İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum
Savaştan on yıl önce Riviera’da kaldığım küçük pansiyonda masada otururken beklenmedik bir biçimde şiddetli bir kavgaya, hatta karşılıklı nefret ve hakarete varmasına ramak kalan sert bir tartışma çıktı. İnsanların çoğunun muhakeme gücü körleşmiştir. Kendilerine doğrudan dokunmayan, sivri ucu ısrarla sert bir şekilde duyularına kadar nüfuz etmeyen şey, onları neredeyse hiç harekete geçirmez; ancak gözlerinin önünde cereyan eden, duygularına dokunacak en ufak şey bile içlerinde ölçüsüz bir tutkuyu ateşler. İşte o zaman duyarsızlıklarının yerini gereksiz ve aşırı öfke alır.
İşte zaman zaman yemekte bir araya gelen, kendi halinde sıradan insanların oluşturduğu, çoğu zaman havadan sudan konuşan, pek derin konulara girmeyen, ufak tefek şakalar yapan, yemekten sonra ise dağılıveren grubumuzda da böyle oldu: Alman evli çift dolaşmaya ve amatörce fotoğraf çekmeye, keyfine düşkün Danimarkalı adam o sıkıcı balık avına, kibar İngiliz bayan kitaplarının başına, İtalyan evli çift Monte Carlo’ya kaçamak yapmaya giderlerdi; ben ise ya bahçedeki koltuğa kurulur, tembellik ederdim ya da çalışırdım. Ancak bu kez hepimiz bu sert tartışmayla yerimizde çakılıp kaldık; aramızdan biri kalkmak için müsaade istediğindeyse, her zamanki gibi nazik bir şekilde değil, tam tersine biraz önce dediğim gibi öfkeye dönüşen bir kızgınlıkla ayağa fırladı.
Ancak şu da bir gerçek ki, masada oturan küçük grubumuzun dizginlerini koparan olay da yeterince tuhaftı. Yedimizin kaldığı bu pansiyon, dışardan bakıldığında müstakil bir villa gibi duruyordu –ah, kayaların oyarak şekil verdiği kıyı, pencerelerden nasıl da harika görünüyordu!– fakat aslında büyük Palace Hotel’e ait, fiyatı daha uygun bir ek binaydı ve aynı bahçe içindeydi, bu nedenle bizler otelin konuklarıyla sürekli temas halindeydik. Bir gün önce ise otelde fevkalade bir skandal patlak vermişti. Öğle treniyle saat on ikiyi yirmi geçe (zamanı tam olarak vermekte bir sakınca görmüyorum, çünkü hem bu olay hem de o heyecanlı tartışmamız açısından önemli) bir Fransız genç gelmiş ve kıyı tarafında denize bakan odalardan birini kiralamıştı, bu bile onun zevkine düşkün biri olduğunu gösteriyordu. Fakat sadece şık giyimli olduğu için değil, sıra dışı ve fevkalade yakışıklılığıyla da dikkat çekiyordu. Bir genç kızınkini andıran ince uzun yüzünün ortasındaki ipek gibi yumuşak sarı bıyıkları, şehvetli sıcak dudaklarını kaplıyordu. Açık tenli alnını yumuşak, kahverengi, dalgalı saçları süslüyordu, yumuşak bakışlarıyla baktığı her şeyi okşuyordu – her şeyi yumuşak, okşayıcı ve sevgi doluydu ve yapmacıklıktan uzak ve doğaldı. Uzaktan bakıldığında büyük moda mağazalarının vitrinlerinde, elinde bastonu, ideal yakışıklı erkeği temsil eden balmumundan yapılmış heykelleri andırıyordu, yakından bakıldığında ise, bıraktığı bütün kibirli izlenim yok oluyordu; çünkü çok nadir de olsa, ondaki bu sevimlilik doğasından, benliğinden kaynaklanıyordu. Yanından geçtiği herkesi aynı mütevazılık ve samimiyetle selamlıyordu ve her fırsatta ister istemez ortaya çıkan zarafetini gözlemlemek gerçekten hoştu. Bayanlardan biri vestiyere yöneldiğinde hemen mantosunu getiriyordu, her çocuğa sempatik bir şekilde gülümsüyor ve onunla şakalaşıyordu, hem canayakın hem de mesafeliydi – kısacası, Tanrı’nın kutsadığı kullarından biriydi: Aydınlık yüzü ve gençliğinin canlılığıyla diğer insanların hoşuna gitmesi ona başka bir güzellik veriyordu. Varlığıyla