdığı yaşamaları öldürmek içindir. Onları kendinde öldürüp, başkaları için varetmedikçe, işinin bitmediğine inanır. Umudu, seviyi öldürmedikçe, varolmayacaktır umut da, sevi de. Yeryüzündeki bu karaların silinmesi, düşmanlıkların kökünün kazınması, gökyüzünün genişlemesi bu yıkıcı, bu yapıcı eylemine bağlıdır onun.
Bunun için bir gömütçüdür yaratıcı. Gömütünde insanlar, ağaçlar, sular, acılar, sevinçler, öfkeler, seviler, isyanlar yatar. Yeryüzü adlı bir kitabı kâğıda, taşa, tahtaya işlemiş, bırakmıştır. Bunun için gömütünün bir bekçisi, koruyucusudur. Onunla varolan. Bu yeryüzüne ektiği, diktiği nice şey hep o gömüttedlr. Şimdi aralarında dolaşırken yüzü kimi güleç, kimi asıktır. Dünyanın atlası oradadır. Nehirler, su yolları, evler, sokaklar, kentler ona bakıyordur. Günler, aylar, yıllar oraya gömülmüştür; hep de gömülü kalacaktır. Bir gün bu yeryüzü silinse de, onlar beyaz bir kâğıda vuracaktır, öldürdüğü bunca şey bunun için değil midir? Yaşadığını, bu dünyada olduğunu, bir çiçeğe dokunduğunu, bir yüzü yazdığını, bir kentten geçtiğini, bir çeşmeyi açtığını, bir bulutun yerini değiştirdiğini, bir göğü boyadığını onlar tanıklık etmeyecek midir? Dünyayı bir listeye geçirmemiş midir? O çizmemiş midir bir bir altlarını? öyleyse? Yürüyüp geçmelidir önlerinden. Yaptığı da odur zaten. Durduğu oluyorsa, bakıp hemen geçemiyorsa, niçin onun büyümediğini, çoğalmadığım görüyorsa, kabahatin büyüğünü kendinde buluyorsa, bunda yalnız da değildir. Beklemek ona vergidir, paylaşma da, çoğalmada beklemekte vardır. Gömütü daha yerin dibine inmemiştir, köklerini salmamıştır, yeni yağmurlar, yeni güneşler gereklidir. Onun gibi nice gömütçü beklememiş midir? “Benden sonra tufan!” diyebilir mi hiç? Bir dünyayı gömmüştür ya, yetmelidir bu ona.
Yazmak böyle bir şeydir işte yaratıcı için. Hep bu soruları, hep bu yanıtları taşır içinde. Yazmak, bunun için öldürmektir. Ya da ben, bunu anlıyorum yazmaktan.