otelin çoğu yaşlı ve hastalıklı olan konuklarına adeta ilaç gibi geliyordu; gençliğinin canlılığı ve bazı insanlara bahşedilen çevik ve hayat dolu tavırlarıyla herkesin sempatisini kazanmıştı. Gelişinin üzerinden henüz iki saat geçmişti ki, şişman, rahatına düşkün Lyonlu fabrikatörün on iki yaşındaki Annette ve on üç yaşındaki Blanche adlı kızlarıyla tenis oynamaya başlamıştı bile. Kızların zarif, narin ve içine kapanık anneleri Madame Henriette, iki kızının yabancı genç adamla flört edişini gülümseyerek sessizce izliyordu. Akşamleyin bir saat satranç masasında bizi seyretti, arada bir küçük hoş hikâyeler anlattı, kocası iş arkadaşlarıyla domino oynarken Madame Henriette ile terasta dolaştı. Akşamın geç saatlerinde ise onu otelin sekreteriyle büronun loş ışığında çok samimi bir şekilde konuşurken gördüm. Ertesi sabah Danimarkalı arkadaşımız balığa çıktığında ona eşlik etti ve bu konuda fevkalade bilgili olduğunu gösterdi; sonrasında ise Lyonlu fabrikatör ile uzun süre siyaset üzerine sohbet etti ve aynı şekilde iyi bir sohbet arkadaşı olduğunu kanıtladı; çünkü şişman fabrikatörün arada bir attığı kahkahalar, kıyıya vuran dalgaların sesini bastırıyordu. Yemekten sonra –durumun anlaşılması için zamanı nasıl geçirdiğini tam olarak belirtmem lazım– Madame Henriette ile kahve içip bir saat bahçede baş başa kaldı, kızlarıyla yine tenis oynadı, Alman evli çiftle salonda sohbet etti. Saat altıda mektup atmaya gittiğimde, garda ona rastladım. Özür dilemesi gerekiyormuş gibi telaşla bana doğru geldi ve birdenbire çağrıldığını, ancak iki gün sonra döneceğini söyledi. Akşamleyin gerçekten de yemek salonunda yoktu, ancak olmayan sadece varlığıydı; çünkü tüm masalarda herkes sadece ondan bahsediyor, onun hoş ve canlı doğasını övüyordu.
Gece, sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve bağrışmaları duyduğumda, bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum, bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için değil de, daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde, otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası her zamanki dakikliğiyle Namurlu arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri olan fabrikatör bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu. Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla gecenin karanlığında deli gibi hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı, babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı.
İşte bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın, aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”
Öldürücü bir yara almış adamın gerginlikten kaynaklanan tavrında öyle olağanüstü bir hal vardı ki, meraktan etrafını saran insanlar birdenbire korku, utanç ve şaşkınlık içinde geri çekildi. Son gücüyle, hiçbirimizi fark etmeden yanımızdan geçip okuma salonuna girdi, ışığı kapattı; derken ağır, devasa bedeninin bir koltuğa yığıldığı duyuldu. Ve bu korkunç acı, hepimizin, hatta en duyarsız olanımızın üzerinde bile yıkıcı bir etki yarattı. Garsonların hiçbiri, konuklardan hiç kimse gülümsemeye ya da üzüldüğüne dair bir kelime söylemeye cesaret edemiyordu. Tek bir kelime etmeden, bu duygu patlamasından utanmış bir şekilde hepimiz yavaş yavaş odalarımıza çekildiğimizde, paramparça olmuş, tükenmiş bu adam, ışıkların birbiri ardına söndürüldüğü, insanların fısıldaştığı, alçak sesle konuştuğu, mırıldandığı binadaki karanlık odada yapayalnız hıçkırıyor ve inliyordu.
Gözlerimizin ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği nedeniyle Madame Henriette’in yalnız değil, büyük olasılıkla genç Fransız’la gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk kaybolmuştu. İlk bakışta bu küçük Madame Bovary’nin daha şık, genç bir delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey fabrikatörün, kızlarının, hatta Madame Henriette’in daha önce bu Lovelace’ı1 hiç görmemiş olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin, bahçede kahve içilirkenki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında namuslu bir kadının kocasını ve çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı. Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir manevrası olarak nitelendiriyordu: Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise farklı düşünmekten keyif alıyordum. Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de İtalyan evli çiftin, cup de foudre’ın bir delilik, hatta tatsız bir roman fantezisinden başka bir şey olmadığını aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir hal aldı.
Ancak bu kavganın fırtınalı gidişatını baştan sona burada anlatmanın gereği yok: Sadece Professionals der Table d’hôte zengin fikirlidir, bir masada oturanların arasında çıkan tartışmadaki argümanlar ise öylesine bulunduğu için sıradan ve basittir. Tartışmamızın neden hızla kırıcı bir biçim aldığını açıklamak da zor; sanırım bu öfke şöyle başladı: Her iki koca da ister istemez eşlerinin böylesi bir çukura ve tehlikeye düşmeyeceklerini iddia ettiler. Benim sözlerim üzerine ise, böyle bir şeyi, kadın ruhunun tesadüfi ve çok ucuz yöntemlerle fethedilebileceği gibi yanlış yargısı olan bir bekâr söyleyebilir ancak, diyerek karşı çıktılar: Bu bile beni biraz kızdırmaya başlamıştı ki, Alman bayan bu dersi öğretici bir şekilde kapatmak isteyip de, bir yanda gerçek kadınların, öte yanda Madame Henriette gibi “doğasında orospuluk yatan” kadınların olduğunu söylediğinde, sabrım taştı ve ben de saldırmaya başladım. Bir kadının, hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmenin altında, insanın kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini “kolay baştan çıkarılanlar”dan daha güçlü, daha namuslu, daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim. Bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu üzere kocasının kollarında, gözleri kapalı onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim. Söylediklerim aşağı yukarı bundan ibaretti, diğerleri Madame Henriette’e saldırdıkça ben (gerçekte kendi duygularımı da aşmıştım) onu daha da ateşli savunur hale geldim. Benim bu heyecanım –üniversitelilerin deyimiyle– her iki evli çifti mat etmişti, öyle ki dördü birden birbiriyle pek uyumlu olmasalar da, birbirlerinden güç alarak üzerime geldi; yaşlı Danimarkalı bey neşeli bir yüzle elinde saati, bir futbol maçını yöneten hakem gibi oturmuş, arada bir kemikli parmaklarıyla masaya vurup “Gentlemen, please, diyordu. Fakat bu sadece bir dakika etki ediyordu. Beylerden biri öfkeden kıpkırmızı kesilerek üç kez masadan kalkmış ve karısı tarafından güçlükle yatıştırılmıştı – kısacası, bir on on beş dakika daha geçseydi, tartışmamız bir kavga dövüşle son bulacaktı, neyse ki Mrs. C. yatıştırıcı bir merhem gibi konuşmamızın köpüren dalgalarını düzeltti.
Mrs. C., beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasından fevkalade oturaklılık ve huzur saçardı. Her birimize ayrı ayrı ince bir nezaket göstermesine rağmen, herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman kitaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü bir güce sahipti. Çünkü daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez, hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna kapılıp utandık.
Mrs. C., Alman beyin öfkeyle yerinden fırlayıp tekrar masaya oturduğu sert aradan yararlanmıştı. Beklenmedik bir şekilde açık ve gri renkli gözlerini kaldırdı, bir an için kararsızlıkla bana baktı ve sonrasında neredeyse nesnel bir açıklıkla konuyu kafasında değerlendirdi.
“Söylediklerinizi yanlış anlamadıysam, Madame Henriette’in, bir kadının elinde olmadan birdenbire bir maceraya sürüklenebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce yapmayı kesinlikle aklından bile geçirmeyeceği davranışlarda bulunabileceğini ve bu nedenle suçlanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
“Kesinlikle buna inanıyorum, saygıdeğer bayan.”
“Ancak bu durumda her türlü ahlaki hüküm tamamen anlamsız olur ve her türlü ahlak kuralının çiğnenişi haklı bir nedene dayandırılır. Eğer siz gerçekten Fransızların dediği gibi, crime passionnel’in cinayet olmadığını düşünüyorsanız, o zaman devlet mahkemelerine ne gerek var? Her suçta bir tutku aramak ve bu tutku nedeniyle özür bulmak için çok iyi niyet gerekmez ve siz inanılmaz derecede iyi niyetlisiniz,” dedi gülümseyerek.
Sözlerinin netliği ve neredeyse neşeli tonu beni çok rahatlattı ve elimde olmadan onun o açık tavrını taklit edip yarı şaka yarı ciddi şöyle yanıt verdim: “Kuşkusuz devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmî kimliği olmayan ben, neden bir savcının rolünü üstleneyim ki: Ben savunmayı tercih ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”
Mrs. C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru anlamadığından korkup sözlerimi İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki, tuhaf bir ciddiyetle, sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya devam etti:
“Bir kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının, böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?”
“Tekrar ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil, maceracı bir ruh da değil, bir amoureuse hiç değil. Onu tanıdığım kadarıyla sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için biraz saygı, daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile, kuşkusuz yarın son derece mutsuz hissedecek kendisini. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir, fakat kesinlikle basit ve adice değil, bu nedenle daha önce olduğu gibi, her kim olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım.”
“Ve siz ona karşı aynı saygıyı duyuyor musunuz? Önceki gün bir arada oturduğunuz namuslu kadınla, dün yabancı bir adamla kaçıp giden kadın arasında bir fark görmüyor musunuz?”
“Kesinlikle. En ufak, en küçük bir fark görmüyorum.”
“Is that so?” Farkında olmadan İngilizce konuşmuştu: Tüm bu konuşma onu tuhaf bir şekilde meşgul etmiş olmalıydı. Ve kısa bir an sonra net bakışlarını soru sorarcasına tekrar kaldırdı.
“Peki diyelim ki yarın Madame Henriette’i Nice’te gördünüz, o genç adamın kolunda, onu selamlar mısınız?”
“Gayet tabii.”
“Peki onunla konuşur musunuz?”
“Gayet tabii.”
“Eğer, eğer evli olsanız, böyle bir kadını eşinizle tanıştırır mısınız, sanki hiçbir şey olmamış gibi?”
“Gayet tabii.”
“Would you really?” dedi yine İngilizce inanmaz ve şaşkın bakışlarla.
“Surely I would,” diye aynı şekilde İngilizce yanıt verdim farkında olmadan.
Mrs. C. sustu. Hâlâ düşünceliydi, sonra birden benim ve kendisinin cesaretine şaşırmış gibi bana bakarak şöyle dedi: “I don’t know, if I would. Perhaps I might do it also.” Sonra sadece İngilizlere has ve anlatılmaz tavırla hiçbir kabalığa başvurmadan konuşmayı bitirmek üzere ayağa kalkıp bana elini uzattı. Onun müdahale etmesiyle huzurumuz geri gelmişti, birbirimize karşı olmakla birlikte nezaketle selamlaşabildiğimiz ve tehlikeli bir şekilde gerilen havayı hafif şakalarla yumuşatabildiğimiz için hepimiz içimizden ona teşekkür ettik.
Tartışmamız, sonunda şövalyelere yakışır bir şekilde geçiştirilmiş olsa da, karşılıklı sert sözler nedeniyle diğerleriyle benim aramda bir parça yabancılık oluşmuştu. Alman evli çift sonraki günler bana karşı mesafeli davranmaya başlamışken, İtalyan çift “cara signora Henrietta”dan bir haber alıp almadığımı soruyorlardı şakayla. Birbirimize nazik davransak da, masadaki grubumuzun samimiyetinden ve içtenliğinden bir şeyler, bir daha geri gelmemek üzere yok olmuştu.
Mrs. C. ile yaptığımız o tartışmadan sonra eskiden bana karşı olanların alaycı ve soğuk tavırlarının yerini aşırı bir samimiyete bırakması, giderek daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Başka zamanlarda son derece çekingen olan ve yemek saatlerinin dışında masadakilerle hiç konuşmayan Mrs. C., türlü bahanelerle benimle bahçede konuşmaya çalışıyordu ve – neredeyse beni onurlandırdı diyeceğim, çünkü nazik ve mesafeli tavrı onunla yapılan sohbeti özel kılıyordu. Dürüst olmam gerekirse, beni arayıp bulduğunu, benimle konuşmak için çeşitli fırsatları değerlendirdiğini söylemeliyim, üstelik bunu öyle gözle görülür bir şekilde yapıyordu ki, yaşlı ve ak saçlı bir bayan olmasa, aklıma bambaşka şeyler gelebilirdi. Fakat birlikte sohbet etmeye başladığımızda konu her defasında dönüp dolaşıp aynı yere, Madame Henriette’e geliyordu. Görünen o ki, Mrs. C. sorumluluklarını unutan, yüreğinin sesini dinleyen güvenilmez Madame Henriette’i suçlamaktan gizli bir zevk duyuyordu. Fakat aynı zamanda benim bu nazik ve narin kadına duyduğum sempatinin sarsılmadığını görmekten de hoşlanıyordu. Her defasında konuşmayı bu noktaya getiriyordu, sonunda bu tuhaf, neredeyse acayip diyeceğim ısrar karşısında ne düşüneceğimi şaşırdım.
Derken böyle birkaç gün geçti, beş ya da altı gün, bu esnada böyle bir konuşmanın onun için neden önem taşıdığı konusunda hiç açık vermedi. Ancak bir gezinti sırasında buradaki zamanımın dolduğunu, öbür gün ayrılacağımı söylediğimde, onun için önemli olduğunu anladım. Endişesiz yüzünü birdenbire tuhaf, gergin bir ifade kapladı, deniz grisi gözlerinden adeta bulut gölgeleri geçti. “Yazık! Sizinle daha çok konuşacak şeyim vardı.” O anda gözle görülür bir tedirginlik ve dalgınlıkla bunları söylerken, başka şeyler düşündüğünü ve bu düşüncelerini kafasından uzaklaştırmaya çalıştığını açığa vurdu. Anlaşılan bu dalgın hali kendisini rahatsız etmişti, çünkü birdenbire susmuşken beklenmedik bir şekilde elini uzattı.
“Aslında söylemek istediğim şeyi size açık açık söyleyemediğimi görüyorum. En iyisi size yazayım.” Sonra her zamankinin aksine hızlı adımlarla otele doğru gitti.
Gerçekten de akşamleyin yemekten kısa bir süre önce odamda onun canlı ve net el yazısıyla yazdığı bir mektup buldum. Ne yazık ki gençlik yıllarımda yazılı belgelere pek önem vermemiştim, bu nedenle sadece içinde yazılanların bir özetini verebileceğim. Mrs. C. bana yaşamının bir bölümünü anlatmasına izin verip vermeyeceğimi soruyordu. Yaşamının bu bölümünün çok gerilerde kaldığını, şimdiki yaşamıyla hiç ilgisi olmadığını ve ben öbür gün oradan ayrılacağım için, yirmi yıldan uzun süredir yüreğini oyan ve düşüncelerini meşgul eden bir şeyi bana anlatmakta zorluk çekmeyeceğini yazıyordu. Eğer böyle bir konuşmayı aşırı bir ısrar olarak algılamayacaksam, verdiği saatte görüşmekten memnun olacağını belirtiyordu.
Burada içeriğini aktarmakla yetindiğim bu mektup beni fevkalade büyülemişti: Sadece İngilizce yazılmış olması bile mektuba belli bir netlik ve kararlılık kazandırmıştı. Yine de yanıt yazmam kolay olmadı, kesin yanıtımı yazıncaya kadar üç deneme yaptım:
“Şahsıma gösterdiğiniz bu güven beni onurlandırdı. Eğer beklediğiniz bir yanıtsa, dürüst olacağıma dair söz veriyorum. Kuşkusuz arzu ettiğinizden fazlasını anlatmanızı istemeyeceğimi bilmenizi rica ediyorum. Fakat anlatacaklarınızı kendinize anlatır gibi açık yürekle anlatınız. Bana duyduğunuz bu güvenin benim için bir onur olduğunu bilmenizi rica ederim.”
Mektubu aynı akşam ona gönderdim, ertesi sabah yanıtı buldum:
“Son derece haklısınız: Yarım gerçeğin hiçbir değeri yoktur, her zaman tüm gerçek önemlidir. Kendimden ya da sizden hiçbir şey saklamamak için tüm gücümü kullanacağım. Akşam yemeğinden sonra odama gelin – altmış yedi yaşında biri olarak yanlış anlaşılmaktan korkmam. Çünkü bahçede ya da diğer insanların yakınında konuşamam. Bu kararı vermenin benim için de kolay olmadığına inanmanızı isterim.”
Aynı gün öğle yemeğinde havadan sudan konuştuk. Fakat bahçede karşılaştığımızda Mrs. C. gözle görülür bir şaşkınlıkla benden uzaklaştığında, bu ak saçlı yaşlı bayanın bir genç kız çekingenliğiyle çamlarla dolu caddeye çıkıp kaybolması beni utandırdığı gibi üzdü de.
Akşamleyin sözleştiğimiz saatte kapısını tıklattım, kapı hemen açıldı: Oda donuk bir loşluk içindeydi, sadece masanın üzerindeki küçük okuma lambası karanlık mekâna sarı ışık saçıyordu. Mrs. C. çekinmeden yanıma geldi, oturacağım koltuğu gösterdi, kendisi de karşıma oturdu: Tüm bu hareketlerin provasını daha önce yaptığı hissine kapıldım. Derken bir sessizlik oldu, besbelli iradesi dışındaydı, verilmesi zor bir kararın sessizliğiydi, uzun ve de gittikçe uzayan, benim de bir şeyler söyleyerek bozmaya cesaret edemediğim bir sessizlikti bu; çünkü burada güçlü bir iradenin güçlü bir dirençle karşılaştığını hissediyordum. Aşağıdaki konuşma salonundan bir valsin melodisi duyuluyordu hafif hafif, sessizliğin ağır baskısını almak istercesine gergin bir şekilde müziği dinliyordum. Mrs. C. de bu suskunluğun olağandışı gerginliğinden rahatsız olmuş gibiydi. Derken sanki atlayacakmış gibi toparlanıp başladı:
“Söze başlamak zordur. İki gündür açık ve dürüst olmak için hazırlanıyorum, umarım başarırım. Belki size, yani yabancı birine bütün bunları neden anlattığımı anlamıyorsunuzdur, fakat bu olayı düşünmeden geçirdiğim tek bir gün, hatta tek bir saat bile yok; bir insanın yaşamı boyunca tek bir olaya, tek bir güne takılıp kalmasının tahammül edilmez olduğunu söyleyen bu yaşlı kadına inanın lütfen. Çünkü size anlatmak istediğim şey, altmış yedi yıllık yaşamımın sadece yirmi dört saatlik bir dilimidir. Ve ben bir an aptalca hareket ettiysem ne önemi var bunun, dedim kendi kendime yüzlerce kez, deli çıkıncaya kadar. Fakat vicdan dediğimiz o müphem şeyden insan kurtulamıyor; geçenlerde sizin Henriette’in olayı hakkında o nesnel görüşlerinizi dinlediğimde, hayatımın o tek günü hakkında bir yabancıyla konuşmaya karar verirsem, o günü böyle anlamsızca tekrar tekrar düşünmeyeceğimi, kendimi suçlamayacağımı düşündüm. Anglikan değil de Katolik olsaydım, günah çıkartarak içime gömdüğüm sözcüklerden kurtulurdum. Fakat bizim böyle bir tesellimiz yok ve ben bugün bu tuhaf denemeye girişerek, sizin önünüzde içimdekileri anlatarak özgür olmak istiyorum. Biliyorum her şey çok tuhaf, fakat siz hiç tereddüt etmeden teklifimi kabul ettiniz, bunun için size teşekkür ederim.[…]
Stefan Zweig’in Bir Kadının Yaşamından 24 Saat adlı kitabından bir bölüm